Yeni anayasa teşebbüsü beklendiği üzere statüko muhafızlarının yoğun tepkilerine konu olmakta. AK Parti'nin anayasa hazırlığını Kemalist devletin temellerine dinamit koymak olarak yorumlayan kimi çevreler etrafa panik ve korku havası yaymaya çalışıyorlar. Bunların önemli bir kısmı yeni anayasa taslağını inceleme gereği dahi duymuş değil. Lüzum görmüyorlar çünkü "gizli gündem" sahibi olduğundan kuşku duymadıkları bir kadro eliyle gerçekleştirilen her düzenlemenin, atılan her adımın "Cumhuriyet kazanımları" açısından bir gerileme, bir tahribat olduğundan eminler. Bu yüzden söz konusu zihniyet açısından yeni anayasa hazırlığının bizatihi AK Parti'den sadır olması bile bu girişimin vahim bir nitelik arzettiğinin delili olarak algılanmakta.
Peki, ne öneriyorlar? Nasıl bir anayasa talep ediyorlar? Sürdürdükleri karşıtlık kampanyasına bakıldığında, Kemalist zihniyet mensuplarının "şu yapılırsa daha iyi olur", "şu yanlışlar giderilmeli" türünden bir tez, öneri ya da talepte bulunmadıklarını görüyoruz. Sadece "yapamazsınız", "edemezsiniz" türünden karşı çıkışlara şahit oluyoruz. Tipik muhafazakar bir tutum!
12 Eylül Anayasasından bugüne dek hep şikayet etmiş, değişmesi gerektiğini sürekli vurgulamış pek çok isim şimdilerde 12 Eylül Anayasası'nın muhafızlığına soyunmuş halde. Hatta bunlar arasında geçmişte, AK Parti için hazırlanan taslağa nazaran çok daha radikal öneriler içeren anayasa taslakları hazırlamış isimler de bulunmakta. Ve tüm bu zevatın düne kadar sergiledikleri tutumdan çark edip adeta 12 Eylül Anayasası'nı korumak için seferber olduklarını, statüko muhafızı koroda yer alıp "kılına dahi dokundurtmayız" söylemine sarıldıklarını ibretle izliyoruz.
Yargı mekanizmasının kimisi emekli, kimisi muvazzaf üst düzey mensuplarından YÖK'e, medyadan TÜSİAD'a kadar yeni anayasa hazırlığına tepki gösteren kurum ve kişilerin söylemlerinde öne çıkan ortak bir vurgu, daha doğrusu bir ruh hali mevcut: Kendilerini onay makamında görmekteler. "İznimiz olmaksızın hiçbir şey yapamazsınız" havası estirmekteler. 22 Temmuz seçimlerinde uğradıkları hezimeti Kemalist sistemi temsil imtiyazlarına dayanarak örtmeye ve tartışmayı hukuk, yetki, prosedür zemininden resmi ideolojik düzleme çekmeye çalışmaktalar. Bu yaklaşımın ne ahlaki, ne de yasal bir dayanağının bulunmadığı çok açık. Mamafih bu bir sorun oluşturmuyor çünkü bürokratik oligarşi ve işbirlikçileri zaten hiçbir zaman bu tür kaygılar taşımadılar. İktidarlarını ne pahasına olursa olsun sürdürme ısrarı tek rehberleri oldu.
Düzene Egemen Marazi Ruh Hali ve Başörtüsü Düşmanlığı
Egemenlerin iktidarlarının en görünür ve doğrudan yansıması İslami kimlik ve taleplerin bastırılması, toplumsal hayattan dışlanması şeklinde ortaya çıkıyor. Bu yüzden başörtüsü konusunun yeni anayasa tartışmalarının merkezine oturması sürpriz değil. Giderek derinleşen, devasa bir sosyal yaraya dönüşen başörtüsü sorununu aşma kaygısıyla hükümetin yeni anayasada yapmayı düşündüğü düzenleme malum çevrelerin yoğun tepkilerini beraberinde getirdi. 28 Şubat süreciyle koyulaşan, vahşileşen başörtüsü yasağını aynen sürdürmek amacıyla akıl almaz gerekçeler, iddialar, yalanlar sıralıyor; korku atmosferini beslemeye yönelik tehditler savuruyorlar.
