Adalet ve merhametin kriteri nedir? Adil ve merhametli birisi olup olmadığımızı nasıl ölçebiliriz? Kendimizin ve yakınlarımızın hakkını koruma, sevdiklerimizin, dostlarımızın sıkıntılarını, acılarını paylaşma ve onlara yönelen olumsuzluklar karşısında tavır alma çabamızla mı?
Böyle olmasa gerek! Bu tür tepki ve çabalar zaten doğal, ilave bir fedakârlık, gayret, külfet gerektirmeyen, kendiliğinden gelişen duygu ve eylemlerdir. Yakınlarımızın, sevdiklerimizin, kendilerine karşı sorumluluk hissettiklerimizin karşılaştıkları haksızlıklara karşı çıkmak, maruz kaldıkları mağduriyetlere tavır almak sıradan bir tutumdur, bir tür reflekstir. Benzer durumlar söz konusu olduğunda hemen herkesin zaten kendiliğinden sergilediği davranışlardır.
Bunlar normal, salim kişilik sahibi insanların gündelik hayatta yansıtacağı tavırlar olmakla birlikte, bize insani hasletler anlamında çok şey katmaz, toplumsal yapıda güzel örneklik teşkiline ve daha erdemli ve tutarlı bir kişilik geliştirmemize katkı sağlamaz. Bizi erdemli kılan, adalet ve merhamet sıfatlarına yaklaştıracak olan eylemler ise ancak başkalarına, bizden olmayanlara, yakın ya da dost görmediklerimize karşı tavırlarımızda ortaya çıkar.
Başkalarının Hukukunu Korumak Erdemdir!
Aynı durum karşıt konumda bulunanların işledikleri zulümlere, günahlara, suçlara karşı çıkma tutumu için de geçerlidir. Bu da sıradandır, herkes yapar. Zor olan, cesaret ve çaba gerektirense yakınlarımızın, bizden olanların, bize benzeyenlerin yanlışlarına, haksızlıklarına karşı sesimizi yükseltmemiz, tavır almamızdır. Bu konumdakilerin yanlışlarını tespit etmek de bunları dillendirmek de kolay değildir. Hele bu yanlışları yapanlara tavır almak, yanlıştan vazgeçmedikleri takdirde onların karşısında durmak ise alabildiğine zordur.
Bu zorluğu aşmak adil ve muttaki bir kişilik sahibi olmayı gerektirir. Ve ancak hakkın hatırını her türlü dünyevi beklentiden üstün tutmayı becerebilenlerin altından kalkabileceği bir yük ve sorumluluktur. Bu noktada “Bir topluluğa duyduğunuz kin sizi adaletsizliğe sevk etmesin.” (Maide, 8) ve “En yakınlarınızın aleyhine de olsa adaletten ayrılmayın.” (Nisa, 135) buyrukları istikamet belirlemektedir.
Allah Teâlâ’nın, müminleri, kin besledikleri karşısında dahi adaletsizliğe meyletmemeleri, sapmamaları konusunda uyarması çok dikkat çekicidir. İnsanlar öfkelenirler, kızarlar, kin duyarlar. Bunlar fıtri duygulardır. Hatta yerine göre, muhatabına göre Allah için sevgi gibi, Allah için öfkelenmek, kin beslemek elzem bir davranıştır, imanın yüklediği bir sorumluluktur.
Bu yönüyle Hristiyanlıkta olduğu şekliyle sevgiyi tek belirleyici duygu kılmaya çalışmak ya da tasavvufi öğretide vurgulandığı üzere herkesi sevmeye, her eyleme hoşgörülü davranmaya kalkışmak gibi yaklaşımlar batıl yaklaşımlardır. Yani dostluk gibi düşmanlık hisleri de insanidir, meşrudur, yerine göre zorunludur. Ama öfke ve kin duyulana, nefret edilene dahi adaletsizlikten kaçınmak, düşmana bile adil davranmak İslam’ın müminlere yüklediği bir vazife, daha ötesi bir yüceliktir, üstünlüktür.
