PKK bir yandan Suruç hadisesi üzerine bina ettiği şiddeti sürdürürken diğer bir yandan da bunu meşrulaştırmaya mebni söylemler geliştiriyor. “Çatışmasızlık” bağlamında çözüm sürecinin donmaya yüz tutmasını AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a faturaetme kolaycılığına bürünen örgüt, yine son zamanlarda baskı ve şiddet temelinde start verdiği “özyönetim” projesini de bu zemine oturtuyor. Başka bir deyişle örgüt çözüm sürecinin donma halini ve “özyönetim” ilanlarını devletin durup dururken yani her şey güllük gülistanlık iken Erdoğan’ın başkanlık hırsı sonucunda geri dönülen savaş konseptine bağlama eğiliminde. Tabi bu yönde açıklamaların büyüsüne kapılanların Suruç hadisesi sonrası örgütün hiçbir ölçü ve hedef gözetmeksizin başlattığı şiddetle ve müteakiben çözüm sürecini anlamsızlaştıran eylem ve beyanlarıyla mevcut sonucun ortaya çıkmasının başat müsebbibi olduğunu görmeleri zorlaşmakta. Sürecin bu noktaya gelmesinde rol oynayan baş aktörün bizatihi örgütün kendisi olduğunu bilenlerin önemli bir kısmı ise susmayı yeğlemekte.
Suskunluğu yeğleyenlerin PKK şiddetine maruz kalma gibi korku ve maslahat kaygıları anlaşılabilir. Ancak bir de gerçeği bildiği halde söylemeyen, değilse susmakla kalmayıp düpedüz çarpıtanlar var. Bunlar son süreçten bir şekilde nemalananlardır. Kandan yıkımdan medet umanlar, kaosun bizatihi tetikçisidir bunlar! Liberalinden solcusuna, Kemalistinden Baasçısına, İrancısından Amerikancısına kadar AK Parti üzerinden İslamcılara, Suriye direnişine ve bilumum Ortadoğu İntifadasına karşı alerjisi olan yerel, bölgesel ve küresel güçler ve kesimler adeta son bir umut kapısı olarak PKK’ye sığınmış vaziyetteler! Bu tespitten ne komplo teorisyenliği ne de AKP işbirlikçiliği çıkarılmasın. Yok, çıkarmak isteyen de varsa buyursun çıkarsın! Vakıa bu. Türkiye ve Suriye’de son zamanlarda PKK adlı kirli, çelişkili ve işine geldiğinde herkesin kucağına rahatlıkla oturmaktan çekinmeyen bir örgütü şirinleştiren temel saik budur. Hakeza yine Irak’ta bu örgütün palazlandırılması ve Barzani’nin feda edilmesi yönündeki çabaların da daha düne kadar PKK ile savaş halinde olan İran’ın bugün örgütle kol kola Kandil’e bayrak dikmesinin de temel açıklaması yine bu olmaktadır.
