Zulüm ve tuğyan üzerine kurulu bir statükonun hakim olduğu ortamlarda tevhid ve adalet davası güden insanların en güçlü silahları uyanık bilinçleri ve harekete sevk edici duyarlılıklarıdır. Bunlar insana dirilik verir, sorumluluklarını hatırlatır ve aynı zamanda da ifaya davet eder. İnsanları insan kılan da budur zaten; yoksa sürüden ne farkları kalır ki? Öyleyse 'sürüleşmenin' ilk adımlarından birinin 'kanıksamak' olduğunu rahatlıkta söylemek mümkündür. Kanıksamak adaletsizliğin egemen olduğu bir dünya düzeninde ve ulusal ölçekte onun daha da şedit bir uzantısının hüküm sürdüğü bir coğrafyada yaşayan insanlar olarak karşı karşıya olduğumuz en büyük tehlikelerden biridir. Kanıksamak haksızlığın, tuğyanın bilincimizi ve duyarlılığımızı örtmesi, zulmün sıradanlaşması demektir.
Zulüm ve sömürü düzenleri bizden; her gün okuduğumuz gazete sayfalarındaki ya da dinlediğimiz radyoların, izlediğimiz televizyonların haber bültenlerinde yüz yüze gelinen vahşilikleri, haksızlıkları, zalimlikleri boş gözlerle seyretmemizi ve herşeyi 'normal' karşılamamızı beklerler. İnsanın insan yanını törpüleyen, aşındıran bir vurdumduymazlıkla en vahşi cinayetleri dahi soğukkanlı biçimde karşılamamız, konu ne olursa olsun zihnimizi, bize hangi istikamet gösteriliyorsa o şekilde çalıştırmamız istenir.
Egemenlerin görmeyi en çok istedikleri şey muhataplarının kendilerine sunulanlara alışmalarıdır. Çünkü alışmak bağımlılığa yol açar. Ve yeterince direnç göstermeyen, her fırsatta karşı koyma bilinciyle hareket etmeyenlerin zamanla en uzak oldukları şeylere dahi alıştıkları/alıştırıldıkları vakıadır. Yaşadığımız dünyada, ülkede, çevrede meydana gelen zulüm ve ifsad karşısında duyarsızlıkla başlayan tutumlar süreç İçinde kabule dönüşme potansiyeline sahiptir. Bu yüzden elimizle değiştirebilme imkanımız kalmadığı durumlarda dahi zulüm ve haksızlıklar karşısında sessiz kalmayıp tepki göstermek; hatta sesimizin kesildiği ortamlarda bile aklımızla, kalbimizle tavır almak şarttır. Yani kısacası alışmamak, normal karşılamamak, kanıksamamak zorundayız. Zulme, haksızlığa, ikiyüzlülük ve aldatmaya teslim olmamak, itiraz etmek zorundayız. Zihnimizi ve yüreğimizi çölleştirmeyi, teslim almayı hedefleyen bombardıman karşısında elimizde, avucumuzda ne varsa onunla karşı durmalı, akıntıya karşı bir direnç, bir itiraz hattını korumalıyız.
Neye mi itiraz etmeliyiz? Yeryüzünün Hanlığına soyunan 'büyük şeytan'ın hak, hukuk, ölçü tanımaksızın dünyayı istediği biçimde dizayn etme siyasetinden başlayarak; bölgesel ya da ulusal çapta, giderek en yakın çevremizde yansımalarına şahit olduğumuz her türlü adaletsizlik ve hukuksuzluğa... En azından bütün bunlar, bizler için bir sorumluluk içermeli, zihnimizde ve kalbimizde bir tepkiye ve tavra yol açmalıdır. Ve asla zulümler, haksızlıklar ve azgınlıklar bizim nezdimizde sıradanlaşmamalı, normalleşmemelidir.