Dikkat edilirse “Kimseye kin duymayın!” denmiyor. Haklı ya da haksız olarak birine ya da birilerine karşı kin ve nefret duyguları içinde olabiliriz. Haksız isek bu duygularımızı ıslah etmeye, bu kötülükten nefsimizi arındırmaya çalışmalıyız. Duygularımız Allah Teâlâ’nın emirlerine muvafıksa, yani Allah için buğz söz konusuysa bu zaten güzeldir, olması gerekendir.
Mamafih her halükârda duygularımız bizi haktan, adaletten, ölçülü olmaktan uzağa düşürmemelidir. Her durumda verilecek karşılık Rabbimizin belirlediği çerçeve içinde olmalı, hududullahı gözetmelidir. Hududullahı aşan her türlü söz, eylem, yönelim batıldır, adaletin çiğnenmesidir. Oysa adalet her şartta üstün tutulması gereken tek hedeftir. Aliya İzzetbegoviç’in “Düşmanlarımıza tek borcumuz adalettir.” şeklindeki veciz ifadesinde vurgulandığı üzere düşmanla mücadelede dahi adaleti gözetmek, adaletten sapmamak davamızın dünyevi hesaplar, çıkarlar değil, ilahi hedeflere müstenit olduğunun göstergesidir.
Teyakkuz Doğal, Aşırılık Ölçüsüzlüktür!
Kabul etmeliyiz ki yaşadığımız çalkantılı süreçlerin, kaotik, karmaşık gelişmelerin rüzgârıyla bir müddettir ‘mahalle’ itibariyle adalet duygumuzda epeyce aşınmalar yaşandı. Hak, hukuk ve adalet kavramlarının alabildiğine keyfî, indî ölçülerle tanımlanmaya, değerlendirilmeye başlandığı bir dönemden geçiyoruz. Haksızlık, adaletsizlik, mağduriyet yakınmaları karşısında gayet seçici, ikircikli tavırlar sergilenip İslami ve insani ölçülerle bağdaşması mümkün olmayan tepkiler veriliyor. Bazen kafalar kuma gömülürken, kimi zaman da bariz yanlışlar, haksızlıklar tevil edilmeye çalışılıyor, bu şekilde bugüne dek yükseltilen söyleme ve inandırıcılığa, daha ötesi kimliğe gölge düşürülüyor.
Hiç kuşkusuz İslam ümmeti olarak ağır bir kuşatma ve saldırı altındayız. Evet, yaşadığımız coğrafyada İslam’a düşmanlıkta sınır tanımayan güçler, çevreler sırf Müslümanlara duydukları nefret yüzünden her türlü kaos, tahrip ve tahrik eylemine dört elle sarılmış vaziyetteler. Bu bağlamda asker-sivil bürokratik darbe çabalarının boşa çıkması üzerine ardı ardına giriştikleri kumpasların, Gezi kalkışmasının, PKK yıkıcılığının, 15 Temmuz vahşi darbesinin her alanda ortaya çıkardığı ağır maliyeti asla görmezden gelemeyiz. Ve yine tüm eksik ve yanlışlarıyla Tayyip Erdoğan’ın şahsında mahkûm edilmek, kuşatılıp saf dışı edilmek istenen şeyin ümmetin var olma, ayakta kalma iradesi olduğu da inkâr edilemez bir gerçektir.
Ne var ki tüm bu gerçeklik, önüne geçme, giderme imkânı varken iradi biçimde sürdürülen yanlışların, haksızlıkların tali, önemsiz ve yaşanan bunca büyük sorunlar içinde görmezden gelinebilecek basitlikte şeyler olduğu sonucunu doğurmamalıdır. Elbette düşman saldırıları karşısında tedbir almak, direnmek, kaleyi korumak elzemdir ama kale sadece burçları tahkim etmekle değil, belki ondan da önce içeride haksızlıklara tavır almakla, adaletsizlikleri gidermekle korunur.
Aşırı Politizasyonun Beslediği Aşınma
Bir müddettir yanlış bir akıl yürütme tarzının ‘mahallemiz’de yaygınlaştığı görülüyor. Hak, hukuk, mağduriyet tartışmaları gündeme geldiğinde iddia, itham ve savunmalar adalet ölçüsüne vurulmak yerine, “Ne kazandırır, ne kaybettirir?”, “Kimin elini güçlendirir?” gibi kriterlere tabi tutuluyor. Bu değerlendirmenin neticesinde de eğer mevcut gündem “bize zarar verecek ve düşmanın elini güçlendirecek” iddialar kategorisinde yorumlanıyorsa mümkünse hasıraltı edilmeye çalışılıyor. Yok, eğer buna güç yetirilemiyorsa o zaman da anlamsız tevillere, sahibini utandıracak savunmalara tevessül ediliyor.
