Ekonomik ve siyasi baskılar altında inleyen insanlar sanki acil sorunlarıymış gibi önceliksiz konuları tartışıyor Türkiye'de. yapay gündemlerle bir şeylerin üstü örtülmeye çalışılıyor. Bunun en son örneği de Karacaahmet'teki cemevi tartışması. "Acaba İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı" R. Tayyip Erdoğan cemevini yıkarken haklı mıydı, haksız mıydı?"
Aslında gerçek sorun cemevi değil. Tüm sorunların kaynağında Türkiye'deki kavram kargaşası yatıyor. Gerçekten Türkiye, herkesin her şey hakkında yarım yamalak bir fikir sahibi olup da en doğruyu kendisi biliyormuşçasına "ölümüne" savunduğu, herkesin her şey hakkında bir şeyler bilip de aslında hiç bir şey bilmediği ve her şeyin de hiçbir şeye benzemediği bir gariplikler ve karmaşalıklar ülkesi. Ne sosyalizm sosyalizme benziyor, ne liberalizm liberalizme, ne de İslam İslam'a.
Bir şeyin özünü kavramadan o şeyi sahiplenmek veya sahiplenilen şeyin tepeden inme bir şekilde insanlara kabul ettirilmeye çalışılması. Anadolu halkı yüzyıllar önce İslam'ı kabul ederken de bu böyleydi, yetmiş ya da yüz elli yıl önce batıcılığı ya da batılılaşmayı kabul ederken de. Kur'ani bir İslam anlayışı kitlelerde yerleşmediği için her şey mukallidlik seviyesinde kaldı, bir şey üretilemedi. Batılılaşma hareketi de büsbütün toplumun kendi dinamikleri ve ihtiyaçlarına tekabül etmediği için yeni çarpıklıkları beraberinde getirdi. Sonuçta Türkiye şu felsefeye sığında "biz bize benzeriz".
Kimliği her ne olursa olsun bir kısım insan kamu malı olan fakat kendilerine bu konuda daha önce izin verildiğini söyledikleri bir bölgede bir inşaat yapıyorlar. Belediye de diğer kamuya ait olan ya da olmayan bölgelerde izinsiz olarak yapıldığı tesbit edilen tüm binalara uygulanan prosedürü uygulayıp binayı yıkmaya başlıyor.
Belediye görevini yapıyor. Zaten basın bas bas bağırıyor. "İzinsiz yapılan binaları yıkın" diye. Mesela yine aynı belediye Esenler'de izinsiz inşaa edildiği tesbit edilen bir camiyi yerle bir ediyor kimse ses çıkarmıyor. Ama yıkılan Karacaahmet'teki cemevi olunca iş değişiyor. Türkiye ayağa kaldırılmak isteniyor. Politikacılar cemevine doluşuyor. Alevi dedeleri televizyonlara çıkartılıp Alevi ayinleri gösteriliyor. Aslında bir topluluğun haklarını koruma bahanesiyle gene her zaman olduğu gibi gündem saptırılıyor: Neden? Çünkü; siviliyle, askeriyle insanları bir sürü gibi önlerine katıp güden, yetmiş yıllık değil bizce Emeviler'den Selçuklular'a, Osmanlı'dan TC'ye süre gelen yüzlerce yıllık çarpık düzen ya da düzenlerin idarecileri -yüzlerce yıldır yaptıkları gibi- bastıkları zeminin ayaklarının altından kaymaya başladığını hisseder hissetmez kendilerinin en tehlikeli saydıkları konuları bile gündeme getirmekten çekinmiyorlar. Bunu da sırf daha tehlikeli saydıkları oluşumlara karşı kullanmak veya gündemi saptırmak için yapıyorlar. Elbette o oluşumların; depolitize olmuş, devleti denetleyemez durumdaki halkı uyandırmasından çekiniyorlar ve "aman fitne çıkmasın" tarihi teranesiyle kendi fitnelerini insanların gözünde meşrulaştırmaya çabalıyorlar.
Biz ise burada zaten kimin haklı kimin haksız olduğunu tartışmıyoruz. Fakat toplumda yok yere yaratılan olaylara ve bunun kimler tarafından suistimal edildiğine sadece dikkat çekmek istiyoruz.
