Şubat sayımızın gündem değerlendirmesinde halkın iradesi ve özgürlükler önünde ciddi bir Anayasa Mahkemesi (AYM) engeli bulunduğu hatırlatılarak, Meclis ve Hükümet’in öncelikle Anayasa Mahkemesi sorununa çözüm araması gerektiği vurgulanmıştı. Üniversitelerde başörtülü eğitim görebilmenin önünü açan anayasa değişikliklerine ilişkin olarak AYM’nin 5 Haziran tarihli verdiği iptal kararı bu tespitin doğruluğunu teyit etti. Bizatihi bir darbe kurumu olarak ihdas edilen ve temel işlevi sistem üzerinde bürokratik vesayeti kalıcı kılmak olan AYM, bu iptal kararıyla Türkiye’nin iddia edildiği gibi hukuk devleti değil, tipik otoriter-faşizan bir bürokratik diktatörlük olduğunu bir kez daha göstermiş oldu.
9 Şubat 2008 tarihinde Meclis’te 411 oy gibi büyük bir oyla kabul edilen ve sadece hükümetteki AK Parti’nin değil, MHP ve DTP’nin de desteklediği 10. ve 42. madde değişikliklerinin CHP ve DSP’nin talepleri doğrultusunda reddedilmesi özü itibariyle Meclis’in fiilen işlevsiz kılınması demektir. AYM’nin geçen yıl verdiği skandal nitelikli 367 kararının da içerdiği şekliyle bu karar “Çoğunluk diktatörlüğü olmasın!” demagojisini kendisine siper edinenlerin, tam tekmil bir azınlık diktası tesisine yöneldiklerinin yeni bir göstergesi olmuştur.
AYM Hukukun Değil, Otoriter-Faşizan Düzenin Bekçisidir!
İptal kararı AYM’nin ideolojik kurgusu ve bugüne kadarki pratiğiyle uyumluluk arz etmekte. Bu noktada geçen yıl verdiği 367 kararı ile AYM ne tür bir hukuk anlayışına sahip olduğunu ortaya koymuştu. Dolayısıyla, karara ilk tepki olarak Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın “malumun ilamı” yorumu son derece yerinde bir tespit. Büyükanıt bu ifadesiyle muhtemelen laiklik ilkesiyle çelişen kararların reddedilmesinin zaten beklenmesi gereken bir sonuç olduğunu kastediyordur. Bununla birlikte General’in sözünü biraz açacak olursak, “malum” kavramıyla, Kemalist resmi ideolojiyle çelişen ya da çeliştiği varsayılan hiçbir düşünce, eğilim, eylem ya da hak talebinin tasvip görmeyeceğinin altının çizilmeye çalışıldığını düşünebiliriz.
Gerçekten de Türkiye’de yargı mekanizması, İstiklal Mahkemeleri’nden başlayıp Yassıadalara, sıkıyönetim mahkemelerine DGM’lere uzanan çizgisiyle ve yüksek yargı organları adı altında halk iradesi üzerinde vesayet sistemi oluşturan kurumsal yapısıyla bugüne dek hep resmi ideolojinin muhafızlığını yaptı. Hukuktan otoriter-faşizan sistemin yargı zırhına büründürülmesini anlayan bu zihniyet ve onun pratiği bugüne dek yoğun ve sistematik biçimde hukuku kirletti, anlamsızlaştırdı. 28 Şubat süreci diye tesmiye olunan şu son on yıllık süreçte hukuk adına ne cinayetlere, ne büyük suçlara şahit olduk! Brifing utancı ile açılan perdenin ardından hukuk sahnesi akıl almaz kararlara, bildirilere, tutum ve irtibatlara ev sahipliği yaptı. Ve şimdi AYM’nin başörtüsü düzenlemesine dair son kararıyla birlikte hukuksuzluğun tavana vurdurulduğu bir durumla yüz yüzeyiz.
