23 Ekim 2011… Erciş’in, Van’ın takvimlerde sararıp solduğu, amansız bir sonbahar uğultusunun yüreklerimizi yerle yeksan ettiği, kıyametten küçük bir cüz…
TV ekranlarında son dakika haberi olarak gördük ilk önce. Bir deprem olmuştu Van’da fakat şiddeti konusunda çelişkili haberler aktarılıyordu. Kandilli 6,6 derken, ABD kaynakları 7,3 gibi korkunç bir rakamdan söz ediyordu. Televizyonlara yansıyan haberler yetersiz ve sağlıksızdı. Doğru ve net bilgiler aktarılmıyordu. Olan biteni daha iyi anlamak için hem Van’daki hem de Erciş’teki arkadaşlara ulaşmaya çalıştık. Şebekelerin de depremden etkilenmesi nedeniyle zar zor iletişim kurabildik. Erciş’te birçok binanın yıkıldığı, yüzlerce insanın enkaz altında kaldığı ve Gültekin Ağabeyin de vefat ettiğini Ercişli bir kardeşimden öğrenir öğrenmez daha evvel sahada birlikte çalıştığımız sağlık ekibiyle yola koyulduk.
Erciş’teyiz, Her Yer Toz Duman
Dayanılmaz bir ağırlık çökmüştü yüreğimize. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Bakışlarımızla anlatıyorduk birbirimize, karşılaşacağımız manzaranın tarifsiz hüznünü. Az çok neyle karşılaşacağımızı tahmin ediyorduk ama yine de kendimizi avutmak için pek bir hasarın yaşanmamış olmasını diliyorduk. Çok hızlı şekilde hareket ettik ve saat beş gibi Erciş’e vardık. Erciş semalarını koyu bir toz bulutu sarmalamıştı. Akşam çökmüş, elektriklerin kesilmesi nedeniyle şehir ürpertici bir karanlığa boğulmuştu. Hava oldukça soğuktu. Binlerce insan büyük bir telaşla şehri terk etmek için yollara koyulmuştu. Geride kalanlar, yakınlarının bulunduğu enkazların başında çaresizce koşuşturuyor, kendi imkânlarıyla yakınlarını enkazlardan çıkarmaya çalışıyorlardı. Hangi enkazın başına gitsek, büyük bir umut ve çaresizlikle bize yöneliyorlardı. Depremin üzerinden üç saat geçmesine rağmen, bölgede yeteri kadar kurtarma ekibi bulunmamaktaydı. İntikal eden ekiplerin ise enkaza müdahale etmek için gereken temel teçhizatları kısıtlıydı. Eldeki mevcut imkânlarla enkazlara müdahale ediliyor ve kazma, kürek, balyoz gibi araçlar kullanılarak enkazın yüzeyinde bulunan yaralılara ulaşılmaya çalışılıyordu ilk saatlerde. Çıkarılan yaralılar ise, bulunan ilk araçlarla Van’a, Bitlis’e Ağrı’ya yönlendiriliyordu.