Paralel Yapısından DHKP/C’sine ve yukarıda adı zikredilen bilumum aktöre değin normal şartlarda bir araya gelmesi asla düşünülmeyecek olanların her birinin PKK’den çıkarı var. Burada moral bozucu olan asıl nokta ise hiçbir çıkarı olmadığı halde kimi İslami kaygı ve duyarlılık sahiplerinin de bu koroya katılması ve sistem-dışılık adı altında veya düzenle yan yana görünmeme refleksiyle adaletten fire vermesi, söylem ve tutumlarıyla neredeyse PKK’nin yedeğine düşmüş olmasıdır. Çözüm sürecinin tıkır tıkır işlediği (!) bir vasatta PKK’nin şiddetini ve devletin (mevcut siyasi istikrarsızlık içerisinde ortada yekpare bir devlet kalmışsa tabi) gösterdiği refleksi bir türlü anlamlandıramayan veya da anlamlandırmak istemeyenler de cabası…
Bu kategoriye dâhil olacak türden söylem ve tutumlar içerisinde olanlar hiç de az değil. Oysa PKK şiddetinde mantık aramaya -hele de bugün ve bu zamanda- hiç gerek yok. Çünkü makul mantık ölçüleri çerçevesinde ne kadar mantıksızca davrandığının kendi içerisinde de karşılığı bulunmakta. Mesela Kandil ile HDP arasında yer yer öne çıkan farklı okuma ve açıklamalar bunun bariz bir göstergesidir. Örgütün nasıl olur da adına hareket ettiğini iddia ettiği Kürt halkının menfaatine olmadığı açıkça ortada olan ve ek olarak HDP’nin temsil ettiği ana kitlenin beklentilerine ters düşen beyan ve icraatlarını bir türlü anlamlandıramamak bu kadar zor olmasa gerek. PKK’nin son zamanlarda yeniden konuşlandırdığı şiddetin de, özyönetim ilanlarının da, Türkiye halklarının reel olarak kardeşlik ve barış ikliminin oluşturulması için önemli bir imkân olan çözüm sürecini çöpe atmasının da kendinden menkul bir mantığı, izahı ve amacı var. Mesele görüneni mi yoksa görmek istediğimizi mi kavramak meselesi…
Tek Derdi Bizatihi Kendisi Olan Bir Örgüt
PKK tek derdi bizatihi kendisi olan bir örgüt özelliği sunmaktadır. Onun literatüründeki “halkımız” kavramı tıpkı diğer tüm milliyetçi akımlarda olduğunun aynısı şekilde “kendi örgütü” ve bu örgüte biat etmiş “bağlılar ordusu” anlamına geliyor. Yoksa “halkımız” veya “ulusumuz” ifadesi mesela asla Kürt halkının kahir ekseriyetini oluşturan dindar insanlar ve kesimler değil. Aksine örgütün toplum değerlendirmesinde Kürt halkı cahil görülmekte ve Önder Apo’nun aydınlık saçan çözümlemeleri doğrultusunda yeniden inşa edilip tekrardan yaratılmak istenmektedir. Hakeza örgüt bölge insanına kurtarıcı rolünü hatırlatmakta ve mihnet altına almaktadır. Gariban ailelerin çocuklarını da mallarını da bu yüzden kendisine ait bilmekte ve gözüne kestiği her aileden savaşçı, aynı şekilde “vergi” istemektedir.
Kaldı ki bu yeni bir durum da değil. Aksine öteden beri süren bu olgu KCK yapılanması tarafından sosyal, siyasal, kültürel, hukuki bir örgütlenme modeli olarak sistematize edilmiş ve kurumsallaştırılmıştır. Yeni olan tek şey örgütün bu vesayeti çözüm sürecinin ve Ortadoğu’daki son 5 yıllık konjonktürün sağladığı fırsatları değerlendirerek uygulamaya sokması ve şimdilerde de önce Suriye Kürdistanında, sonra da Türkiye Kürdistanında “özyönetim” adı altında dayatmaya girişmesidir. Örgütün dün görece daha açık olan çıkarı çözüm sürecinin sürdürülmesi idi. Uzun vadede çözüm sürecine yüklenen değer de aslında bu statünün resmileşmesiydi. Ama bölgesel konjonktürün sağladığı fırsatlarla bunu Suriye’de gerçekleştirme imkânı buldu. Ve aynı konjonktürün elverişli olduğunu gördüğü için de Türkiye’deki projesine açıktan hayatiyet kazandırmayı sadece erkene çektiği söylenebilir. Evet, arkasındaki yerel, bölgesel ve küresel destek ona muazzam bir özgüven kazandırdı ama devletten bu kadar sert bir muamele göreceğini beklemiyordu. Şimdi tam da bu nedenle sendelemiş vaziyette ve yeni bir oyalama taktiği olarak yeniden “ateşkes” çağrılarına sarılmaktadır. Ama sonuç olarak resmi veya gayri resmi ne şekilde olduğu farketmez; örgüt, hegemonyasını şehirlerde oluşturmuş vaziyette. Bunu resmileştirme girişimi bu kez tutmamış olabilir ama arkasındaki güçlerin beklentilerini fazlasıyla karşılamış durumda. Bu deneme ise şimdi istenen yönde sonuç vermese bile mutlaka muhasebe edilecek ve şartlar olgunlaştığında daha etkili şekilde yeniden denenmesi planlanacaktır.