Oysa haksız ve adaletsiz bir fiilin gündemleşip gündemleşmemesi ve buna tavır alınıp alınmaması tartışmasının “Bize ne kadar zarar verir, düşmanımıza ne kazandırır?” ekseninde ele alınmaya kalkışılması açık bir sapmadır. Hangi gerekçeyle olursa olsun haksızlığa, adaletsizliğe göz yummak, dünyevi güç, imkân, iktidar bağlamında ne kazandırıyor gözükürse gözüksün netice itibariyle kaybettirmekte, bizi kendimize yabancılaştırmaktadır. Kendimizi kaybettikten sonra elimizde kazanabileceğimiz bir şey kalmayacağı ise açıktır.
Dosdoğru olmalarını emrettiği kullarını aşırılığa gitmekten ve zulme yaklaşmaktan nehyeden (Hud, 112-113) Rabbimiz aynı şekilde müminlere insanlar arasında adaletle hükmetmeyi (Nisa, 58) emretmiştir. Peki, adaletle hüküm verme önünde ne gibi engeller mevcuttur? Neden soyut manada adaletten yana olan, adil olma sıfatını kendisine yakıştıran, zulmü ise kerih gören insanlar pratikte adaletten uzaklaşıp haksızlığa gözlerini kapatırlar?
En temelde iki nedenden ötürü: Ya nefsani arzularına boyun eğdiklerinden, yani şahsi birtakım çıkarlarına, beklentilerine yenik düştüklerinden ya da birtakım ‘ulvi’ menfaatler gerekçesiyle, mesela ülke, parti, cemaat, aile maslahatı bunu gerektirdiği için! Çoğu zaman “Biz hakkı temsil ederken savunduğumuz tarafı zayıflatıp zaten haksız konumdaki rakiplere, düşmanlara koz vermeyelim!” mantığı bir dizi yanlışın örtüsü olur. Karşılaşılmak istenmeyen ya da yüzleşme cesareti bulunamayan pek çok olumsuzluk, çirkinlik örtülüp görünmez hale getirilir.
Tarafgirlik Adil ve Emin Olma Vasfımızı Zedeliyor!
Bu halin her gün değişik örnekleriyle karşılaşıyoruz. Konya’da tıp fakültesi öğrencisi Ayşe Koca adlı kanser hastası genç kızı hatırlayalım. Son arzusu olarak cezaevinde hükümlü babasının kendisini ziyaret etmesine izin verilmesini talep etmişti. Karşılıksız kalan talep medya üzerinden duyurulduğunda kamuoyunda merhamet duyguları ile birlikte tepkiler de yükseldi. Bunun üzerine hemen iktidar savunuculuğunu meslek edinmiş troller devreye girdiler. Ziyaret etme izni bulunmasına rağmen Denizli Cezaevi’nde hükümlü bulunan öğretmenlikten atılmış babanın, kızını görme hakkını kullanmadığı saçmalığını dillendirdiler. Böylece dikkatleri ‘asıl suçlu’ya yöneltiyorlardı!
Aynı şekilde Gümüşhane Cezaevi’nde Mustafa Kabakçıoğlu’nun tek başına bir koğuşta plastik bir sandalyenin üstünde can verdiğine dair görüntüler vicdanları yaraladığında yine malum koro harekete geçti. Ve polislikten atılmış hükümlü Mustafa Kabakçıoğlu’nun tedavi görmek için hastaneye gitmeyi kabul etmediğine dair cezaevi görevlilerince tutulmuş bir tutanağı vicdanları bastırmak için tedavüle soktular.
Gerçekten çok garip bir mantıkla karşı karşıyayız. Cezaevlerinde nasıl bir işleyişin mevcut bulunduğunu görmezden gelip birtakım yazılı belgeler üzerinden üretilen senaryoyu gerçek kabul etmek; bir insanın sırf propaganda için tedavi olmayı reddedip isteyerek sefil bir koğuşta can verdiğine ya da bir babanın ölmek üzere olan kızını görmeye yanaşmadığına inanmak… Tüm bunlar normal düşünme yeteneğinin epeyce dışına çıkıldığını göstermiyor mu?