Çaresizlik, Kaos ve Organizasyon Krizi
O ilk gece, çaresizliğin eseri olan büyük bir kaos hali hâkimdi. İnsanlar ne yapacağını bilmez bir halde, yakınlarının bulunduğu enkazların başında öylece bekliyorlardı. Gecenin ilerleyen saatlerinde yavaş yavaş hem sağlık ekiplerinin hem de afet müdahale timlerinin sayısı artıyordu. Bütün bu ekipleri koordine etmesi gereken kriz merkezi ise başıboş bir merkezden farksızdı. Kriz merkezinden sorumlu olanlar, deprem bölgesine gelen bakanlara, bürokratlara refakat etmekle meşguldüler.(!) Gönüllü olarak orada bulunan birkaç genç, ellerinden geldiği kadarıyla kriz merkezini yönetmeye çalışıyor, afet müdahale birliklerini enkazlara yönlendiriyordu. Yakınlarını arayan insanlar bu merkeze akın ediyor fakat kendileriyle ilgilenecek muhatap bulamıyorlardı. Kriz merkezinin bu işlevsiz hali, Diyarbakır’dan gelen İHH ekibinin inisiyatif alarak merkeze başvuran insanlara yardımcı olmaya çalışmaları sayesinde biraz olsun giderilmişti. İHH gönüllüleri ilk andan itibaren, ulaşabildikleri resmi ve gönüllü tüm ekiplerin koordinasyonunu sağlamaya çalışıyor ve kayıpların bilgilerini kaydetmeye çabalıyordu. Erciş Merkez, böylesi bir organizasyonsuzlukla boğuşurken, köylerden ise hemen hiç haber alınamıyordu. Köylerde ne olup bittiği hakkında hiç kimsenin bir bilgisi yoktu. Devlet depremden sonra belki büyük bir idari kadroyla deprem bölgesine ulaşmıştı ama bu sadece çalışmaları sekteye uğratmaya yaramıştı. “Devlet protokolü”nü her şart altında sürdürme kaygısı, gelen yetkililere refakat edilmesi gibi saçmalıklar neredeyse 24 saat sürmüş ve enkaz altında kalanlar belki de bu duyarsızlığın kurbanı olmuştu. Çünkü bölgeye ilk saatler içinde intikal eden ekipler; hangi binaların yıkıldığını, hangi enkazda kaç kişinin bulunduğunu, çıkarılacak yaralıların nerelere yönlendirileceğini, kendilerini komuta etmesi gereken yetkililerin kimler olduğunu vb. birçok önemli bilgiyi bilmemekteydiler. Buna rağmen, enkazlara vakitlice müdahale etmek adına, her ekip, gözüne kestirdiği ve çalışmanın yapılmadığı bir enkaza yönelip kurtarma faaliyetinin gecikmemesi için canla başla çalışıyordu. Sonradan öğrendik ki, ilk saatlerde yaşanan bu ciddi organizasyonsuzluk haline rağmen, bu zorlukların üstesinden gelmeye çalışarak kendi çabalarıyla enkazlara ve yaralılara müdahale eden ekiplerin başarısı, bir nevi devletin üstün gücü olarak servis edilmişti.
Erciş’e vardığımız andan itibaren, yaklaşık 12 saat boyunca hemen hiç ara vermeden çalıştığımız enkazın başından ayrılarak, diğer ekiplerin şehrin dışında bulunan spor salonunda kurdukları sahra hastanesinde biraz dinlenmeyi kararlaştırdık. Sahra hastanesi kurulduktan sonra, enkazdan çıkarılan yaralılar ambulanslarla buraya yönlendiriliyor, ilk müdahaleler yapıldıktan sonra diğer illere sevk ediliyorlardı. Hastanenin önü can pazarını andırıyordu. Kriz merkezinden bilgi alamayan kayıp yakınları, çıkarılan yaralıların kendi yakınları olması umuduyla hastaneye akın ederek hastanenin önünde büyük kalabalıklar oluşturuyorlardı. Hiçbir güvenlik tedbiri alınmamıştı. Hastanede görevli olan sağlıkçılar; bu endişeli ve meraklı kalabalık yüzünden yaralılara ilk müdahaleyi yapma konusunda büyük zorluklar yaşıyorlardı. Gönüllü sağlıkçıların kendi imkânlarıyla kurdukları bu ilk yardım merkezi, tüm zorluklara rağmen mükemmel biçimde organize olmuştu. Yaralılar hiç vakit kaybedilmeksizin en hızlı biçimde yapılan müdahalenin ardından diğer illere sevk edilmekteydi. Aslında enkazdan canlı çıkarılanlara ilk müdahale, afet konusunda eğitimli olan ekipler tarafından enkaz başında başlıyordu ve ardından bu hastanede acil müdahale işlemleri sürdürülüyordu.