Mümin kadınların iffetinin ve Rablerine teslimiyetinin bir simgesi olan başörtüsüne bu amansız düşmanlık oligarşik düzen yanlılarının hak, hukuk, insani erdem tanımazlığının açık bir tezahürü. Tağutlaşmanın, azgınlaşmanın, insanlar üzerinde otorite kurma, onları birer böcek gibi ezme, sindirme mantığının bir simgesi. Yasak savunuculuğu bu tiplerin ruhlarındaki çirkinliği, vahşiliği açığa çıkartıyor, görünür kılıyor. Bolca sarfettikleri insan hakları, özgürlük, hukuk lafları ağızlarında iğretileşiyor, anlamsızlaşıyor. Haktan, hukuktan, mantıktan uzak söylemler geliştirip, otoriter bir tahammülsüzlükle inanılmaz tezler üretiyorlar.
"Yasak kalkarsa örtülüler örtünmeyenlere baskı yapar" buyuruyorlar. Bu paranoid ruh hali seksen küsur senedir düzene hakim ruh halidir. "Dört yanımız düşmanla çevrili", "içerimiz ihanet şebekeleriyle kuşatılmış halde", "halk çoğunluğu her an kandırılmaya müsait cahillerden oluşmakta" ve benzeri söylemlerle sürekli biçimde korku atmosferi oluşturup, kendilerinden başlayarak çevrelerine evham yaymaktalar. Ardından da korkan adamın tedirginliği ve saldırganlığı ile tehdit öğesi olarak algıladıkları her şeye saldırmaktalar.
Bu saplantılı yaklaşımın açık bir örneği bugünlerde karşımıza örtüsüzlerin hukukunu koruma adına başörtüsü yasağı savunusu şeklinde çıkıyor. İleride gelişebilecek bir tehlikeyi önleme kılıfı altında mevcut hukuksuzluk, hak gaspı gerekçelendiriliyor, zulme mazeret sunuluyor. Bu tutumun ne akılla ne de vicdanla telifi mümkün! Çok çarpıcı, zalimane bir mantığın ürünü ama Kemalist egemenlere ait nevzuhur bir tutum değil elbette. Mebzul miktarda örnekleri mevcut, üstelik köklü bir geleneği de var.
Bu mantık Firavun mantığı. İktidarına tehdit oluşturacağından kuşkulandığı İsrail oğullarının erkek çocuklarını tehditi savuşturmak adına katleden Firavun da aynı mantıkla zulmediyor ve zulmünü meşrulaştırıyordu. Aynı mantığın çağdaş bir izdüşümünü Bush'un "önleyici saldırı" tezinde de görmek mümkün. "Hayat tarzımızı tehdit eden teröristler bize saldırmadan evvel biz onları imha edelim" mantığıyla önce Afganistan ve ardından Irak'ı işgal eden ABD'nin tezi özünde aynı gerekçeyi barındırmıyor mu? Hayat tarzlarına yönelik muhtemel (ya da muhayyel) bir saldırıyı engellemek için işgallere girişen, katleden, işkence yapan emperyalistlerle, "okula başörtüsüyle gelirseniz, ileride başını örtmeyenlere baskı yaparsınız" diyerek başörtülüleri engelleyen yasakçıların aynı kumaştan dokunmuş olduklarına hiç şüphe yok!
Başörtüsü Sorunu Ara Formüllerle Çözülmez!
Tam bu noktada AK Parti hükümetinin anayasa hazırlıkları ile ilgili olarak ortaya koyduğu tavrı netleştirmesi önem kazanmaktadır. Başörtüsü tartışmaları ile birlikte iyiden iyiye gerilen ipi sıkı tutmak şarttır. Gerginliği azaltma endişesiyle atılan her geri adım ya da taviz olarak algılanabilecek her düzenleme, statüko güçlerini daha fazla cesaretlendirecek, manevra alanlarını genişletecektir.
