Yusuf el-Karadavi, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamalarıyla tekrar gündeme geldi. Böylelikle Karadavi’nin açıklamalarıyla tekrar alevlenen ve tüm tarafların katıldığı mezhep tartışması vesilesiyle Karadavi’nin neden böyle tepki gösterdiğini, dikkat çekmeye çalıştığı hususları incelemeye çalışacağız.
Yusuf el-Karadavi, Sünni ulema içerisinde İhvan kökenli, mutedil söylemi dillendiren, İslami maslahatları ve emperyalizme karşı direnişi iç tartışmalardan daha fazla önceleyen bir tavra sahip. Bu mutedil duruşunun yanı sıra Müslümanlar arasındaki sorunların vahdet ve diyalog yoluyla çözülebileceğine inanması sebebiyle, gerek Selefi gerekse de Şii çevrelerce hedef tahtasına oturtulan bir âlim.
Karadavi daha önce Rafsancani ile el-Cezire televiyonunda mezhep ve vahdet üzerine bir tartışma programına katılmıştı. Bu TV programında Rafsancani’ye karşı sert bir üslup kullanan Karadavi’nin, tutumunu gelişen süreçte daha da sertleştirdiği görülüyor.
Fehmi Huveydi’nin tanımlamasıyla, “Karadavi’nin, Siyonist saldırganlığa karşı direnişe yardım ve direniş saflarını güçlendirme çağrısı yapanların başında geldiğini de biliyoruz. Prensip olarak istişhadi saldırılara karşı olmasına rağmen Filistinlilerin topraklarını ve haklarını savunacak başka bir alternatifleri olmadığından Filistin’de bu tür saldırılara destek verdiğini de biliyoruz. Ayrıca üstadın ABD hegemonyasına karşı çıkanların ve Amerikan saldırısına uğraması halinde İran’ın yanında yer almaya çağıranların başında yer aldığını da… Peki, problem ne?”
Karadavi’nin eleştirdiği hususları anlamak için Sünniliğin ve Şiiliğin konumunu irdelememiz gerekiyor. Bilindiği üzere Sünnilik (Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat), Halife Me’mun sonrası Abbasi iktidarı döneminde İslam dünyasının en baskın ekolü olmuş, bu süreçte diğer mezhep ve fırkalara karşı egemen bir konuma oturmuştur. Sünnilik olarak adlandırılan genel tanımlamanın içerisine mezheplerin kurumlaşması öncesi oluşan Ehl-i Hadis çizgisi ve sonrasında dört mezhep Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı iktidarları döneminde meşru çizgi olarak görülmüştür. Sünnilik egemenlik konumu sebebiyle özgüven sahibi ve belirleyen olmuştur. Mu’tezile, Haricilik ve Şiilik ise muhalif ve azınlıkta kalmışlar, zaman içerisinde -bireysel tutumlar hariçte tutulacak olursa- Mu’tezile tarih sahnesinden çekilmiş, Haricilik daha ılımlılaşarak İbadiyye ekolü halini almış ve Umman bölgesinde inzivaya çekilmişti. Şiilik ise siyasal çatışma alanında “ana muhalefet” konumunu korumuş ve Büveyhiler, Safeviler gibi iktidarların resmi mezhebine dönüşmüştü. Tüm bu tarihsel tabloda Sünnilik etkin ve egemen olma konumunu korumuş; Şiilik ise cevap veren, kendi meşruiyetini kazanmaya çalışan bir mahiyet içerisinde olmuştur. Bu sebeple Şiilik varoluşunu temellendirmek için ihtilaflı konuları gündemde tutmuş, neden muhalif olduğunu kanıtlama ve yayma çabası içinde olmuştur. Hz. Ali’nin imameti, masumiyet vb. ayrılık noktalarının hatta fıkhi farklılıkların içtihattan öte bir “kimliklenme” olarak tezahürü bu sosyal-siyasal konumlanmayla alakalı idi.