Bu karardan sonra AK Parti hakkında süren kapatma davasından ne çıkacağını tartışmanın da büyük ölçüde anlamsızlaştığı görülmek durumunda. İçinde başörtüsü ifadesi geçmeyen iki yasal düzenlemeyi, hatta sadece yeniden ifadelendirmeden ibaret değişiklikleri, Anayasa’nın “Değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez!” laiklik ilkesinin ihlali olarak değerlendiren bir zihniyet var karşımızda. Ve üstelik bu zihniyet, iptal kararını Anayasa’nın AYM’nin anayasa değişikliklerinin içeriğine ilişkin yetkisizliğini belirleyen 148. maddeye dayandırma işgüzarlığıyla davranmakta. Bu şekilde tartışma, sorgulama, eleştiri zemini tümden tahrip edilmek isteniyor adeta. En olmayacak tutum öne çıkartılarak karşı çıkışların, itirazların beyhudeliğinin altı çizilmek isteniyor. Böylesi bir vasatta AK Parti hakkında verilecek hükmü tartışmanın anlamı var mı?
AYM AK Parti’den Önce Meclis’i Kapatmıştır!
AYM’nin çizgisi düşünüldüğünde dava neticesinde AK Parti’nin kapatılıp, Başbakan Erdoğan’ın siyasi yasaklı konumuna düşürüleceğini öngörmek gerekir. Hatta Cumhurbaşkanı Gül hakkında da siyasi yasak kararı alınıp, meşruiyet tartışmasına zemin oluşturulacağı görülmeli. “Bu kadarı da olmaz!” diyenler maalesef olguya değil, temennilerine yaslanarak değerlendirme yapmaktalar. Başörtüsü düzenlemesiyle ilgili verilen kararda hukukun nasıl çiğnendiğini gördük. Kapatma davasının seyri de hakeza: İddianamenin kabulünden, Abdullah Gül’ün davaya dahil edilmesine kadar yapılan işlemler davaya hakim ruh halini ortaya koymakta. Hatta tek başına AYM Başkan Vekili Osman Paksüt’ün adının karıştığı gelişmeler dahi sonucun ne olacağının açık işaretleri olarak algılanabilir. Bu mahkemenin, bu vasatta başka bir karar vermesini beklemenin nesnel temeli oldukça zayıf görünüyor. Bilhassa bu durum yaşanan örtülü darbe süreci göz önünde bulundurulduğunda daha da netlik kazanmakta.
Peki, bu vasatta AK Parti’nin kapatılmasının egemenlerin işine gelmeyeceğine, ne içeride ortaya çıkabilecek kaos halinin, ne de dışarıdan gelebilecek tepkilerin göze alınamayacağına dair yaklaşımlar nasıl değerlendirilmeli?
AK Parti’nin kapatılması kararının egemenlerce çok kolay alınabilecek bir karar olmadığı, ağır birtakım sonuçlara yol açması ihtimalinin bulunduğu söylenebilir elbette. Düzen nezdinde hukuk, insan hakları, demokrasi gibi ilkeler pek bir anlam taşımamakla birlikte siyasi istikrarsızlık ve beraberinde getirebileceği kapsamlı kriz durumunun fatura olarak kendilerine dönme ihtimali egemenleri mutlaka düşündürüyordur. Mamafih yine de yaşadığımız sürecin ideolojik kaygıların siyasi hesapların önüne geçtiği bir süreç olduğu bir gerçek. Ve buradan hareket ettiğimizde kapatma kararının çoktan verilmiş olduğunu varsaymak akla çok daha yatkın görünmekte.
Kaldı ki, bu saatten sonra kapatma kararı verilmese ne değişecek? AYM’nin son iptal kararı ile birlikte Meclis’in ve siyasetin bir hükmü kaldı mı ki, AK Parti’nin varlığını sürdürmesinin bir anlamı olsun? Zaten bir yandan resmi ideoloji dayatması, öte yandan darbe tehditleri ile daraltılmış bir alana hapsedilmiş bulunan siyasi partilerin ve daha genelde de siyaset mekanizmasının bu kararla birlikte tam bir hacir altına alındığı açık değil mi? Eli kolu bağlanmış, toplumsal taleplere kırıntı düzeyinde bile karşılık verebilme imkanı elinden alınmış bir partinin varlığının devamının ne önemi olacak? Sonuçta kapatılmama lütfunun karşılığı hizaya sokulmak ise açık kalmanın kapatılmaktan daha olumlu olduğunu kim söyleyebilir?