Kâğıda Dönmüş Binalar, Enkaz Altında İnsanlar…
Bir saat mola verdikten sonra yeniden enkazlarda çalışmak için hastaneden ayrıldık. Güneş doğmuş, Erciş’in yaşadığı büyük yıkım tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştı. Korkunç bir tabloyla karşılaşmıştık. Depremin yol açtığı felaketin boyutlarını, gün ağardıktan sonra daha net görmeye başladık. Onlarca bina yıkılmıştı. Ayakta kalan binaların tamamı ise çok büyük hasar görmüştü ve hiçbiri oturulacak halde değildi. Çok katlı binalar kâğıt gibi çökmüş, dümdüz olmuştu. Altı katlı olduğu söylenen birçok bina, yıkıldıktan sonra, bir kat yüksekliğindeki moloz yığınlarına dönmüştü adeta. Ve her enkazın altında onlarca insanın bulunduğu söylenmekteydi. Şehri terk edemeyen insanların hepsi sokaklarda sabahlamıştı. Üzüntülü ve endişeli gözlerle enkazlarda yapılan çalışmalara odaklanan insanlar, yakınlarının yaşama tutunması umuduyla enkazları terk etmeyip, beklemeye devam ediyorlardı. Bu bekleyiş kimileri için günlerce sürdü. Biz de moladan sonra ilk iş olarak kriz merkezine gidip, bizi bir enkaza yönlendirmeleri için talepte bulunmayı amaçladık. Ama kriz merkezi bıraktığımız gibi halen işlevsizdi. Çalışabileceğimiz uygun bir enkaz aramak için şehirde gezmeye başladık. Hemen her enkazda kurtarma faaliyetleri yapılıyordu. Ambulanslar, enkaza müdahale etmek için eğitilmiş gönüllü sağlık timleri, arama kurtarma ekipleri tüm enkazlarda canlı çıkarma umuduyla büyük bir özveriyle çalışmaktaydılar. Hiç kimse uyumamıştı. Dinlenme olanağı yoktu. Elektrikler ve sular kesilmişti. Yiyecek hiçbir şey yoktu. Bütün bu olumsuzluklara rağmen tüm enkazlarda arama kurtarma faaliyetleri hız kesmeden sürmekteydi. Ekipler belli periyotlarla birbirlerini dinlendiriyorlardı. Biz de geceden beri orada bulunan bir UMKE ekibiyle yer değiştirerek günlerce devam eden enkaz çalışmalarına geri döndük. Erciş’te iki hafta kaldık ve aktif olarak yedi gün boyunca enkazlarda faaliyet gösterdik. Yaralılara ilk müdahaleyi yapma konusunda ve enkazda bulunanların can güvenliğini sağlama ile ilgili eğitimler almıştık. Ayrıca kazı ve kurtarma çalışmalarına da gücümüz elverdikçe katkı sunuyorduk.