Modernizmin İslam dünyasını egemenliği altına almasından sonra yukarıdaki tablo değişmeye başladı. Sünni İslami yorumun egemenliği altındaki hilafet kurumu ortadan kaldırıldı ve Müslümanlar ulus devletlere bölünerek gayri-İslami yönetimlerin sultası altında yaşamaya zorlandılar. Böylelikle Sünni otorite devlet desteğini kaybetti. 20. yy içinde özellikle 1979 İslam Devrimi sonrası Şii İslam yorumu ilk kez etkin bir devletleşmeyi başarabilmişti. Devlet aygıtının tüm olanaklarını kullanan Şii ekol, son süreçte İslam dünyasındaki meşruiyetini yayılma, propaganda yoluyla gerçekleştimeye devam ediyor. İran özellikle İslam devletine “biat” ve Ehl-i Beyt kültürünün yaygınlaştırılması adı altında Şiileştirme çalışmalarına hız katmış bulunuyor. Dünyanın dört bir yanında açılan kültür merkezlerinde kendi İslam anlayışını yaymaya ve Şiiliğin “kimliklenme simgeleri” olan belli başlı hususları (imamet, masumiyet, mut’a, takiyye, ayağa mesh vb.) gündemleştirmektedir.
Egemenliğini yitiren Sünnilere karşı devlet sahibi Şiilerin yayılma göstermesi Sünnilerde karşı bir tepkiye yol açmakta, güven bunalımı oluşmakta ve bu durum mezheplerin yakınlaşmasını zorlaştırmaktadır. Bu gerginlikte İran’da gelişen anti-emperyalist söyleme karşı Amerika’nın desteklediği sözde Sünniliği savunan ve Şiilik karşıtlığını yaygınlaştıran politikaların da etkisi bulunmaktadır. Öncelikle Irak’ı silahlandırıp İran’a saldırtan emperyalizm, Saddam’ı “Sünnilerin kahramanı” olarak göstermeye çalışıyordu. Anglo-Arap krallıklarının müstekbir güçlerle olan sarsılmaz ilişkilerine rağmen Sünniliği sahiplenen ve Amerikan karşıtı İran’ı yıpratmaya yönelik bir ‘Şia-fobi’yi besleyen tavırları gerginliğin siyasal sebebini de anlamamıza yardımcı oluyor. Karadavi’nin açıklamaları böylesi bir zeminde yapılıyor.
Özellikle Hizbullah’ın 2006 Temmuzu’nda kazandığı tarihî zafer ile İslam dünyasında kazandığı sempati vesilesiyle Şii çevrelerin bu sempatiyi Şiiliğin tebliğinde bir argüman olarak kullanıyor olmaları da söz konusu gerginliği artıran bir faktör. Hizbullah’ın anti-Amerikan etkisinin kırılması için Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır aktif olarak Hizbullah’ın Şii olduğu ve Sünnilerin Şiilerle (dolayısıyla Hizbullah’la) aynı çizgide buluşmamaları gerektiği fikrini yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Şiiliğe karşı Sünni alternatifler ve kahramanlar üretilmeye de özen gösteriliyor. Burada yaptığı katliamlara rağmen Saddam Hüseyin’in bir kahraman olarak öne çıkartılması hatırlanabilir ki Karadavi, Saddam’ın idamının ardından yaptığı konuşmayla gündeme gelmişti. Karadavi, Cuma hutbesinde Saddam’ı “şehid” olarak anmıştı.
Karadavi, son tartışmaları alevlendirdiği konuşmasında özetle, Şiilerin kafir olmadıklarını ancak itikadda ve amelde çeşitli sapıklıklar içinde olduklarını belirterek, Şiilerin Sünnileri Şiileştirmeye çalıştıklarını ve bunun bir tehdit içerdiğini ifade ediyor. Sünnilerin Şiileştirilmesi çabalarına son verilmesini isteyen Karadavi, Şiilerin “kafir” değil ama “sapık” olduklarını, kurtulacak tek fırkanın Sünniler olacağını da söylüyor. Karadavi, Şiilerin sahabeye hakaret ettiklerini de sözlerine ekliyor.