Yaşanılan sürecin örtülü bir darbe olduğu gerçeği görmezden gelinemez. Yargının arka arkaya gelişen atakları, medyanın psikolojik harekât çerçevesine oturan yayınları, sivil toplum adı altında örgütlenmiş kuruluşların manipülatif tutumları hep aynı noktaya vurmakta ve Kemalist resmi ideoloji muhafızı bürokratik iktidarın egemenliğini tahkime yönelmektedir. Daha çarpıcı bir durum da şudur ki, tekil olarak ele alındığında her biri rejimin korunmasına yönelik sıradan ve birbirinden bağımsız tepkiler, Kemalist elitin doğal refleksleri gibi algılanmaya müsait gelişmeler aslında merkezi bir planlamanın neticesi olarak şekillendirilmektedir. Son günlerde Genelkurmay’dan sızan bilgi ve belgeler, yaşanan gelişmelerin ardında büyük ölçüde “karargâh” merkezli planlar ve yönlendirmelerin bulunduğunu ortaya koymaktadır.
27 Nisan fiyaskosundan ders çıkarmış görünen ordu bu süreçte geri çekilmiş bir görünüm vermekte ve muharebeyi farklı araçlarla yürütmektedir. AYM Başkan Vekili Osman Paksüt’ün Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ’u ziyareti, BÇG örgütlenmesini hatırlatan Cumhuriyet Çalışma Grubu’nun teşkili, Genelkurmay’ın Bilgi Destek Eylem Planı adlı belge dahilinde ülkeyi ve toplumu hizaya sokma girişimleri hep aynı noktayı belirginleştirmekte ve askerin rejim bekçiliği misyonunu perde gerisinden de olsa istikrarlı bir tarzda yürütmeyi sürdürdüğünü ortaya koymaktadır.
Örtülü Darbe Süreci Korku ve Yasaklarla Tahkim Edilmek İsteniyor!
Gelişmeler Kemalist düzen muhafızlarının artan beka kaygılarına paralel biçimde giderek daha hırçın ve kuralsız bir tutuma yöneldiklerini ortaya koymaktadır. Adeta kutsal bir inek misyonu yükledikleri Atatürk devrimleri ve laiklik anlayışlarını sorgulatmama adına inanılmaz bir bağnazlık geliştirmekte ve toplumun hem akıl, hem ruh sağlığını tümden tahrip etme sonucunu doğuracak tavırlar sergilemektedirler.
Asker-sivil bürokratik zihniyetin toplumu kuşatmaya yönelik kapsamlı faaliyetlerinin ürkütücülüğüne rağmen, temelde Kemalist resmi ideoloji muhafızlığına soyunmuş çevrelerin çözümsüzlüğü nettir. Kurumsal temelde sahip oldukları güç ve ayrıcalıklarını bir silah gibi halka yöneltmelerine karşın egemenler topluma anlamlı bir kimlik, motive edici bir hedef sunmaktan giderek daha fazla uzaklaşmaktadırlar. Bu da tahammülsüzlüğü beslemekte, saldırganlığı teşvik etmektedir.
Bu tutum her adımda despotik iktidar mekanizmasını biraz daha tahkim etme, tartışma ve sorgulama dışına çıkartarak adeta kutsallaştırma peşindedir. Dolayısıyla çok basit bir akıl yürütmeyle, AYM’nin tepeden tırnağa keyfilik ve bağnazlık kokan kararını tartışmak, “yüksek yargıya saygısızlık”; Genelkurmay’ın tüm ülkeyi zapturapt altına almaya yönelik planlarının deşifre edilmesi “TSK’nın yıpratılması”; tarihi ve sosyolojik gerçeklerin tartışılması “Atatürk Cumhuriyeti’nden rövanş almaya kalkışılması” gibi kalıp yaklaşımlarla mahkûm edilmek istenmektedir.
Kemalist rejim muhafızları ortalığa korku salarak toplumu sindirmeye çalışmaktadırlar. Keyfiliği zirveye çıkartan kararlar alıp, üstelik de bunları dokunulmazlık zırhına sararak her türlü tartışmayı, eleştiriyi, sorgulamayı engellemeye gayret etmektedirler. Sindirme, susturma çabalarının hedefi acziyeti yaygınlaştırmak, teslimiyete zemin hazırlamaktır.