Mantık şöyle işliyor: Bunlar FETÖ’cü, dolayısıyla her türlü kötülüğü işleyebilir, hatta propaganda yapabilmek için canlarını bile feda edebilirler. Bunların sözüne güvenilmez. Yok, zaten ortada bir yanlış, bir hata, bir hak ihlali varsa bile bunlar için iktidarı zor duruma düşürmek olmaz!
Ahmet Altan’dan Osman Kavala’ya yargı sisteminde tartışmalı pek çok davaya ilişkin yürütülen mantık bundan farklı değil. Oysa bu insanların -ve başkalarının- maruz kaldıkları hukuksuzluğa itiraz etmek için illa da onlar gibi düşünmek, onlar gibi inanmak gerekmiyor. Hatta hayat tarzı itibariyle taban tabana zıt dünyalarda yaşadığımız da ortada zaten. Ama yargı süreçlerinin nasıl işletildiğine bakıp haksızlık gördüğümüz noktada yanlışa yanlış demekten kaçınmamız kabul edilemez. Bu sorumluluğu üstlenmediğimizde adil şahitler olma emrinden uzaklaşmış oluyoruz. Geride ise sadece vicdanımızı rahatlatmak adına öne sürdüğümüz politik argümanlar kalıyor.
Ebu Hanzala künyesiyle tanınan Halis Bayancuk’un hukuksuz biçimde yıllardır cezaevinde tutulmasına itiraz edenlere karşı da aynı tutumun sergilendiğini görüyoruz. Bayancuk ve arkadaşları ısrarla maruz kaldıkları hukuksuzluğu gündeme taşımaya çalışırken, birileri de inatla Bayancuk’un çeşitli konularda sarf ettiği kimi sözleri ve görüşlerini öne çıkartarak icra edilen hukuksuzluğu geçiştirmeye çalışıyorlar. İyi ama “Meri hukuk düzeninde bu sözler ve görüşler suç teşkil etmiyor, zaten yargılamanın konusu da bunlar değil.” şeklindeki izahlar ise görmezden geliniyor.
Oysa suç işlediğine dair bir delil bulunmayan bir insanın sırf düşüncelerinden ötürü, velev ki o düşünceler size çok aşırı ve kabul edilemez gelse dahi, hapsedilmesinin açık bir haksızlık oluşturduğunu görmek zorundasınız! İster kendimize yakın ister uzak görelim, birtakım görüş ayrılıklarını, yorum farklılıklarını öne çıkartarak bir insana yapılan haksızlığı gündemleştirmede çekingenlik göstermek ya da umursamaz olmak adalet ve merhamet vasıflarıyla bağdaşmaz.
Adaletten Uzaklaşmak Sürüleştirir!
Tarafgirlik adalet duygusunu körelttiği gibi zamanla gerçeklik algısında da zedelenmelere yol açar. Sonuçta ideolojik/akidevi ya da siyasi bağlılıkların takım taraftarlığına benzeştiği, mensuplarını holiganlaştırdığı bir süreç yaşanır. Oysa kahir ekseriyetle yola çıkarken daha adil bir dünya inşası hedeflenmiştir. Ne var ki varılan yer, arzulananın epeyce uzağındadır.
Beşerî ideoloji bağlılarının tarafgirlik ve ilkesizliğe sapmaları ve adaletten uzaklaşmaları şaşırtıcı değildir. Nihayette kendilerini bağlayan ilahi bir ölçü, zerre miskal eylemlerinin dahi hesabını verecekleri bir mizan inancına sahip değildirler. Mamafih Allah’a ve ahiret gününe iman ettiğini söyleyenlerin adalet ve hakkaniyet ölçüleri hususundaki keyfî ve umursamaz tutumları dehşet vericidir.
