Kaybolanın Anlaşılması ve Aranması

Ahmet Ertürk

1960'lı yıllarda da devam eden Türkiye müslümanlarının genel eğilimi, sosyal ve siyasal (hatta sadece siyasal) olarak içine düştükleri konumu gündemlerinin tek maddesi haline getirmek olmuştur. Aslında bu konumun doğru tanımlanması halinde, bu kısıtlama aşılabilir ve sosyal/siyasal boyutun üstüne çıkılabilirdi. Ama bu tanımlamayı da doğru yaptırtmayan asıl zihinsel problemi, oluşturulan gündemin belirlenmesi ve tartışılmasına da damgasını vurmuştur.

Mehmet Akif'ten ve etrafındaki ya da izleyen bir kaç kişiden sonra 30-40 yıllık süre zarfında geniş İslam coğrafyasında olup bitenlere aynı kapsayıcılıkta ve Müslümanların kendi problemi nedir sorusu bağlamında tutarlı bir teşhis koymaya çalışan müslüman düşünür sayısı -bilebildiğimiz kadarıyla- yok denecek ölçüde azdır. Bu kadar kesin ve belki bazılarınca insafsız görülebilecek olan yargıya, yukarıda altını çizdiğimiz iki kelimeden yola çıkarak varıyoruz. Birinci vurgu, müslümanın kendine dönmesini, kendi içinde kendisiyle hesaplaşmasını anlatmaktadır. Bu yöneliş ve hesaplaşma, hem bireysel hem de toplumsal boyutludur. Başka bir deyişle, hem zihinsel, hem eylemsel bir anlam taşır, ikinci vurgu ise, bu iç hesaplaşmanın tutarlı (ve bütünsel) bir düşünce disiplini göstermesidir. Yani eklektik bir mantıktan uzak olunması; düşünceyi besleyen temel kaynağın arınmış bir zihin ile kavranmaya çalışılmasıdır. Daha doğrusu, önce, böyle bir temel kaynağa başvuru gerekliliğinin kavranmasıdır. Bu iki vurgu ışığında yapılacak bir değerlendirme, müslüman insanın ve toplumun tarihin bu döneminde içine düştüğü konumun tamamen dış dünya ile süregelen çatışmanın dinamikleri ile (geri kalma - ileri gitme mantığı) açıklanmasını veya iç kurumsal-toplumsal örgütlenişteki aksamaları da buna ekleyen yaklaşımları dışlamak durumundadır.

Şimdi bu söylediklerimizi daha somuta indirgediğimizde İslamcılık cereyanı olarak adlandırılan, Osmanlı'nın çöküş yıllarındaki düşünce çizgisinin ana tezleri ile karşılaşırız. Osmanlı'nın Batı dünyası karşısındaki yenilgisi ve imparatorluğun çöküşü etrafında geliş(tiril)en söylem, içinde doğru tesbitleri ve teklifleri barındırmış olsa bile, bir yenilenmenin (tecdid) fikri alt yapısını oluşturacak nitelikte bütünsel, tutarlı bir eleştiri/özeleştiri ve üretim boyutuna yükselebilmiş değildi. Bu eksikliği mazur gösterecek şartların varlığı elbette ki inkar edilemez. Trajik bir çöküşün psikolojik ağırlığını derinden hisseden Osmanlı aydınının bu çöküşe bir müsebbib arama ve çöküşe mani olma ihtiyacı ile geliştirdiği değerlendirme tarzı, doğal olarak, Batı'nın baskı ve düşmanlığını ve Osmanlı'nın iç siyasi/sosyal örgütlemesindeki dinamiklerin bozulmasını, bazen birine, bazen ötekine ağırlık vererek vurgulamaktaydı. Bu mantık, bilim ve teknolojide geri kalma, sanayileşememe, eğitim ve askeri örgütlenişte Batı ile yarışamama gibi tezlerden oluşan bir söylemi doğurmuştur.

İlk defa Akif ile bu çizginin sınırları dışına çıkılarak İslam toplumunun kendi düşünce kapılarının kapanmış olması, düşüncenin tarihsel kalıplara ve şemalara mahkum edilmesi gibi müslüman toplum ve birey için daha hayati sorunlara dokunulmaya başlandı. Ama çok kısa süren ve dar bir çevre ile sınırlı kalan bu düşünce ekolü, Cumhuriyet'in karanlık yıllarında iyice kaybolarak yerini milliyetçi, mukaddesatçı, gelenekçi bir söyleme terketti.