Örneğin, Amerika'nın terörle mücadele adına Afganistan'da sürdürdüğü katliama dair bilgilerin uluslar arası medya için giderek basit, sıradan haber niteliği arz etmeye başladığı görülüyor. Ama uluslararası hukuka, insan haklarına, egemenlik ilkesine ve en önemlisi insanlığa sığmayan bu vahşet asla bir kaza, hatta sıradan cinayet olarak dahi görülemez. Yıllardır Irak'a karşı uyguladığı bombardıman siyasetini şimdi de Afganistan'da tekrarlamakla ABD'nin emperyalist ve saldırgan yüzü açığa çıkmaktadır. Öte yandan, kendi halkının bombalanmasını meşru göstermeye çalışan açıklamalar yapmaktan çekinmeyen Hamid Karzai başkanlığında yeni kurulan hükümet göstermiştir ki; Sovyet kuklası Babrak Karmallar'dan, Necibullah'tandan bu yana geçen zaman zarfında Afganistan'da değişen pek fazla bir şey olmamıştır. Öylesine garip ki, Bonn'da müzakere edilip, Amerikan, İngiliz birliklerinin gölgesinde kurulan bu hükümetin başbakanı emperyalistlerin peşine takıldığını unutup, işgalci sıfatını Arap, Pakistanlı, Çeçen ve diğer müslüman muhacirler için kullanabilmektedir.
Emperyalist dünya düzeni ve propaganda mekanizması Afganistan olayında olduğu gibi Filistin ve Keşmir'de süregelen işgalleri de kanıksatma çabası içinde. Mesele, terör kavramı odağa oturtulmak suretiyle çarpıtılıyor. Her zaman yapıldığı gibi sebepler atlanıp sonuçlar üzerinden konu sunuluyor. O da eksik, yanlış ve çarpıtmayla yapılıyor. Elli yılı aşkın bir süredir devam eden Hint ve Siyonist işgallerinin adeta doğal durummuş gibi algılanması için asla sorunların özüne değinilmiyor. Yakın vadede yaşananlar konusunda bile dürüst davranılmıyor. Mesela, Aksa İntifadası başladığından beri İsrail tarafında ölen her bir kişiye karşılık Filistin tarafında en az 5 ya da 6 can kaybı var. Buna rağmen İsrail 'terör mağduru' rolünü oynuyor ve tüm dünya da bu çirkin oyunu seyrediyor. Hamas ve İslami Cihad hareketlerini 'terör örgütü' sıfatıyla yaftalama hususunda emperyalist propaganda o kadar ısrarlı davrandı ki, Siyonist teröre karşı çıkan pek çok çevrenin söyleminde bile İsrail ile bu hareketlerin eylemleri birlikte kınanıyor. İşgal eden ile işgale direnenin aynı düzleme konulmasının özünde haksız ve zalimane bir tutum olduğu gerçeği ise görmezden geliniyor, ya da artık fark edilmiyor.
Afganistan'dan sonra Amerika'nın yeni hedefi neresi olacak, Irak mı, Somali mi, Yemen mi, Sudan mı? sorusu o kadar doğal bir formda dile getiriliyor ki, sanki bir başka ülkenin işgalinden, bir halkın katliama uğratılmasından değil de, toto oyunundan söz ediliyor gibi. ABD'nin her şeye muktedir olduğu, daha da ilerisi her şeye hakkı olduğu şeklindeki bir sömürge mantığı üzerimize boca ediliyor ve fazla da sorgulamaksızın bu mantığa boyun eğilmesi bekleniyor.