Kilitlenme Ancak Açık ve Yoğun Bir Mücadele İle Aşılabilir!
AK Parti hakkında süren kapatma davası teslim alma çabalarının odağında bulunmaktadır. “Kapatılmayı hak edecek ne yaptık ki?!” söylemi, daha baştan kurbanın celladına boynunu uzatma acziyetini andırmaktadır. Kapatılma kararını engelleme adına AK Parti’nin AYM’yi ve devletlû zevatı “zararsız çocuk” olduğuna iknaya yönelik çabaları daha önce de örnekleri görüldüğü üzere sonuçsuz kalmaya mahkûm çabalardır. Düzen bu tarz durumlarda muhataplarına sünger muamelesi yapmakta, “daha çıkacak su varmış” mantığıyla sıktıkça sıkmaktadır.
Oysa yapılması gereken tam tersi olmalıdır. AK Parti ne yaparsa yapsın, Ahmet Necdet Sezer zihniyetini, Osman Paksüt ve takım arkadaşlarını ikna edemez! Ancak elindeki araçları kullanarak, imkanları ölçüsünde mücadele edebilir. AK Parti’nin YAŞ kararlarının onaylanmasından rektör atamalarına, gerekirse seçim kozunu devreye sokmaya kadar ataklar geliştirmesi mümkündür. Bu noktada yeni anayasa tartışmalarının yeniden gündemleşmesi ve ilk elde AYM’nin yapısına dair bir anayasa değişikliğine gidilmesi anlamlı olacaktır. Elbette AYM bu değişiklikleri de engellemeye kalkacaktır ama bu kez doğrudan kendisini korumaya yönelik bir tutum içinde görüneceğinden çok daha keyfi ve çirkin bir konuma düşecektir. Kaldı ki başörtüsü düzenlemesiyle ilgili AYM’nin verdiği son karar artık kartların açık oynanmasının gerekliliğini belirginleştirmiş ve bürokratik oligarşinin geriletilebilmesinin mutlaka kapsamlı bir mücadele ile mümkün olabileceğini netleştirmiş olmalıdır!
Netice itibariyle, AK Parti hükümetinin halktan aldığı yetkiye ihanet etmediğini ispatlaması, toplumun da iradesine sahip çıkması ancak ülkeyi yeniden bir 28 Şubat tüneline sokmaya kalkan egemenlerin korkutma ve sindirme çabalarına karşı tavır almakla mümkün olabilir. Neredeyse bir asır önce türlü baskı ve kandırmacalarla halkı mahkûm ettikleri kalıpları “Değiştirilmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez!” mantıksızlığıyla kalıcılaştırmaya kalkan zorba bir zihniyetle karşı karşıyayız. Bu dogmatizmle açık, kapsamlı ve etkili bir tarzda yüzleşmekten kaçınanlar makamlarını, imkanlarını belli bir oranda koruyabilirler belki ama asla onurlu insanlar olarak kalamazlar!
İslami duyarlılık sahibi kesimler başta olmak üzere, insan hak ve onurundan yana herkes sorumluluğu ona buna havale eden yaklaşımlardan, “Hele bir bekleyelim, bakalım ne olacak?” pasifizminden, “Yapacak bir şey yok, zaten daha fazlasına da izin vermezler!” zilletinden sıyrılıp zorbalığa tavır almak durumundadır. Birileri düzen güçleriyle karşılıklı pazarlıkları neticesinde elde ettikleri imkanları, makamları terk etmemek için zilleti içselleştirebilir; sinikliği, edilgenliği benimseyebilir. İsteyen halkın iradesine sahip çıkma görevi yerine, düzenin kimliksiz, kişiliksiz partilerinden biri olma dayatmasına tam manasıyla boyun eğebilir. Bizlerse her durumda imanımızın berraklaştırdığı mücadele azmi ve direniş sorumluluğu ile davranmak durumundayız. Mücadelemizin ve taleplerimizin düzenin yasalarına, kurumlarına, çizdiği verili çerçeveye sıkıştırılamayacağını her zamankinden çok daha güçlü bir tarzda ortaya koymalıyız.