Tüm bu yapıp etmelerden örgütün amacının ne olduğu ille de sorgulanacaksa şunların gözönünde bulundurulmasında fayda olacaktır:
Öncelikle belirtmek gerekmekte ki, örgütün hiçbir zaman öyle iddia ettiği gibi Kürt halkının menfaatini düşündüğü olmadı. Şayet böyle olsaydı liderliğinin Suriye’de olduğu yıllarda Kürtlere vatandaş muamelesini bile fazla gören baba Esed’le kol kola girmez, Suriye Kürtlerinin haklı mücadelesini yok sayarak onları Türkiye’ye karşı giriştiği savaşa seferber etmezdi. İkinci olarak örgütün şayet böyle bir hedefi olsaydı başından bu yana Irak Kürdistanının meşru aktörlerini adamdan saymama tekebbür ve işgüzarlığına girişmezdi. Eğer amacı bu olsaydı daha yeni yeni filizlendiği yıllarda ilk icraat olarak sahayı yıllarca bedel ödemiş dindaşı Marksist Kürt milliyetçi unsurlardan arındırmayı öncelemezdi. Şayet amacı bu olsaydı kurulduğu yıllardan bugüne Kürdistan’ın meşru İslamcı aktörlerini gerici addetmez ve yok etmeye girişmezdi.
Örgütün amacının Kürt halkının genelinin maslahatı olmadığına dair buna benzer daha bir sürü gerekçe sıralanabilir. PKK’nin amacı ne mi? Unutmayalım ki her bakımdan Stalinist bir örgütten bahsediyoruz. Dolayısıyla her Stalinist örgüt gibi PKK de “Örgüt varsa halk vardır!” anlayışına sahip. Aynen İttihatçı ve Kemalist kadrolar gibi o da ülkeyi ve kaynaklarını babasının çiftliği olarak görmekte ve toplumu yukarıdan aşağıya doğru baskı ve şiddet temelinde kendi ideolojik perspektifi uyarınca yeniden inşa etmek istemektedir. Bu bağlamda aslında PKK’nin IŞİD’den hiç farkı yok! PKK de tıpkı benzeri tüm yapılar gibi sahada kendisine rağmen aktif rakiplerin varlığına tahammül etmiyor; elinde olsa tümünü bir kaşık suda boğmak istiyor. Nitekim imkân buldukça bunu yapıyor da. Yani tek derdi veya çıkarı bizatihi kendisi olan bir örgüt gerçekliğidir söz konusu olan. Dolayısıyla bu örgüt kendi çıkarları ile uyuşması koşuluyla her yolu mubah görmekte ve icabında temsil iddiasında bulunduğu halkı veya kitleyi de felakete sürüklemeyi meşru addetmektedir. Keza Kürt halkının hâlihazırda maslahatının ne olduğu, ne tür tercihlerde bulunabileceği ve nasıl bir gelecek tasavvuru taşıması gerektiğine ancak o karar verebilir. Tıpkı diğer tüm despotik yapı ve rejimler gibi PKK de toplumun kaderi üzerinde son sözü söylemeye tek yetkili merci olarak kendisini görmektedir. Ve bunu her fırsatta da ortaya koymaktadır.
Bölgeyi Rojavalaştırma Provası mı?