Ancak 60'lı yılların ikinci yarısından itibaren Müslümanlardaki bu fikri tıkanmanın ve bunun sonucunda doğan siyasi/sosyal tavırsızlığın (resmi tavır ile eklemlenmenin) aşılmaya başlanmasının işaretlerini görmeye başladık. Bu işaretler, ilkin, Türkiye'deki Müslümanların sistemin sosyo-politik yapısı ile belli ölçülerde gerçekleştirdikleri entegrasyonu sarsıcı ve kendi başına, kendisi için bir kimlik oluşturmanın gerekliliğini ortaya koyucu şekilde gelişti. Bu gelişmede Türkiye dışındaki Müslüman düşünürlerin eserlerinden yapılan çevirilerin önemli bir rolü oldu. Seyyid Kutup, Mevdudi, Abdulkadir Udeh, Hasan el-Benna, Malik Binnebi, Muhammed Kutup, Nedvi, Muhammed Hamidullah, Fazlurrahman Ensari gibi isimlerden yapılan çevirilerdeki düşünce sistematiği, konuyu ele alış yöntemi ve sergiledikleri siyasi/sosyal duyarlık, müslümanları ilk defa geleneksel muhafazakar söylemin dışındaki düşünce dünyası ile karşı karşıya getirdi. 1960 kuşağı, bu çevirilerde Kur'an'ın ve Peygamberin Kur'an'ı yaşama tarzının temel referanslar olarak kabulünü ve bu kabulün bir müslüman içinde yaşadığı dünya ile olan ilişkisini nasıl belirlediğini görmüş oldu ve bu sayede Kur'an ve Sünnet ile sonraları daha da derinleşecek bir bağ kurmaya başlandı.

Bu gelişmeyi elbette sadece yukarıda sözünü ettiğimiz çeviri eserlere bağlamak yanlış olur. Öncelikle bu eserleri ilk defa Türkçe'de yayınlamaya başlayan Hilal Yayınları'nın ve Hilal Dergisi'nin o yıllardaki yöneticileri İsmail Kazdal ve Nihat Armağan'ın, İslam Enstitüleri ve ilahiyat Fakültesi'nde o yıllarda akademik kariyerlerinin henüz başlarında bulunan kuşağın, Doğu'daki medreselerde klasik İslami eğitimden geçmiş ve Arapça'ya belli ölçüde hakimiyet sağladığı için Kur'an'a ve Kur'an etrafındaki İslami ilimlere ulaşabilme imkanlarını elde etmiş hocaların (ki bunların başında Said Ertürk Hoca geliyordu), Malatya'daki fikri oluşumların ardındaki isim olan M. Said Çekmegil'in katkılarını da teslim etmek durumundayız. Sezai Karakoç ve Diriliş Dergisi de,1960 kuşağını modern dünyanın dili ve zihniyeti ile karşı karşıya getirdi ve müslümanın böyle bir zihniyet karşısında donanması gereken vasıfları işaret etti. Taha'nın Kitabı ve Hızırla Kırk Saatte şiirin zengin dil imkanları aracılığıyla 1960 kuşağını, Kur'an dünyasına ulaşmak için tahrik etti.

Ayrıca o dönemde İslam dünyasında kitleler ve aydınlar üzerinde belli bir etkinliğe sahip bulunan Müslüman Kardeşler ve Cemaat-i İslami hareketleri daha çok tercüme eserler vasıtasıyla; Hizbu't-Tahrir ise Türkiye'de aynı zamanda siyasi bir oluşuma öncülük etmek ve belli bir kadrolaşma oluşturmak suretiyle Türkiye'deki Müslümanların yukarıda sözünü ettiğimiz gelişmelerine önemli katkılarda bulunmuşlardır.

60'lı yılların ikinci yarısında başlayan bu düşünce hareketi, o zamana kadar yabancı olduğumuz cahiliyye, sosyal adalet, cihad, tevhid, şirk, tağut gibi kavramları Türkiye Müslümanlarının gündemine soktu ve sünnet, din, ibadet, zikir gibi kilit kavramları daraltılmış ve saptırılmış anlamlarından kurtararak Kur'an'ın onlara kazandırmış olduğu kapsayıcı, zengin muhtevalar ile bizi karşı karşıya getirdi. Şirkin ve küfrün çağdaş toplumlardaki ve çağdaş hayat tarzlarındaki biçimlerine ve tuzaklarına karşı bizleri uyardı ve müslüman ülke/İslami yönetim maskelerinin gerisindeki çıplak yüzleri gösterdi. Müslümanın muhafazakardan farklı olduğunu ve muhafazakarlığın çoğu zaman empoze edilmiş statükoyu destekleme anlamına geldiğini anlattı. Siyasi bilincin, müslümanın muhafazakar partilere yamanması olmadığını, tersine içinde yaşadığı toplumun sosyal/kurumsal/ideolojik temellerine karşıtlığını kavraması anlamına geldiğini gösterdi.

Ve en önemlisi, ancak Kur'an ile bağlantının yeniden kurulması halinde müslümanın kendisini, çevresini, toplumunu ve dünyasını daha doğru kavrayabileceği ve var oluşun gerçek anlamına ulaşabileceği gerçeği, 1960'lı yıllarda anlaşılmaya başlandı.