Enkaz altında kalanlar için ilk 24 saat hayati öneme sahiptir. Başbakan’ın da itiraf ettiği gibi devlet, ilk 24 saat boyunca afallamış ve organize olamamıştı. Gönüllü ekiplerin çabası sonucu organizasyon sorunları kısmen aşılmaya çalışılmış, enkazlara zamanında müdahale etmek amacıyla birçok ekip kendince inisiyatif almak zorunda kalmıştı. Bu özveri ve duyarlılık sayesinde birçok kişi ilk saatlerde enkaz altından sağ olarak çıkarılabilmişti. Mesela biz ve birlikte çalıştığımız sivil savunma ekibi, yöneldiğimiz ilk enkazda, ilk üç saat içinde basit araçlar kullanarak 13 kişiyi sağ kurtarmayı başardık. Daha sonra ihtiyacımız olan temel materyallere ulaşmamızın ardından daha sağlıklı ve hızlı biçimde enkazlara müdahale etmeye başladık. İlk saatlerde hemen her enkazdan sesler yükseliyor, enkaz altındaki canlılar seslerini bizlere ulaştırmaya çabalıyordu. İlk 12 saat boyunca bu sesler hemen hiç kesilmedi. Arama kurtarma ekipleri özellikle seslerin geldiği alanlarda çalışmalarını yoğunlaştırarak birçok kişiyi canlı olarak enkaz altından çıkarmayı başardı. İlerleyen saatlerde sesler azaldı ama bu defa da dinleme cihazları ve eğitimli köpeklerin yer tespiti sayesinde canlıların çıkarılmasına devam edildi. Büyük bir fedakârlık ve emek ortaya konuyordu, enkaz çalışmaları sırasında. Tek amaç, enkaz altındaki canlılara mümkün olduğu kadar çabuk ulaşmak idi. Müthiş bir diğerkâmlıkla çalışılmaktaydı. Hem afet müdahale ekipleri hem de sağlıkçılar mükemmel bir performans ortaya koyuyordu. Enkaz çalışmalarının son anına kadar da bu özveri ve gayret devam etti.
Umut ve Tükeniş
Enkazlardan çıkarttığımız her cesedin ayrı bir hikâyesi vardı. Çocuklarının üzerine kapanan bir baba, köşe bucağa saklanmış insanlar, ne yapacağını bilmez halde ölüme tutulmuş bakışlar, yaşama tutunmaya çalışırken buna zamanı yetmeyen avuçlar, kaçarken üzerlerine duvarların düşmesi sonucu ölen insanlar… Ölüm her haliyle kare kare karşımızdaydı. Sevincin ve acının aynı anda yaşandığı, garip, soğuk mekânlardı enkazlar. Bizler umudumuzu hiç kaybetmeden tanımadığımız, bilmediğimiz hayatların devamı için çabalıyorduk. Bir bebeği enkazdan sağ olarak çıkartırken döktüğümüz gözyaşı, hemen yanı başımızdaki enkazda bekleyen insanların gözlerinde anne için, baba için akan pınarlara dönüşüyordu. Birisi durmaksızın ağlıyordu, 9 yakınını kaybettiğini sayıklayarak. Evladının nerede olduğunu bilmeyen bir baba, başvurduğu her yerde yüreğiyle haykırıyordu: “Tek evladım o benim!” Her köşeden ağıtlar, feryatlar yükseliyordu; sessizce akan gözyaşları, çaresizliğin ve kimsesiz kalmanın en saf ifadesiydi. Enkazlarda yaşanan aslında iki farklı hikâyeydi; umut ve tükeniş...
Depremin toplum üzerinde bıraktığı en büyük izlerden biri de insanların yaşadıkları korkuyu bir türlü üzerlerinden atamamalarıdır. Depremin hemen ardından insanlar olan biteni anlamaya çalışır, karşılaştıkları bu felaketin yol açtığı sorunları çözmekle uğraşır ilk etapta. Ama saniyeler içinde yaşadıkları o şiddetli sarsıntının kalplerine saldığı o yakıcı korkuyu bir ömür unutamazlar. Erciş’te konuştuğumuz birçok insan, bu korkuyu tarif etmekte zorlanıyordu. Garip bir hal vardı insanlar üzerinde. Yalnız kalamıyorlardı. Uyumak istemiyorlardı. Yaşadıkları o anları, korkuyu hafızalarından silmek istediklerini ifade