PKK’nin Suruç hadisesi sonrasında start verdiği ve yaklaşık 2 aydır ülkeyi baştan aşağıya bir alev topuna dönüştüren vandallığın sebebi de Kürt halkının maslahat ve çıkarı değildir. Örgütün bu ölçüsüz şiddeti estirmekle neyi/neleri amaçladığı ve bunun daha ne kadar süreceği soruları kamuoyunun zihnini meşgul ediyor. Bu noktada birkaç hususun altını çizmekte fayda var:
-Kuzey kantonlarını inşa için prova yapılıyor:
Aslında Türkiye Kürdistanında Rojava’ya benzer kantonel bir yapı oluşturma, PKK’nin uzun bir zamandır yatırım yaptığı temel hedefidir. Çözüm süreci adeta bunun mümbit zeminini oluşturmanın bir aracı olarak kullanıldı. Çatışmasızlık sürecine yapılan yoğun vurgu biraz da bu nedenleydi. Seçim arifesinde örgüt, tabanının önüne barajı geçememenin alternatifi olarak “demokratik serhildan” hedefini koymuştu ki; bu, aslında tam da artık kronikleşen o yol kesme, halka kimlik sorma, araç yakma, adam kaçırma, haraç kesme vb. hadiselerde de gördüğümüz gibi bölgeyi Rojavalaştırma amacıydı. Hatta seçim arifesinde tabanın bir kısmı arasında bölgeyi Rojavalaştırma veya “özyönetim” amacını mebni heyecan açık açık beyanlara yansıyor; barajı geçmemenin hiç sorun olmayacağı ve hatta bunun daha iyi olabileceği bile dillendiriliyordu. Bazı kişi-kesimlerde ve bölgede HDP’ye oy vermek durumunda kalan insanların önemli bir kısmında örgütün barajı aşmasının bu iştahı önleyeceği zannediliyordu ama ortaya çıkan sonuç kerhen partiye oy verenlerde değil, bile isteye verenlerin bir kısmında bile hayal kırıklığı yarattı. Çünkü örgüt bu iştahtan vazgeçmek şöyle dursun bir süredir Rojava üzerinden hizaya sokmaya çalıştığı toplumu barajı geçtikten sonra gücün büyüsüne kapılarak düpedüz daha fazla baskı altında tutmanın hesabını yapmaya başladı. Suruç bahanesiyle sürdürüle gelen baskı, dayatmalar ve şiddetin temel hedefi daha önce 6-8 Ekim’de tecrübe edilen “Toplum üzerindeki baskıyı ne kadar artırsan onu o kadar hizaya sokabilir veya hizada tutabilirsin.” yaklaşımıdır.
-Toplumun baskı aracıyla hizaya getirileceği düşünülüyor:
PKK’nin Kemalizm’den öğrendiği taktiklerden biri karşıtlarına veya siyasi rakiplerine karşı tasfiyecilik ise bir diğeri de toplumu baskı aracıyla hizaya getirmektir. 6-8 Ekim Kobani vandalizmi üzerinden kamunun can ve mal güvenliği üzerinde estirilen terör PKK’ye toplumun korku ve baskı aracılığıyla hizaya getirilebileceğini öğretti. Seçim sürecinde bunu iyice tecrübe eden örgüt, beklentilerin ötesinde gücünü artırdıkça bu yola daha fazla sarılacağını gösterdi. Şimdi muhtemelen seçim sürecinde hizaya getirilen toplum yine aynı araçla yani baskı ve şiddet yoluyla hizada tutulmaya çalışılıyor. Kobani demagojisi tabanı moral-motive etme, seferberlik halinde tutmanın; toplumu milliyetçilik yönünde icabında baskı yoluyla ve zorla hizaya çekmenin ve yeni bir ulus-inşası projesinin temel enstrümanı işlevini görüyor. Bölge insanı Rojava halkı adı altında PKK/YPG ile dayanışması için sürekli baskı altında tutuluyor ve dövülüyor. Burada örgütün gerek fiziksel gerekse de söylemsel baskı hegemonyasına teslim olmayanlar adeta vatan haini addedilerek hedef gösteriliyor. Bölgede İslami yapılara ve PKK karşıtı tüm unsurlara istikbalde reva görülmesi muhtemel erken bir Bangladeş sendromuna giriliyor.