Burada anlaşılması gereken şey şu olmalı: Oligarşik iktidar güçleri baskıyla, zorbalıkla iktidarlarını sürdürmeye gayret edecekler; yalanla, demagojiyle zulümlerini meşrulaştırmaktan vazgeçmeyeceklerdir. Zalimleri insafa çağırmak, zulümlerini terketmeye davet etmek, iknaya çabalamak beyhude uğraşlardır. Dolayısıyla yoğunlaşılması gereken nokta uzlaşma arayışları, mutabakat formülleri değil, hak ihlallerini gidermeye yönelik açık bir tutum ve halkın taleplerini önceleyen bir siyaset geliştirmektir.
AK Parti bunu yapabilir mi? Yapmak zorunda! Darbe imalarına kadar varan tehditler karşısında korkan, sinen bir tutumun fiilen gerçekleşmese de darbecilerin oyuncağı haline geldiği defalarca müşahede edildi. Dolayısıyla, resmi ideolojinin gerek anayasal kurumlar adı verilen bürokratik temsilcilerinin, gerekse de "sivil" sözcülerinin tehditlerine, şantajlarına pabuç bırakılmamalıdır. İçi doldurulmamış özgürlük vaadleri, yarım yamalak tedbirler değil, halktan yana, hukuktan, adaletten yana düzenlemeler gerçekleştirilmelidir.
Öncelikle de başörtüsü yasağına karşı ikircikli tutum terkedilmeli, kısmi çözümlere itibar edilmemelidir. Mesela "yüksek okullarda kılık kıyafet serbesttir" ne demek? Neden sadece eğitim görenler açısından ve üstelik de yüksek öğrenimle sınırlı bir serbestlik? Bu durumda ilköğretim ve liselerde başörtüsü yasağı pekişmiş olmayacak mıdır? Müslüman kızların inançlarının gereğini yüksek öğrenimde yerine getirebilmelerine karşın, ilköğretim ve lise eğitimi sırasında engellenmeleri kabul edilemez. Bu yaklaşım hem inanç özgürlüğüne hem de kişi bütünlüğüne aykırıdır. Bu şekilde başörtüsü sorunu çözülmemekte, sadece kısmen rahatlatılmaktadır.
Üstelik yasakçı tutumun sürdürüleceğinin anlaşıldığı bir vasatta, Başbakan çıkıp zorunlu eğitimin 12 yıla çıkartılacağından söz ediyor. Bir yandan zorunlu eğitim yaşını yükseltip, bir yandan da başörtüsü yasağını sürdürmek nasıl bir özgürlükçülüktür, inanca saygılılıktır anlayan beri gelsin!
Aynı şekilde hizmet alan-hizmet veren ayrımı gibi formüllerle kamuda çalışan bayanlar için başörtüsü yasağının devamına onay vermek kabul edilebilir bir tutum değildir. Yansız olmayı, tarafsız olmayı adeta kimliksiz olmak şeklinde algılayan bu yaklaşım açık bir saçmalık ve tutarsızlıkla maluldür. Kamuyu temsil eden kişilerin vatandaşlara eşit muamelede bulunabilmeleri için dış görünümleriyle de nötr olmaları gerektiği öncülünden kalkılarak başörtüsünün yasaklanabileceğini savunanların anlayamadığı şey şudur: Başörtüsü bir aksesuar, istenildiğinde vestiyere bırakılabilecek bir süs malzemesi değil, Müslüman bayanların kimliğinin bir parçası, yansımasıdır.