ediyorlardı. Tanıştığımız birçok kişi, yaşamdan artık hiçbir şey beklemediklerini belirtiyorlardı. Sakin ve dingin görünüyorlardı. Travma sonrası yaşanan bu psikolojik halin toplumsallaşmasını ilk başta garipsemiştik. Yaşadıkları şoku atlatamadıklarını düşünüyorduk. Ama ölümle açıkça yüzleşen insanların, bugüne kadar hayalini bile kurmadıkları bu gerçeklik karşısında nasıl davranmaları gerektiğini bilmemelerinden kaynaklanan bu çaresizliği biz de zamanla idrak etmeye başladık. Çünkü hakikate ne kadar çok yaklaşırsak, gereksiz gördüğümüz her şeyden o denli çabuk uzaklaşırız. Ölüm, karşılaşacağımız ve karşı koyamayacağımız en yalın gerçek. Çaresizliğimizi ve acizliğimizi bize en iyi hatırlatan yegâne hakikat. Bu hakikatin hafızalara kazınması, bugüne dek yaşadığımız her anın yeniden sorgulanmasını tetikler. Depremi, yıkımı, ölümü gören, tadan bu insanların o dinginlik hali, aslında kendilerini sorguya çektikleri bir muhasebeden başka bir şey değildir. Kimileri bundan ders çıkartıp, yaşamın gerçek gayesine odaklanmayı başarır; çoğu insan da zamanla bu gerçeğin üzerini, ürettiği kuruntularla örtmeye çabalayarak bildiği gibi yaşamaya devam eder. Fakat o korku asla unutulamaz, insanlar kendilerini kandırmak isteseler bile.
Yaraları Saran Duyarlılık Manzaraları
Bu ağır psikolojiyi yaşayan insanların, daha fazla sıkıntı yaşamamaları için bazı temel ihtiyaçlarının karşılanması gerekmekteydi. Depremle mücadele, sadece enkazlarda arama kurtarma çalışma yapmakla sınırlı değildir. Yüz bini aşkın nüfusu bulunan Erciş’te, bütün evler hasar görmüş, halkın hepsi dışarıda kalmıştı. Birçok kişi günlerce enkazların başından ayrılmayıp, enkazların altında bulunan yakınlarının akıbetiyle meşgul olmaktaydı. Enkazları terk edemiyorlardı. Depremden sonraki gün insanlar; çadır, yiyecek, giyecek gibi temel ihtiyaçlarının karşılanması umuduyla yetkililere ulaşmaya çalışıyordu. Deprem bölgesine yardımlar akmaya başlamıştı. Her gün yüzlerce kamyon ilçeye ulaşıyordu ve fakat bu yardımların sistemli biçimde dağıtılmasının koşulları sağlanmamıştı. Türkiye’nin her yerinden yardım gönderiliyordu. Bölgeye ulaşan yardımlar, yardım sahipleri tarafından bazı ihtiyaç sahiplerine ulaştırılıyordu fakat dağıtımın organize biçimde işlememesi nedeniyle birçok kişinin ihtiyacı karşılanamıyordu. Devlet, yardımların dağıtılması konusunda da henüz adım atmamıştı. Yardımların dağıtılması konusunda tecrübeli sivil oluşumlar, gelen yardımların dağıtılması işini de üstlenip, ilk birkaç gün boyunca insanların temel ihtiyaçlarını kurdukları sistem sayesinde karşılamayı başardılar. Mükemmel bir yardımlaşma örneği ile karşı karşıyaydık. Türkiye’nin dört bir tarafından toplanan yardımlar hızlı şekilde Erciş’e ulaştırılıyordu. Duyduklarımız ve gördüklerimiz, takdir edilecek cinsten bir duyarlılığın halen bu topraklarda mevcudiyetini koruduğunun açık bir örneğiydi. Türkiye’de yaşayan birçok insanın bu acıyı yüreğinde hissetmesi, depremzedelerin yardımına koşması, yaraların sarılması konusunda umutları artırıyordu. İlçe merkezinde bulunan boş alanlarda, yardım kuruluşlarına ait çadırlar kurulmuştu. Bu çadırlarda, sıcak yemek ve içme suyu dağıtılmaktaydı. Ayrıca il dışından gelen tüm yardım kamyonları bu çadırlara yönlendirilerek yardımlar bu çadırlar vasıtasıyla halka ulaştırılıyordu.