Tüm bunlara rağmen İsrail’e karşı Hizbullah’ı, Amerika’ya karşı İran’ı desteklediğinin altını çizen Karadavi’nin el-Yevm gazetesine verdiği mülakâtla birlikte İran’ın yarı-resmi haber ajansı Mehr ajansından bir editörün Karadavi’ye yönelik saygı ve adalet sınırlarını aşan ithamlarına karşılık, çok daha sert bir dizi açıklama daha yaptı. Karadavi’nin bulunduğu konum dolayısıyla bir haber ajansının editörüyle polemiğe giriyor olması garip bir durumdu. Oysa Mehr ajansı kurumsal olarak böyle bir açıklama yapmamıştı. Bir cevap verilecekse zaten saygı sınırlarını aşmış olan Mehr editörüne zehir zemberek bir açıklamayla cevap vermek yerine daha yapıcı ve kuşatıcı bir tavır sergilenebilirdi. Karadavi’nin açıklamaları Mehr editörüne verilen bir cevabı aşıp yeni tartışmalara yol açacak şiddetteydi.
Fethi Yeken, Muhammed Avva ve Fehmi Huveydi gibi Sünni dünyanın önde gelen isimlerinden, Dar’ut Takrib Başkanı Ayetullah Teshiri ve Muhammed Hüseyin Fadlullah gibi Şii dünyanın önderlerinden Karadavi’nin açıklamalarına tepkiler geldi.
Mısırlı ünlü düşünür ve gazeteci Fehmi Huveydi “Yanlış Yaptın Mevlana (Üstadımız)!” başlıklı makalesinde şu ifadelere yer verdi: “Üstelik üstad, görüşlerini açıklarken aşina olduğumuz üslubunun dışında bir üslup kullanmıştır. Yani üstad, iddia ettiği Şiilerin verdiği zararlar ile kendisinin yaptığı konuşmanın verdiği zararı kıyaslarsa iki zarar arasında biri küçük diğeri büyük iki zarar arasında ya da biri küçük diğeri büyük olmak üzere iki şer arasında seçim yapmak durumunda kaldığımızı görecektir. Üstadın da başını çektiği fıkıhçılara göre iki zarar ya da iki şer arasında denge kurmak, bizim küçük zararı büyük zarara tercih etmemizi gerektiriyor. Başka bir deyişle daha büyük zararın önüne geçmek için küçük zarar karşısında susmak gerektiğini gerektiriyor. Ancak maalesef böyle olmadı. Üstadın zikrettiği gerçekleri ya da anlatmak istediklerini tartışacak değilim. Ayrıca ben üstadın söylediklerine nisbi olarak katılıyorum da.”
Fethi Yeken de kendisiyle yapılan bir röportaj da şunları ifade etti: “Mezhepçi yaklaşımlar ekini ve nesli yok etmiştir. Kardeşle kardeşi birbirine kırdırmış, iç savaş ve fitneler birçok Arap ve İslam ülkesinde patlak vermiştir. Mezhepçi yaklaşım daima tahripkâr ve yıkıcı olmuştur. Bu yaklaşımın yapıcı olması mümkün değildir. Bu yaklaşım hiçbir zaman bir şey inşa etmez, geliştirmez, ilerleme kaydetmez, İslami hareketin hareket alanını genişletmez. Bilakis tersi sonuçlar doğurur. Mesela sahabeye (Allah onlardan razı olsun) lanet meselesi çatışma yaratan ihtilaf noktalarından biridir. Mezhebi fitnenin uyandırılmasına neden olan ve insanların içindeki negatif duyguları ortaya çıkaran bir unsurdur. Biz onlara şunu söylüyoruz: ‘Cennetle müjdelenmiş insanlara nasıl lanet ederiz? Buradan başlayalım.’ Tabii burada bizim çağrılarımıza kulak veren birçok insan çıktı ve özellikle Muhammed Hüseyin Fadlullah ve Hasan Nasrullah gibi Hizbullah içerisinde etkin olan Şii merciler sahabeye sebbetmenin haram olduğunu belirten fetvalar yayınladılar.”