Tarafsız olmak, yansız olmak dış görünümle ilgili değil, icraatla alakalı bir tutumdur. Karşınıza gelen insanlara eşit muamele edip etmemenizle ortaya çıkan bir durumdur. Kaldı ki, başörtülülerin önüne bir engel şeklinde dikilen nötr olma tezinin pratik hayatta bir karşılığı da yoktur. Nasıl başörtüsünün bir şeyleri temsil ettiği iddia ediliyorsa, başörtüsüzlüğün de başka birşeyleri temsil ettiği söylenebilir. Örneğin başörtüsü dini bağlılığın güçlü olduğunun bir göstergesi ise, başörtmemek de dini hassasiyet zayıflığı olarak değerlendirilebilir. Sonuçta her iki durumda da nötr olma hali sözkonusu olmaz. Başörtülü memur karşısında kendisini haksızlığa uğrayabilecek konumda gören başı açık kişinin kaygıları ne kadar sahiciyse, başı açık memurun kendisine objektif bir yaklaşım göstermeyeceğinden kuşku duyan örtülü bayanın kaygıları da o kadar sahicidir.
Kemalist Tabular Özgürlükleri Boğuyor!
Yalnızca başörtüsü konusunun ele alınış tarzına bakıldığında dahi yeni anayasa teşebbüsünün adil ve tutarlı bir yaklaşım içermekten uzak olduğu, sınırlı bir iyileştirme ile yetinmeyi önerdiği görülmekte. Elbette başörtüsü sorununa ilişkin olarak düzenin takındığı saldırgan tutumu görmezden gelemeyiz. Dolayısıyla bir bardak suda fırtına koparanların daha kapsamlı bir yaklaşım söz konusu olduğunda çok daha azgınlaşacakları kesindir. Bununla birlikte toplumsal sorunların çözümü ve haklı taleplerin karşılanması noktasında somut ve cesur adımlar atması gereken siyasi kadroların sürekli birilerini razı etme mantığıyla hareket etmesi ve erteleyici bir tutuma yönelmesi de başlı başına bir çözümsüzlüktür.
AK Parti kadrolarının sivil sıfatını layık gördükleri yeni anayasa taslağının gerek içerdiği kimi maddeler, en genelde de oturduğu zemin itibariyle sivil kavramıyla ne ölçüde bağdaşır olduğu oldukça şüphelidir.
Öncelikle şurası net bir tarzda anlaşılmalıdır ki, resmi ideoloji dayatmasından, militarist gölgelerden, kutsal devlet mitosundan arındırılmamış haliyle yeni anayasanın özgürlükçü olabilmesi mümkün değildir. Daha temel bir çelişki ise hiç kuşkusuz "değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez" hükümler konusudur. Tarihin belli bir kesitinde, belli koşullar altında birilerinin belirlediği "doğrular"ın tüm bir halk için, üstelik de sadece o dönemde yaşayanlarla sınırlı kalmayıp, gelecek nesiller için de kesin, değişmez, tartışılmaz emirler şekline dönüştürülmesi tam bir dogmatizmdir.
Ne yazık ki, AK Parti'nin büyük vaadlerle tartışma gündemine açtığı yeni anayasa taslağı selefine nazaran bir nebze azaltılmış olmakla birlikte aynı dogmatizmi barındırmaktadır. Özgürlükleri genişlettiği doğrudur ama bu daha ziyade muhalifler açısından değil, Kemalist şablonla uyum sağlamakta pek zorlanmayan liberal-kapitalist eğilimler için söz konusudur. İslami kimlik ve talepler noktasında net ve ısrarlı olan, düzene entegrasyonu reddeden kesimler içinse sözü edilen sivillik ve özgürlükçülük vaadlerinin somut karşılıkları yoktur.
Buna rağmen statüko çevrelerinin koparttığı yaygarayı nasıl anlamak gerekir? İki temel etken bu olguyu belirginleştirmektedir: Kemalist kadroların ruhuna sinmiş korku hali ve gerilim dozunu yükseltmek suretiyle karşı tarafı sindirme uyanıklığı.