İslam tarihi diye vasfedilen Müslümanların tarihinde göğsümüzü kabartan, bize ve bizden sonrakilere de ışık tutacak çok öğretici şerefli sayfalar yanında, başımızı öne eğen, utandıran, ibretle değerlendirmemiz gereken sayfalar da çoktur. En acı veren, yürek burkan hadiseler ise zannedildiği gibi düşmanlar karşısında uğradığımız yenilgiler, gerilemeler değildir. Savaşta bazen kazanır, bazen de kaybederiz. Rabbimizin takdiriyle günler insanlar arasında döner, durur. (Âl-i İmran, 140)
Ne var ki bizden gözükenlerin yanlışlarına, zulümlerine tavır almak yerine, zulme göz yummaları, haksız ve adaletsiz fiillere yönelik tevil çabaları İslami mesajın saflığına gölge düşürmüştür. Yöneticilerden sadır olan ve İslam’ın ilkelerinden sapma, uzaklaşma anlamına gelen birtakım uygulamalar karşısında halka öncülük etmesi gereken bazı âlimlerin sessiz kalması, hatta kimisinin yanlışa, haksızlığa, zulme kılıf üretme çabasına girişmesi bünyede kalıcı bir hasara yol açmıştır.
Dürüst olmalı, tutarlı davranmalıyız. Kendimize yapılmasını hoş karşılamadığımız, kendimiz maruz kalsak şikâyet edip rahatsız olacağımız muamelelerin başkalarına yapılmasına cevaz vermemeliyiz. Haksızlığa tavır almak, yanlışa yanlış demek kolay değildir elbette. Fedakârlık gerektirir, en yakınlarınızla ters düşmenize, dostlarınızı kaybetmenize sebep olabilir. Ama dostluğu yanlış zeminde sürdürme günahını yüklenmek yerine doğru zemine taşımanın bedeli göze alınmalıdır. Dostlarımıza yapacağımız en büyük iyilik de şüphesiz onları yanlışları konusunda uyarmak ve adil olmaya davet olacaktır.
“Mazlum da olsa, zalim de olsa kardeşine yardım et.” buyruğunu anlamakta zorlanan ashaba Resulullah (s) “Kardeşinizi zulümden alıkoymanız ona yardımdır.” şeklinde izah ediyor. Bizler de yakınlarımız, sevdiklerimiz ve kardeşlerimiz de yanlışa düşebilir, zalimleşebiliriz. Böylesi bir durumda ihtiyaç duyduğumuz şey yakınlarımızın, kardeşlerimizin yanlışlarımıza kılıf bulma çabası içerisine girişmeleri, zulüm içeren fiillerimizi savunmaya kalkışmaları değildir. Bilakis Allah için dostluk, merhamet ve kardeşlik yanlışın tespitini ve yanlış yapanın uyarılmasını gerektirir.
Resulullah’ın (s) komutan olarak gönderdiği Halid b. Velid’in teslim olan bazı Cezime kabilesi mensuplarını öldürdüğü haberi kendisine ulaşınca “Allah’ım, ben Halid’in yaptıklarından beriyim!” dediği rivayet olunur. Dikkat edilirse Halid dışlanmamış ama eylemi reddedilmiştir. Seyfullah lakabını hak eden bir komutan da olsa yanlış yapanın yanlış yaptığının açık biçimde ifade edilmesi öğreticidir.
Hakkın Hatırı Âlidir!
Türkiye uzunca bir müddettir İslamcı kimliğiyle tanınan ya da en azından kendilerine İslamcılık sıfatı nispet edilen kadrolar eliyle yönetiliyor. Bu yüzden de iktidar eliyle icra edilen her türlü haksız, adaletsiz fiil Müslümanların hanesine yazılıyor. Bu durum sorumluluğumuzu artırmış; haksızlık ve adaletsizliklere tavır almayı, haksızlık ve adaletsizlik yapanları uyarma görevimizi çok daha elzem bir konuma getirmiştir.
Eğer iktidar kadrolarını kendimize yakın görüyorsak uyarmak, yanlıştan vazgeçirmek görev addedilmelidir. Yok, eğer bu tarz bir sorumluluk hissetmiyor isek de en azından tavrımızı netleştirmek suretiyle iktidarın eylemlerinin İslami kimliğe gölge düşürme riskine karşı kendi çapımızda önlem almış oluruz. Özetle her durumda yanlışlarla, haksızlıklarla aramıza sınır çekmeli, kim tarafından ve kime karşı yapılmış olursa olsun adaletsizlik karşısında susmamalıyız!