Dolayısıyla Karadavi’nin mezheplerin yakınlaştırılması ve hatalı olarak görülen problemli konuların genellemelerle tüm muhataplara bir ithama dönüştürmemesi gerekiyordu. Ancak açıklamaları, Şiiler içindeki olumlu tavırları destekleyerek diyalog imkanını geliştirmek yerine problem noktalarını öne çıkartmak şeşklinde tezahür etti. Karadavi’nin aynı zamanda Dar’ut Takrib’teki çalışma arkadaşı olan Ayetullah Teshiri de Şeyh Karadavi'nin bu açıklamalarına cevap vererek, İslam dünyasının ihtilaf ve tefrikadan mustarip olduğu bir dönemde, bu tür açıklamaların İslam ümmetine olumsuz etki yapacağını, Karadavi'nin bu açıklamalarının radikal grupların baskısıyla gerçekleştiğini, Karadavi'nin bu girişiminin İslam ümmetine bir katkısı olmayacağını belirtti.
Karadavi'nin açıklamalarından hemen sonra el altından Karadavi'ye karşı bir girişim başlatan Dünya Müslüman Alimler Birliği Genel Sekreteri Selim el-Avvâ, bu girişiminin el-Mısrıyyûn gazetesi tarafından deşifre edilmesiyle geri adım atmak zorunda kaldı. Tunuslu düşünür ve siyasetçi Gannuşi, el-Avvâ ve Huveydi'nin aksine, “Hepimiz Yusuf el-Karadavi'yiz!” başlıklı makalesiyle Karadavi'ye açık desteğini ilan etti. El-Ezher Alimleri Cephesi de yayınladığı bir bildiriyle Karadavi'nin tavrını onayladı.
Bu gerginlik içersinde Hizbullah’ı desteklediğni söyleyen Karadavi, Sünni toplumların Şiileştirilmesinin tehlikesine, Lübnan'dan da örnek verdi. Karadavi “Tehlikeyi gözlerimizle görüyoruz... Lübnan’da Hizbullah’ın son Beyrut saldırısında da tehlikeye şahit olduk!” dedi. Üstadın bu tavrıyla Hariri söylemiyle aynı dili kullanması şaşkınlık yarattı.
“Oğlum, Nasrullah'ı Çok Seviyor!”
Tartışmada ileri sürülen ikinci iddia ise şu oldu: Lübnanlı âlim Ali Kurani, Ehl-i Beyt televizyonuna yaptığı açıklamada, Karadavi’nin oğlu Abdurrahman el-Karadavi’nin Şia mezhebini seçtiğini ve babasının son zamanlarda bu durumdan rahatsız olarak Şia aleyhinde ayrılıkçı açıklamalarda bulunduğunu belirtti. Bu açıklamadan dolayı son bir hafta içerisinde çeşitli ülkelerden Sünni ve Şii Müslümanların sorularına muhatap olan Hüccetü’l-İslam Ali Kurani, el-Envar televizyonu ve el-Gadir internet sitesine çıkarak soruları cevapladı ve Abdurrahman el-Karadavi’nin Şia mezhebine geçtiğinden emin olduğunu iddia etti. Karadavi ise, oğlunun mezhep değiştirerek Şia olduğu haberinin yayılma sebepleri hakkında açıklama yaparken, “Abdurrahman, Seyyid Hasan Nasrullah'ı çok seviyor, onun hayranı. Seyyid Nasrullah'ı, İslami direnişin sembolü olarak görüyor. Hatta birçok kez, Güney Lübnan'a davet edildi.” şeklinde konuştu.
Abdurrrahman, daha sonra ed-Dustur gazetesinde yayınlanan kasidesiyle Şii olduğu iddialarını yalanladı. Mısır'da yayınlanan gazeteye gönderdiği kasidede, İslam ümmetinin karşı karşıya olduğu tehlikeler önünde birlik olmasının önemine de vurgu yaptı.