Olayı ilk başta kullanan elbette siyasiler oldu. Oy kaybına uğrayan sol kesim her zaman yaptığı gibi "azınlıkların savunucusu" giysisini giyip oy avcılığına çıktı. Sanki Hz. Ali'yi çok umursuyorlarmış gibi on iki imamın adlarını bile sayamayan bu insanlar türbe ziyaretlerine başladılar. Olaya daha sonra sağ siyasetçiler de katılıp hep beraber "yükselen yeni tehlike" RP'nin üstüne çullandılar. RP'yi Alevi-Sünni çatışması yaratmakla suçladılar. Ama, Alevi cemaatinin önde gelenleri kendilerinin müslüman olduğunu ısrarla vurguladıkları halde Ercan Karakaş'ın "bu ülkede sadece müslümanlar yok, Aleviler de var" demesi acaba hangi çatışmayı körüklüyordu?
Olayı kullanan ikinci güç ise medya oldu. Gazeteler ve özel televizyonlar olayı kendi açılarından yorumlayarak öyle bir sundular ve geçmiş olaylarla öyle bağlantılar kurdular ki hukuki bir olay, hiç yoktan mezhepsel bir olaya dönüşüverdi.
Bu arada gözlerden kaçan bir ilginçlik daha yaşandı. Alevi cemaatinin liderleri İstanbul Valisi'ne çıkıp "Alevi Cemaati Liderleri" olarak haklarının korunmasını talep etti. Ancak devletin laik valisi böyle bir dini cemaatin mevzuatta ismi geçmediği halde, alevileri bu sıfatlarıyla huzura kabul edebildi.
Tabi bu bizim basından izleyebildiğimiz görüntü ve asıl amacımız sadece birtakım saptırmaların nasıl yapılabildiğini ve başta mantıksızca başlatılan bir olayın nasıl mantıksız sonuçlara varıp kullanılabildiğini göstermek.
Aslında hakiki korku RP'ye karşı da değil, insanların İslami bilinçlenme olasılığına karşı laiklik, solculuk, milliyetçilik, muhafazakarlık yetmedi şimdi de "İslam'ın bir de böyle bir yorumu var" diye Alevi yorumlu bir İslam ortaya çıkarılmak istenerek, sahih İslami değerlerin yükselişi bulandırılmak isteniyor. Bu diğer bir deyişle de İslami yükselişin engellenmesidir. Baştan belirttiğimiz kavram kargaşasının ve anlam sapmasının boyutlarına bakınız ki laik bir ülkede bizzat laikler tarafından hem de laiklik adına alenen bir inanç başka bir inanca karşı (siz buna ister yorum deyin, ister mezhep deyin) kullanılıyor. Yeni bir İslami yorum adı altında pazarlanmaya çalışılıyor. Ki bu aslında yeni bir şey değil. Bu arada şunu da belirtelim Alevilik ileride de görüleceği gibi açıkça kendi şeriatı, örfü, özel mahkemeleri vs. olan bir kurum. Aslında laikler İslam şeriatını yıpratmak amacıyla yeni bir şeriatı onun karşısına çıkartarak laiklik kurallarına uymakta da ne kadar samimiyetsiz olduklarını sergiliyorlar. Alevilik sivil toplumcular tarafından Kürtler, yeni müteşebbis zenginler, liberaller, demokratlar ve kent yoksulları ile birlikte statükoyu değiştirecek etkenler olarak gösteriliyorlar. İslam'ın muhkem nasslarına itibarı olmayan dindar üyeleri dahil, bütün sivil toplumcuları düzenin kabuk değiştirmiş unsurları olarak görüyorsak, aslında düzenin ağababalarının, sivil toplum söylemleri altında İslam'a karşı her türlü tehlikeli oyunu oynayabileceklerini ve işlerine geldiği zaman yukarıda sayılan gruplardan bir veya bir kaçını İslam'ın önüne bir set çekmek için kullanmaktan kaçınmayacaklarını da anlayabiliriz. İşte bugün de Alevilik olayı son derece tehlikeli ve makyavelist bir biçimde kullanılmak isteniyor.
Bunun son örneği özel bir televizyon kanalında hazırlanan "Siyaset Meydanı" adlı tartışma programında yaşandı, Gündemin en ateşli konusu seçilmişti: "Türkiye'de bir Alevi-Sünni çatışması var mı, yok mu?"
