“Bu musallada yatan benim kızım.Ufak tefek hataları olabilir ama o asla şirk koşanlardan olmadı.” (M. Baki Kızıltepe’nin cenazedeki konuşmasından)
Neden anlatmamız güçleşir bazı şeyleri?
Neden düğümlenir sözcükler boğazımızdan ta parmaklarımızın ucuna kadar?
Yoksa üstünde durmaya değmez onlarca belki yüzlerce hatırsız ve vefasızlara vakit ayırdığımızdan mıdır?
İçimize hapsettiğimiz ve sonra da bu hapsediş üzerine trilyarlarca sözcükle konuşup konuşup hiçbir şey yap(a)madığımızdan mıdır?
Uzun uzadıya devam eden hayallerin peşinde koşarken kendi kendimize ördüğümüz bir yumağın içinde kaybolup kaybolup tekrar ortaya çıkıverdiğimizden midir?
En sahih kavramlarla yola çıkıp çıkıp birdenbire üzerimize çöken yorgunluğun hakikatle olan çelişkisinden midir?
Biri de olabilir hepsi de.
Ancak her zaman böyle olmuyor tabi. Bazen hiçbir şey yapmasanız da karşılaştığınız bir olay gördüğünüz bir manzara duyduğunuz bir çift söz her şeyi bir çırpıda anlatıveriyor. Hiç öyle abartıya kaçmadan. Hiç öyle iddialı nutuklar atmadan. Hiç öyle buzgibi bir havada ıpıssız bir boşluktaymışsınız gibi hissetmeden.
Uzak limanlara yelken açmış olma hedefini yakalamış olmanın vermiş olduğu başarılılık düşüncesinden. Yıldırıcı, baskıcı ve dayatmacı bir toplumsal düzenin içinde hak edilmiş özgürlüklere birer birer kavuşup bunları kalıcı hale getirecek inisiyatiflerde topyekûn bir çabayı büyütebilmek fikrine duyulan gereksiz korkulardan.
Varsın gözümüzün önünde olsun her şey.Kaygısızlıklar ve adam sendecilikler… Kahkahalar hepsi gözümüzün önünde olsun.Çalmasını beklediğimiz telefonların çalmayışı da!
İnkâr edemeyeceğimiz kadar açık ve net hatta kesin bir bilgi gibi yaşadığımızın çok fazla farkındayız.
Hadi çevremizde yaşanan bolca ve bıktırıcı boş vermişlikler ve çuval dolusu yalanlardan sorumlu olmayalım. Peki gözyaşları?
Ardı ardına gelen hüzünlü saatler, günler, haftalar ve aylar…
Kalabalıkların ortasında yaşanan korkunç yalnızlıklar…
Düşlerde daralan daralan ve gittikçe boğucu hale gelen çaresizlikler…
Oysa hiçbir zaman kül rengi bir hayat istemedi baban. Köşelere çekilip kalmış istifini bozmadan içeceğini yudumlayanlardan olmadı. Adil bir şahitliğin şifrelerini çöze çöze yürüdü; hayatının seninle olmayacak bölümlerinde de devam edecek yürüyüşüne.
Adım adım da olsa bir direniş büyütmek istedi seninle ve sizlerle beraber,hep beraber.Milim milim de olsa aziz bir kitabın buyruklarının peşinden gitmeyi yeğledi.Gram gram azalırken bile umutluydu.
Tam anlamlandıramasan bile çağların ardından yürüyen mübarek bir yoldu bu babanınki. Yitip giden anların kaybedeni değil ıslah edici işlerle dolu bir hayatın kazananı oldu.
Gölgelere tek tek işaret koyarak dağların eteklerinde karanlıklara gömülmek istenen yerleri ortaya çıkartıyordu eliyle. Rabbinin izniyle akan sular ve nemli yüzüne çarpan rüzgâr, titretse de bedenini sıkardı dişlerini. Hayat ve gerçekler onun için geçmeye çalıştığı ırmakta tesadüfen tenine değen balıklar gibi değildi. Tam tersine ayağını bastığı yeri önce bir sağlamlaştırır sonra sakinleşemezdi bir türlü ve heyecanı gözlerine yansıyan bir yılan değildi.
Ancak şunun da farkındaydı ki asfalt ayağını bastıkça ayağının altından kayan kumlar gibiydi. Sanki güneşe uzanmak istercesine uzatıp uzatıp kollarını sonrasında yükseklerden aşağıya süzülüyormuş gibi yapardı, siz anlamazdınız! Kim bilir belki de oyun zannederdiniz.
Sık sık ellerini açıp, olmayan birisine seslenirmiş gibi eğilir eğilir sonra doğrulurdu. Kulaklarında hep bir tını hep aynı melodi; hüzünden sıyrılmış yumruğunu harekete geçiren belki. Mırıldanırken uyuyakalırdı çoğu kez ama bazen de düşlerinde yaşattığı senin sesini anlatmaya çalışırdı oturduğu sandalyeye, önünde duran masaya, kaldırımların asfaltla birleştiği yerlere,bulabilse yosunlara ve evsizlere,kimsesizlere, etrafı böğürtlen kaplı patikalara.
Cumartesilerde büyüttü baban sizi. “Direne direne kazanacağız!” diye haykırırken minicik yüreğinde bir ürperti oluyordu belki de.Çok sonraları kavrayacağınız ve size onurlu bir direnişin miras bırakıldığını fark edeceğiniz yaşlara yeni erişmişken henüz; adeta koşa koşa ve hızlıca ayrıldın babandan ve aramızdan.
Şimdi uzun zaman önce yazılıp kapımıza bırakılmış fakat dikkatimizi çekip de oku(ya)madığımız bir not gibi kenarları henüz açılmamış ve hazır halde bekliyor hüzün.Gözleri en sevdiği hırkayı arar ya insanın şimdi aynı öylesin sen bizim için.Kurduğumuz tüm hayaller ta senin çocukluğundan beri hep aynıydı fakat tam kırmaya azmettiğimiz tüm prangalar bir bir kırılmışken bahçesinde koşacağımız özgürlüğün tadına bir burukluk,havasına bir dondurucu poyraz karıştı.
Mahallede yangın var deyip hiçbir şey yapmayanlar yine hep aynı. Önemsediklerini zannettirip bizi kandırdıklarını zannedenler de hâlâ aynılar. İçleri bomboş cümleler kuranlar, algılarının eşikleri karartılarla dolu olanlar, kuklacıyı bulduğunu iddia eden masabaşı duayenlerinde de hiçbir değişiklik yok.
Islah çizgisini kalınlaştırmak için koşturanlar ise kaç gün olduğunu değil kaç saat olduğunu bilecekler neredeyse senin babandan ayrıldığın andan bu zamana kadar.
Hakkıyla ve layıkıyla ortaya konmuş çabaların tamamı bir araya da gelseler senin bize dönmeyeceğinin tam tersine bizlerin birer birer sana doğru yol aldığımızın farkında olarak yaşıyoruz.
Kimine seslilik bir cezadır kimine ise sessizlik.
Ölümün bir ayrılıştan çok güzel bir buluşmanın habercisi olduğuna iman etmiş baban şöyle mırıldanıyor hâlâ:
“O asla şirk koşanlardan olmadı.”