Benzeri bir alıştırma siyasetini 'yerli' pratiklerde de bolca müşahede edebiliyoruz. Başörtüsü zulmü her geçen gün biraz daha azgınlaşarak yoluna devam ediyor. Ama artık ne başörtülü oldukları için okul kapıları yüzlerine kapanan öğrenciler, ne doludizgin süren memuriyetten ihraçlar gündemde fazla yer bulmuyor. Ardı ardına verilen parti kapatma kararlarıyla müslüman kadının inancının şiarı olan başörtüsüne karşı açılan savaşın hukuk zırhına büründürülmesi adımları bile tepkisiz ve itirazsız seyredilmekte. Giderek acziyet halinin örtülü kabule dönüşmesi şeklinde bir hal yaygınlaşmakta. Sokakta kıyafetlerinden dolayı insanların gözaltına alınıp, mahkemeye sevk edilmeleri, ifade ve örgütlenme özgürlükleri konusunda her gün yaşanan yeni ihlaller, hak gasplarına sanki alışılıyor.
Üniversitelerde Kürtçe'ye özgürlük talebi içeren dilekçe verdikleri için öğrencilerin sorgudan geçirilmelerinin sıradan bir hadise şeklinde algılanabildiği bir vasatta gestapo zihniyetli bir ruh hastasının rektörlük seçimlerinde öğretim üyelerinden en fazla oy alan aday olması şaşırtıcı ve düşündüren bir sonuç olarak algılanmıyor.
Bu ülkenin cezaevlerinde hayata dönüş adı verilen operasyonlarda insanlar katlediliyor, bir de üzerlerine suçlu damgası vuruluyor. İşkence ve tecrit siyasetine itirazlarını ancak bedenlerini ölüme yatırarak dile getirebilen insanların ardı ardına ölümleri dahi kimsenin kılını kıpırdatmıyor. Baro başkanlarının daha fazla ölüm olmasın kaygısıyla adalet bakanına sundukları, her birinde üçer kişinin kaldığı üç hücrenin kapılarının birbirine açılması suretiyle dokuz hükümlünün belli zamanlarda bir araya gelebilmesine imkan tanınması önerisinin bakan tarafından pervasızlıkla geçiştirilmesi nasıl olur da sıradan bir gelişme şeklinde değerlendirilebilir? "Mevzuat müsaade etmiyor" gerekçesinin ardına saklı insan hayatına değer vermeyen ve imhacı yaklaşım açıkça sırıtmıyor mu?
Ve tüm bu ve benzeri hadiseler, gelişmeler karşısında tepkisiz, itirazsız, kaygısız ve duyarsız kalarak müslüman olmak, muhalif olmak söz konusu olabilir mi? Müslümanlık, muhaliflik bir yana, insan kalabilmenin imkanı var mıdır?
Her gün akıp giden haberlerin, olayların içinde, zaman zaman da olsa, içimizden birşeylerin kopup gittiğini hissedebiliyor muyuz? Okuduklarımız, duyduklarımız, gördüklerimiz karşısında ne duyuyor, ne düşünüyoruz? Bir zamanlar bizi rahatsız eden, içimizde sıkıntıya, huzursuzluğa yol açan, sorumluluk bilinciyle tepki vermeye sevk eden olaylar, gelişmeler yine içimizde birtakım kıpırtılara yol açıyor mu? Yoksa giderek içimizde bir şeylerin söndüğünü mü hissediyoruz?
Zulme rızanın zulüm olduğu ilkesinden hareketle bulunduğumuz her ortamda ve sahip olduğumuz her türlü imkanla zulme karşı isyanı yaşatmanın akidevi sorumluluğumuz olduğunu biliyoruz. Öyleyse amellerimiz de akidemizi mi yansıtmalı, mazeretlerimiz değil, tutarlılığımız öne çıkmalıdır. Sessiz ve tepkisiz kalmanın en azından bir zaaf, kurtulunması gereken bir hastalık olduğunun bilincinde olarak hareket etmeli; şirkin ve zulmün egemen olduğu ortamlarda en azından zihnimizi ve yüreğimizi egemen kalıplara ve söylemlere teslim etmemeliyiz. Bugün bu noktada direnç göstermek yarınlarda ifsadı ortadan kaldırmak için gerekli uzun yürüyüşün ilk adımlarını sağlayacaktır.