Yetiş Ya Apo!
“Özyönetim” ilanlarının yapıldığı ve bu çerçevede oluşan direncin bölgeyi adeta bir ateş topuna çevirdiği vasatta buzdolabında donmaya yüz tutmuş çözüm sürecine veya normalleşmeye yeniden dönüp dönülemeyeceği ortada duran bir soru. Bu bağlamda Abdullah Öcalan’ın yeniden sahneye çıkacağı ve 1 Eylül Dünya Barış Günü vesilesiyle Kandil’i azarlayıp yeniden normalleşme sağlayacağı söyleniyor.
İlk etapta insanı heyecanlandırsa da bunun daha çok iyimserliği yansıtan bir temenni olduğu gözönünde bulundurulmalı. Kaldı ki kendisinden medet umulan Abdullah Öcalan çok da ilkeli ve tutarlı bir tip değil. Tersine rüzgârın esiş yönüne veya değişen şartlara göre kendisini yeniden konumlandıran, yanı sıra söylem ve stratejiler planında çok hızlı değişebilen pragmatist bir lider örneği. Dolayısıyla kendisinin mutlak liderlik konumunu sorgulamaması koşuluyla son süreçte yeniden çatışma dönemine yelken açan ve hatta “demokrasi güçleri”ni “Gezi ruhu”nu diriltmeye çağıran örgüte dur deyip demeyeceği belirsiz. Mevcut Ortadoğu ve değişmekte olan Türkiye’nin siyasal konjonktüründe üstelik de gelişmeler örgütün lehine seyrediyorken Öcalan kendisinden medet umanları hayal kırıklığına uğratabilir!
Özetle son süreçte yaşananlar ve “özyönetim” ilanı adı altında örgütün zaten öteden beri bölgede bir şekilde inşa etmiş olduğu “Paralel Devlet”in yeni bir tedhiş furyası ile dayatılmasını getiren tablo PKK’nin çözüm sürecindeki samimiyetsizliğini görmek isteyenler için ayan beyan ortaya koymuştur. Dolayısıyla mevcut durumu doğru okumak ve adil bir tavır geliştirmek için her şeyden önce kavramları doğru kullanmak bir kez daha önemini dayatmıştır.
Bu bağlamda sorgulanması gereken kavramların başında belki de sıkça karşımıza çıkan ve popüler aktüel değeri olan “Paralel Devlet Yapılanması” ve “90’lı yıllar” terkipleri başı çekmektedir. Çözüm sürecinde gelinen nokta şunu bir kez daha göstermiştir ki; bugün FG yapılanmasına ilişkin kullanılan “Paralel Devlet Yapılanması” kavramı hâlihazırda PKK/KCK ve bölgede inşa ettiği vesayette daha fazla ifadesini bulmaktadır. Tam da burada “90’lı yıllara dönüş” duygusallığından arınıp şunu görmek gerekiyor: Devletin karanlık yüzüne atfen bir zamanlar kullanılan “90’lı yıllar”ın reel olarak en azından son 10 yıllık değişen Türkiye’de baskın yeri yok. Ama aynı şey PKK için de söylenebilir mi? Hayır! Mevcut durum PKK’nin “90’lı yıllar”daki bozuk sicilinin tezahürü olup değişim yönündeki tüm söylem ve iddiaların taktikten ibaret olduğunun kanıtıdır. Özetle PKK düzleminden bakıldığında “90’lı yıllar”daki alışkanlıkların terki yok ki “90’lı yıllara dönüş” kaygısının tutarlılığı olsun. Örgütün kendisi hâlâ 90’lı yılların karanlık ruhuyla yaşıyor ve dolayısıyla bunun terki yönünde hiçbir samimi emare göstermiyor!