İlk birkaç gün boyunca giyim ve yiyecek sorunları kısmen de olsa bir çözüme kavuşturulmuştu. Zaten ikinci günün ardından Kızılay’ın da devreye girip günde 20 bin kişiye üç öğün sıcak yemek servis etmesi ile yemek sorunu aşıldı. Fakat en önemli soruna bir türlü çözüm bulunamamıştı. İnsanların çadır ihtiyacı günlerce karşılanamadı. Kızılay’ın çadır stokunda yeterli miktarda çadırın bulunmaması ve bütün çadırların Ankara’da stoklanması nedeniyle, depremden günler sonra bile bu sorun bir türlü çözülemedi. Başbakan Yardımcısı Atalay’ın da ellerinde yeteri kadar çadır bulunmadığını belirtmesinin ardından insanlar, kendi imkânlarıyla ince naylon brandalardan temin ederek uyduruk barınma yerleri yapmaya başladılar. Ankara’dan gelen çadırlar ise ilçenin epey dışında bulunan Jandarma Komutanlığının bahçesinde bekletilmekteydi. İnsanlar sabahın ayazında sıraya girmekteydi. Dağıtılan çadırlardan almak için bazen günlerce o sırada beklemek zorunda kalıyorlardı. Çadıra ulaşmak bir işkenceye dönmüştü ve bu işkence depremden sonra günlerce sürdü.
Devletin Açığını Gönüllü Organizasyonlar Kapattı
İlk bir haftanın özeti şu şekildeydi: Enkaz çalışmaları ve sağlık hizmetleri, gönüllü çalışanların fedakârlıkları sayesinde aksamadan devam etti. Organizasyon ve koordinasyondan sorumlu olan devlet, büyük oranda yetersiz kaldı ve bu açığı afetler konusunda tecrübeli olan sivil toplum örgütleri büyük ölçüde kapattı. Fakat barınma, temizlik, ısınma gibi devletin karşılaması gereken temel insani ihtiyaçlar, orada kaldığımız süre boyunca bir türlü istenilen oranda karşılanamadı. Depremzedelerle, onlara yardım için seferber olan insanlar aynı şartları yaşıyorlardı. Herkes üşüyor, barınacak yer sorunu yaşıyor ve temizlik ihtiyacını gideremiyordu. Her geçen gün havalar daha da soğuyor ve çadırlarda yaşayanların sorunları gittikçe artıyordu. Daha sağlıklı barınma yerlerinin inşası için ilk adım depremden haftalar sonra atılmıştı ve Aralık ayının ortasına doğru geçici prefabriklerin hazır olacağı bildirilmekteydi. Yani depremden tam iki ay sonra. Artık açık biçimde anlaşılmıştı ki devlet, lokal de olsa büyük afetler konusunda ciddi ve yeterli bir hazırlığa sahip değildi.
Köylerde neler yaşandığından da zamanla haberdar olmaya başladık. Hiçbir köye kurtarma ekibi gitmemişti. Yıkımın olduğu köylerde köylüler cenazelerini ve yaralılarını kendi imkânları ile enkazlardan çıkartmışlardı. Erciş’in 83 köyü vardı ve hepsi çok kalabalık köylerdi. Köylerde yaşayanlar birbirlerinin akrabaları oldukları için, depremden sonra kolayca organize olarak kendi başlarının çarelerine bakabilmişlerdi. Depremden bir hafta sonra sağlık taraması yapmak için uğradığımız tüm köylerde köylüler, çadır yetersizliğinden ve devletin kendilerine karşı ilgisiz davranmasından şikâyetçiydiler. Köylerde evlerin tek katlı olması nedeniyle köylülerin enkazlara müdahalesi kolay olmuştu. Ama aynı korku ve çaresizlik halini onlar da yaşıyordu. Herkes kendi imkânıyla, brandalardan, bezlerden yaptıkları çadırlarda kalıyordu. Kimse evine girmeye cesaret edemiyordu. Havaların gittikçe soğuması ve yapılan barınakların havasız olması nedeniyle hemen herkes hastalanmıştı. İlk günden itibaren Erciş’te bir salgının yaşanmasından korkuyorduk. Nitekim geceleri havaların ayaz kesecek kadar soğuk olması nedeniyle tüm depremzedeler ve yardım için gelen insanlar birkaç gün içinde hastalandılar. Çadırlarda kalındığı müddetçe bu insanların sağlık sorunlarının devam etmesi kaçınılmazdır.