Korktukları çok açık. Üstelik korkuyu bir kimlik haline getirmekten de hiç rahatsız görünmüyorlar. Bilakis bunu toplumsal duyarlılık ve de sorumluluk göstergesi şeklinde algılamaktalar. Bununla birlikte bunca vaveyla, bağırış çağırış sadece iç dünyalarında hissettikleri bir rahatsızlığın dışa vurumundan ibaret de değil. Aynı zamanda bir taktik de güdüyorlar. Ortamı alabildiğine gererek, en basitinden en yoğununa her türlü değişiklik, yenilik önerisine "asla olmaz" kabilinden karşı çıkarak muhataplarını daha az şeye ikna etmeye çalışıyorlar. "Madem bu kadar sıkıntı doğuyor, ortam geriliyor, öyleyse daha ufak tefek değişikliklerle yetinelim" yaklaşımı ağırlık kazanıyor. Yeni anayasa hazırlığını engelleyemeyecekleri açık, bu yüzden mümkün olduğunca keskin bir tutumla "asla olmaz, yapamazsınız" diye tutturup sınırlı değişikliklerle "vartayı" atlatmayı ve statüko gemisini az bir hasarla aynı sularda yüzdürmeyi planlıyorlar.
Netice itibariyle statükocuların feryatlarına rağmen şu veya bu ölçüde birşeylerin değişeceği ve 12 Eylül Anayasası'nın ruhuna sinmiş otoriteryanizmin aynen sürdürülemeyeceği kesin. Sözkonusu değişikliklerin geniş kitlelerin lehine olacağı açık. Bu noktada statükoyu aynen sürdürme kampanyası yürüten ve bunun için ellerinden gelse darbe hukuksuzluğunu, ahlaksızlığını devreye sokmaktan bile kaçınmayacak çevrelerin çabalarının boşa çıkartılmasının da bir kazanım sayılması gerektiği tartışılmaz.
Köklü Bir Değişim Topyekün Mücadeleyi Gerektirir!
Bununla birlikte söz konusu yeni anayasa hazırlığını adeta sistemde çok temel yapısal bir değişim hazırlığı olarak algılamanın ve abartılı bir iyimserlik geliştirmenin ise ciddi bir yanılgı olacağı görülmeli. İki açıdan bu tarz bir beklenti gerçeği yansıtmıyor. Öncelikle TC sisteminin işleyişinde ortaya çıkan despotizmin ve dayatmacılığın yasa-mevzuat bağlamını çok çok aşan bir niteliğe sahip olduğu unutulmamalı. Nitekim bu ülke darbecilerin yürürlükteki anayasayı tümüyle ortadan kaldırdığı deneyimler yaşadı. Üstelik anayasanın rafa kalktığı bu dönemlerde Anayasa Mahkemesi'nin görev yapmayı sürdürmesi gibi, sıkıyönetim mahkemelerinde binlerce kişinin anayasal düzeni ilgaya teşebbüs suçundan yargılanması gibi gariplikler de mevcuttu. Kısacası hukuk devleti olma iddiasına rağmen düzenin hukuki temelinin bir hayli çürük olduğu akıldan çıkarılmamalı.
Öte yandan gündemdeki yeni anayasa taslağının köklü bir değişim içermekten uzak olduğu da görülmeli. Kemalist resmi ideoloji kılıcı yine olanca haşmetiyle anayasanın tepesinde duruyor. AK Parti hükümeti özgürlük, insan hakları kavramlarına çokça vurgu yapmasına karşın Kemalist dogmatizmi aşma yönünde ciddi bir çaba, hatta niyet içinde gözükmüyor.
Bu durumda yeni anayasa gündemine ilişkin olarak ölçülü bir iyimserlik içinde olunması makul olacaktır. Statükocuların zayıflatılmasına yönelik adımlar desteklenmeli ama düzenin şablonuna sıkıştırılmış bir özgürlük vaadinin hiçbir konuda köklü bir çözüm getirmeyeceği de bilinmelidir. En önemlisi ise İslami kimliğimizi ön planda tutan ve sisteme yönelik kapsamlı, köklü bir değişim perspektifi içeren taleplerimizin, beklentilerimizin ancak uzun soluklu ve ilkeli bir mücadele ile mümkün olabileceği asla akıldan çıkartılmamalıdır.