Tartışmada Son Durum: Kılıçlar Kınına Sokuldu
Katar'ın başkenti Doha'da bir araya gelen Müslüman Alimler Birliği, Şii-Sünni meselesinde ortak bir deklarasyon yayımladı. Deklarasyon metni Yusuf el-Karadavi’nin “Sünni toplumlarda Şii yayılmacılığına ve Şii kanat tarafından Peygamber (s)’in ashabına yapılan hakaretlere, dil uzatmalara son vermek gerekir.” şeklindeki görüşlerini yansıtıyordu. Deklarasyon ayrıca Şii âlimlerin Şiilerce okunan mushafın muharref olmadığı şeklindeki bakış açıları için zımni bir onay içeriyordu.
Deklarasyon, Birlik Başkanı Karadavi’nin Şii ve Sünnilikle ilgili yaptığı açıklamaların, bir mezhebin yaygın olduğu bir yerde başka bir mezhep yayarak ümmetin birliğine zarar veren faaliyetlere işaret etmek amacıyla yapıldığına dikkat çekerek aşağıdaki konular üzerinde durmak gerektiğini vurguladı.
Bu noktaların başında tüm mezhep farklılıklarının bir tarafa bırakılarak İslam ümmetinin birlik olması ve en yüce merci olarak her türlü tahrif, ilave ve eksikliğe karşı bizzat Allah tarafından korunan Kur’an’ı ve sünnet-i mutahharayı kabul etmesi geliyor. Deklarasyon ayrıca daha önce Sünni ve Şii mezhebe mensup âlim ve mercilerin Peygamberimizin (s) değerli eşlerine ve sahabelerine saygı göstermenin vacib, onlara dil uzatmanın haram olduğuna dair verdikleri kararı desteklediğini bildirdi. Bir mezhebin yaygın olduğu bir bölgede başka bir mezhebin yayılması için örgütlü ya da destekli faaliyette bulunmaya son vermek gerektiğini belirtti. Deklarasyon, Müslüman kanı akıtmanın ve mezhep ya da etnik sebeplerle savaşmanın haram olduğunu ayrıca İslam ülkelerinde yaşayan farklı mezheplere mensup azınlıkların haklarına saygı göstermek gerektiğini kaydetti. Burada Fadlullah’ın Sünnilerin değerlerine, saygı duyduğu kişilere hakaret edilmesini yasaklayan tavrının örnek bir tavır olduğunun altını çizmemiz gerekiyor.
Ayrıca tartışmanın tarafları olarak söz konusu toplantıda gerilimin azalmış olduğu, Şii kesimin âlimleriyle Karadavi’nin samimi bir ortamda beraberlik mesajı verikleri de gözlemlendi. Karadavi’nin başlattığı tartışmanın belki de olumlu tarafı “karşılıklı saygı” konusunda beliren ortak iradeydi. Bu ortak iradeyi gösterebilmek için Fadlullah ve Teshiri gibi âlimlerle Karadavi ve Fethi Yeken gibi âlimlerin Sünnilik ve Şiilik değil İslam’ın maslahatlarını daha çok öne çıkarmaları gerekiyor.
Çözüm Mezheplerin Yakınlaştırılması ve Ortak Noktaların Vurgulanmasında
Kişinin hak üzerinde olup olmadığı hangi mezhebe tabi olduğundan değil, Kur’an’ın temel ilkeleriyle ne kadar uyumlu bir akide ve amel sahibi olduğuyla ilgilidir. Müslümanların ortak noktalarda buluşmalarıdır. Bu tutarlılık Güney Lübnan ile Filistin arasındaki farkı ortadan kaldırıyor. Bu sebeple Şiilik/Sünnilik/İbadilik/Zeydilik gibi İslam yorumlarının hepsinden alınabilecek güzellikleri miras olarak alıp, hepsinde bulunabilecek sorunlu yönleri ayıklamakla mükellef olduğumuz unutulmamalıdır. Karadavi’nin terminolojisiyle ifade edersek; öncelikler fıkhının evveliyâtı, mezheplerin ve yorumların değil İslami ilkelerin ve maslahatların gözetilmesidir!