Merhameti Öldüren Siyasi Hesaplaşma
Devletin yetersizliğinin yanı sıra bu depremin siyasi hesaplaşmalara alet edilmesi de ayrı bir aymazlık konusuydu. Hükümet, bu deprem karşısında yetersiz olduğunu bir türlü kabul etmek istemezken; gönüllülerin, yardım için seferber olmuş toplumun üstün gayretlerini kendi siyasi başarısı olarak takdim etmekten de geri durmadı. Depremzedelerin yaşadıkları sıkıntıların giderilmesi için devlet mekanizmasının acilen devreye girmesi konusunda baskı yapması beklenen muhalefet ise Hükümetle ağız dalışına girmekten öte bir işlev ortaya koyamadı. Erciş’te neler yaşandığını bilmeden, eksiklikleri yerinde tespit etmeden, bu felaketten yararlanarak Hükümete vurma fırsatını kaçırmak istemediler. Kürt ulusal kesimi ise siyasi açıdan ana muhalefetten geri kalmadı. Orada kuruluşlarıyla beraber faaliyet gösteren Kürt ulusalcıları, başta yakınları olmak üzere her şeylerini yitirmiş olan bu insanlara, kendilerine propaganda yapılacak kitle gözüyle bakmaktaydılar. Kürt belediyeleri, dağıttıkları yardımla beraber Kürtlükten bahsetmekten geri kalmamakta, sağlık sendikaları ise ulaştıkları her sağlık çalışanına sendika çalışması yapmayı ihmal etmemekteydiler. O tarifsiz yıkım, büyük acılar bile; hedeflenen hesapların körelttiği yüreklerin acımasız siyasi bakış açılarında esnemeye yol açamamıştı. Devlet/Hükümet halen çok büyük olduğunu iddia ediyordu, muhalefet müzminliğini muhafaza etmekten bir adım geri atmıyordu ve Kürt ulusalcıları da yıllardır yaptıkları gibi başlarına gelen her şeyin Kürtlüklerinden ileri geldiğini hatırlatıyorlardı. Yaşama dair birçok şeyin değersiz olduğunu gözler önüne seren bu afetten bile merhamet devşiremeyen siyasilerin cirit attığı bir ülkede yaşadığımızı bir kez daha fark etmiş olduk böylece. İğrendik…
Bazı faşistlerin, deprem mağdurlarının “asi” kimliklerini hatırlatıp had bildirmeye çalışması, kimilerinin ise “Her ne kadar Doğu (Kürt) da olsa yardım edelim!” gibi kirli bir nefreti faş etmesi; faşizmin insanlığın en büyük düşmanlarından olduğunun cümlelere dökülmüş özeti niteliğindedir. Bunlara bir de sosyal medya vasıtasıyla, Kürtlerin ölmesinden dolayı duydukları hazzın ırkçı damarlarını kabarttığını açıkça ilan eden sefilleri de eklemek lazım. Bazen bu insanlarla aynı havayı soluduğumuzu düşünmek bile ziyadesiyle rahatsız eder bizleri. Aslında ırkçılık ve faşizm hakkında fazla söz söylemeye de gerek yok, çünkü deprem bölgesinde gördük ki, bu toplumun kahir ekseriyeti hâlâ vicdanlarındaki asaleti ve insani duygularını muhafaza etmekte. Bu topraklarda kardeşlik, yardımlaşma, özveri ve fedakârlık gibi muhteşem duygular var oldukça ve güçlendikçe, yüreklerindeki nefret nedeniyle gözleri ve gönülleri kararmış faşistler kendi karanlıkları içinde debelenmeye mahkûm olacaklardır.
