Yeni Şafak gazetesinde 14 Kasım 1996 tarihinde yayımlanan Kadriye Yılmaz Koca imzalı "Ölü hırsızlarından intihar saldırılarına" başlıklı makaleyi okuduğumuzda "ciddiyet", "basiret", "tahlil becerisi" gibi unsurların göreliliği üzerine daha yoğun düşünmemiz gerektiğini hissettik. Hele hele, bizi böyle düşünmeye sevkeden yazı, müslümanlara hitabettiğini iddia eden bir gazetede yayımlanırsa olayın vehameti daha ciddi boyutlara taşınıyordu.
Yazının içeriğini belirleyen olaylar Türkiye'de, yani yaşadığımız coğrafyanın malum sınırları içerisinde vuku buluyordu. Ancak yazarın üslubu, özlemleri, hayalleri, tutkuları ve bunlara dayanan tahlilleri açısından okuyucunun kendisini Ren Nehri kıyılarında hissedebilmesi için tüm engeller başarıyla ortadan kaldırılıyordu. Gerçekten de İsviçre, Avusturya ya da Alaska tasvirlerinden yola çıkarak başlattığı yolculuğun Hawai'de mi yoksa Karaip Adaları'nda mı biteceği yolundaki merakımız, ikinci sütundan itibaren ister istemez, kurgusal dünyaların yalancı cennetinde çizilen tablolarda geçen "kara", "terörist", "terör", "kadın" gibi kavramların dört sütunda kaç defa tekrarlandığına dair, gazete köşesi eğlencelerinin vakit öldürücü eylemliliğine dönüşüyordu.
Ülkemizin yarınları aydınlıktı. Ah bir de ellerimizde el bebek gül bebek büyüttüğümüz "toplumsal barışımız"ı dinamitlemeye çalışanlar olmasaydı.
Gerçi aynı Anadolu'da bir kaç zamandır ufak tefek çatışmalar da yaşanıyordu. Ama sosyologumuz muhtemelen bunlardan habersizdi. "Güvenlik güçleri"ne olan güveniyle Anadolu'nun berrak suları, başı dumanlı dağları, kır çiçeklerinin albenili renkleri birleştiğinde "post-hipnotik telkin yöntemi"yle "ölüme ve Öldürmeye şartlandırılanlar"a "ayışığının her gece söylediği melodi"yi hatırlatabilmek mümkün müydü acaba?
Savaş, gitmesek de görmesek de Tanzanya'da değil 'O'rada yaşanıyordu. Anadolu'nun berrak derelerini görmeden paçaları sıvayan ve atı alıp güzel nehirleri geçen taraflar arasında. Masmavi gözlü ve kıvır kıvır saçlı minik yavrular ise başı dumanlı evlerini terk edip yaban otlarının ortasındaki yırtık çadırların içinde kara kışın geçmesini dört gözle bekliyorlardı. Ya anaları. Onlar da muhtemelen, vakitlerini evlatlarına "kol kanat geren" ve somun somun ekmeğe boğan devletin ve güvenlik güçlerinin kendilerine sunduğu "imkanlara" dua ederek geçiliyorlardı.
Tüm kara tablolar, karartmalar, kapkara insanlar ve simsiyah görüntüler içerisinde acı çeken hamile kadınlar ve analara ithaf edilen bu yazıyı mutlaka okumalısınız. Çünkü Alplerin eteklerinde çizgi film kahramanı Heidi'nin çoban Peter'le birlikte yaşadıkları Polyanna tandanslı toplumsal barış tasvirlerinin yerle bir edilmesine sebebiyet veren kapkaranlık tahlillere başka bir yerde rastlayabilmeniz pek mümkün değil. Bizden söylemesi...