Sünni kesimin temsilcisi olarak Süleyman Ateş, Lütfü Doğan, Mehmet Metiner, Ali Bulaç; Alevi kesim adına da İzzetin Doğan, tarihçi Reha Çamuroğlu, yazar Lütfi Kaleli, yazar Rıza Zelyut katılmıştı. Ayrıca Niyazi Öktem ve iki siyasetçinin yanı sıra (ki Niyazi Öktem taraf olmadığını açıkladı) Prof. Zafer Üskül de (nereden icab ettiyse) hakem pozisyonundaydı.
Konuşmalar şu üç soru etrafında yoğunlaştı:
1- Toplumda gerçekten böyle bir ayırım var mı? Ve Olayın tarihi kökeni nedir?
2- İran Şiiliği ile Anadolu Aleviliğinin farkı ne? Şiilik Sünniliğe daha mı yakın ve Aleviliğe nasıl yaklaşıyor?
3- Devlet Sünnileri kayırıyor mu, yoksa tam manasıyla laik mi?
Bu program kavram kargaşasının ne boyutta olduğunu bir kez daha gösterdi.
Bir kez başta Aleviliğin ne olduğu üzerinde tam bir anlaşmaya varılamadı. Alevilik bir İslam mezhebi miydi? "Ali" ve "Ehl-i Beyt" isimleri etrafındaki bir söyleme sahip olduğuna göre öyleydi. Fakat uygulama sahasında "Ali"nin uygulamalarından farklı uygulamalar çıkıyordu ortaya. Akılcılıktan bahsediliyor, sonra da "kırklar"dan, "yediler"den söz ediliyordu. Hallac-ı Mansur'un felsefesine vurgular yapılırken, aleviliğin İslam'ın farklı bir yorumu olduğu belirtilirken ortaya panteizmin ürettiği masallar sunuluyordu.
Aleviler İslam'ı kabul ettiklerini ifade ediyorlardı. Kendilerini şöyle tanımlıyorlardı: "Alevilik, Caferi mezhebli batini meşrepli bir inançtır." Alevi tarihçiler olayı biraz daha açıp (genelde malum olan) şu bilgileri de verdiler: Alevilik eski Türk dinleri olan Samanlık ve Maniheizm'in eski pagan Anadolu dinlerinden etkilenmiş Anadolu Hıristiyanlığı ile birleşmesinin üstüne İslam sosu (özellikle de Caferi mezhebinin yorumu) eklenmiş bir mezheptir. Şiilikten farklıdır. Kendi ilahiyatı, mitolojisi, fıkhı, ibadetleri vardır. Bundan öte Sünni tasavvuf anlayışı ile de birebir örtüşen şeriat, tarikat, marifet, hakikat derecelendirmesi vardır.
Sonuç itibariyle Ali'nin muhalifliğini kullanarak tarihi muhalefet fırkalarından biri ve biraz da bozuk bir şekli olduklarını şöyle ifade ettiler: "Sünniler devleti destekledi (Emevileri). Biz karşı çıkıp muhalefet ettik." Bu arada tarihte kıyam eden imamları da sahiplendiler.
İşte bu tanımlama bizi kavram kargaşasının temeline götürüyordu. Daha İslam tam olarak anlaşılamamıştı ki ondan çıktığı varsayılan mezhepler anlaşılabilsin. Ya da onlar hakkında tartışılabilinsin. Hem şu anda Sünnilikle Sünniler, Alevilikle Aleviler başka başka şeyler olmuşlardı artık.
Hakem olarak programa katılan Prof. Zafer Üskül bir ara şöyle dedi: "Önemli olan kişinin kendini nasıl tanımladığıdır." Bunun üzerine şöyle bir laf atıldı ortaya: "Bir Alevi Marksist olabilir mi?" Zira bir kısım Alevi kendilerinin inançsız Marksistler gibi görülmelerinden rahatsızdı. Üskül "Olabilir" diyerek yanıtlayınca, Alevi konuşmacı İzzetin Doğan buna karşı çıkarak şöyle dedi: "Asla olamaz. Marksizm materyalizmdir. Alevilik ise Allah'a inanmayı gerektirir. İkisi bir arada olamaz. Bir kişi hem onu, hem öbürünü yapamaz."