Yağma Yok, Paylaşım Var!
Bazı köşe yazarlarının, gazetelerin, televizyonda haber sunan spikerlerin, Erciş’e ulaşan yardımların yağmalandığı yönünde haberler yaptıklarını da sonradan duyduk. Bizler Erciş’te herhangi bir yağma olayına tanık olmadık ve işitmedik. Aksine gördüğümüz bazı manzaralar karşısında hayrete düştük. Deprem nedeniyle birçok dükkânın camları kırılmış, duvarları çökmüştü. Hatta bazı dükkânların malları yollara dökülmüştü. Buna rağmen bir kuru ekmeğe bile ihtiyacı olan insanlar bunlara el bile sürmediler. Ne enkazlarda ne de ilçe merkezinde günlerce güvenlik tedbirleri alınmamış olmasına rağmen herhangi bir yağmalama olayı yaşanmadı. Erciş halkı kendilerine dağıtılan yiyecekleri bile öncelikle yardıma gelen gönüllülerle paylaşmaktaydılar. Dağıtılan yardımları utana sıkıla almaktaydılar. Bazı köylere giden kamyon şoförleri, şaşkınlık içindeydiler; köylülerin ihtiyaçları kadarını aldıklarını, kalan malzemelerin diğer insanlara ulaştırılmasını istediklerini ifade ediyorlardı. Bazı insanların yiyecek bulmak için ısrarcı davranmayıp oruç tuttuklarını da belirtmek gerek. Kimi münferit hadiseler yaşanmış olabilir elbette, lakin bunu bütün insanların geneline mal etmek düpedüz vicdansızlıktır. En azından, bir topluluğa böylesine iğrenç bir iftirayı atmak, büyük bir edepsizliktir.
Erciş depreminin adından, 9 Kasım’da, bu defa Van merkezi vuran 5,6 şiddetinde bir deprem yaşandı. 40 kişinin hayatını kaybettiği bu ikinci depremin ardından Van’da yaşayan yüz binlerce insan şehri terk etmeye başladı. Büyük çoğunluğunu kadınlar ve çocukların oluşturduğu bir göç dalgası yaşanmakta. Kentin neredeyse yarısı göç etmiş durumda. İmkânı olan insanlar civar illerdeki yakınlarının yanına göçtü. Devlet imkânlarıyla başka şehirlere göç edenlerin sayısı da bir hayli fazla. Birinci depremin ardından yaşanan binlerce artçı sarsıntının yol çatığı kaygı, neredeyse bütün binaların oturulamaz derecede hasar görmesi, havaların çadırlarda yaşamaya imkân vermeyecek kadar soğuması, iş ve çalışma imkânının olmaması gibi nedenlerle Vanlılar yaşadıkları kenti terk etmekteler. Orada kalanlar ise başta soğuk olmak üzere birçok sorunla baş etmekteler. Hem Van ve Erciş’te yaşamak zorunda kalan insanlara hem de yerlerinden göç edip yaşadığımız şehirlere yerleşenlere yönelik yardımlarımız devam etmelidir. Depremin ilk gününden beri yaşanan acıları kendi yüreklerinde hisseden sorumluluk ve vicdan sahibi insanların yardımlarıyla sarılmaya başlanan yaraların tamamen iyileşmesi için elimizden gelen her türlü çabayı ortaya koymalıyız. Vanlı kardeşlerimiz için Rabbimize dua etmeyi sürdürmeli ve elimizden gelen tüm imkânları seferber ederek, yeşeren kardeşlik duygularının bereketini artırmaya gayret etmeliyiz.