Belki de programın en doğru tanımı buydu. Kişi önce kendine karşı dürüst olmalıydı. Zaten kavram kargaşasının temelinde bu yatıyordu. Kimse sahip olduğunu iddia ettiği din, inanç ya da ideolojiye tam manasıyla tabi olup gereklerini yerine getirmiyor, ama her şeyi kendi kafasına göre yapıyordu. İşte bütün sorunlar da buradan çıkıyordu. Allah'a inanmaması gereken birisi müslümanlığına laf söyletmiyor. Liberal Başbakan çıkıp sosyal demokrat olduğunu söylüyor, herkesin solcu bildiği bir lider nazilikle suçlanıyordu. Ulusal burjuvaziyi kurmayı amaçlayan devlet Güney Doğu'da feodal aşiret düzenini sürdürüp ağalarla işbirliği yapıyordu. Her şey karman çormandı. Çünkü başta İslam dininin bizzat kendisi olmak üzere hiç bir şeyin kaidelerine gerektiği gibi uyulmuyordu.
Mesela bu programda partisinin ismi açıklanmadan yer alan bir milletvekili, sözlerinin bir yerinde şu ifadeyi kullandı: "La ilahe illallah demek, Allah'tan başka hiç bir ilah yani kanun koyucu kabul etmemek demektir." Bu ifadeyi kullandıktan sonra rejim açısından ne kadar büyük bir pot kırdığının farkına varmış olacak ki bu zat, hemen ifadesinin akışını değiştirdi. Ve az önce açık ve doğru bir biçimde ifade ettiği Kelime-i Tevhidin manasını bulandırmaya kalkışarak, onu sivil toplumcu bir söylemin bayrağı haline getirmeye çalıştı.
Gene sünni kesim adına toplantıya katılan bir konuşmacı, kullandığı "İslam Devleti" tabirine alevi bir katılımcının kınamasından sonra geri alarak ifade hatası yaptığını söyledi. Halbuki kendisi de iyi biliyordu ki İslam açıkça toplumsal hayatta iktidar olmayı hedefleyen bir dindir. Ve dolayısıyla bir devlet nizamı olarak insanları yönetmeye taliptir. Asla Allah'ın müfsid ve fitneci olarak işaret ettiği kesimlerle ortak bir yaşamı paylaşma hevesi peşine düşülemez. Müslümanlara düşen iyiliği emredip, kötülükten men etmeleridir, iyilik veya kötülük insanların hevalarına göre değil, Kur'an'ın ölçülerine göre belirlenir. Ancak "Siyaset Meydanı"nın bu oturumunda hiç kimse Kur'an'ın önerdiği toplumsal ilişkilerin boyutunu gündeme getirme eğiliminde olmadı. Tepkiler hep tarihsel değerlerin arkasına sığınılarak dile getirildi. Ve sürekli olarak düzenin şemsiyesi altında, ona karşı gelmeden, onun öngördüğü ölçüler içinde bir arada yaşamayı hedefleyen kaygılar dile getirildi. Bunu sağlamak için de herhalde olması gerekeni ortaya çıkarmak değil, olanı meşrulaştırmak icab ediyordu. Nitekim de öyle oldu.
Herkes olayı bir taraftan kendine yontmaya çalıştı her zaman olduğu gibi, kimse çıkıp da Kur'an bunu diyor, bu işin yorumu olmaz, kimse Kur'an'ı kendi işine geldiği gibi yorumlayamaz gelin önce burada karar kılalım günümüzdeki uygulamaları buna göre tahlil edelim demiyordu. Kimi sivil topluma olayı götürmeye çalışıyor bile bile her aykırılığı kabule hazırlanıyor, kimi her şeyin olduğu gibi devam etmesini aksi takdirde (sanki yokmuş gibi) çok büyük fitneler çıkacağını bildiriyordu. Herkes kendi konumunu meşrulaştırmaya çalıştığı için de kimse (gerçeğin farkında olsa da) gerçeği dile getirmiyordu.
İnsanın nankörlük özelliği vahyi bir gerçektir. Çoğu insan kendini Kur'an'a göre düzeltmeyi düşünmüyor, ama onu kendi kimliğine göre yorumlamaya çalışıyor. Ve kargaşa sürüp gidiyor.