Kudüs kitabi son üç büyük dinin yaşayıp serpildiği tebliğ ve mücadele mekanı olan, tarihi ve siyasi bir merkezdir. Kudüs, hem vahye iman edenler hem stratejik çıkarlar peşindeki egemenler açısından tarihin her döneminde gündemi şekillendiren temel ilgi alanlarından birisi olmuştur. Tarih boyunca bu şehirle birlikte oluşan dini ilginin var kıldığı sosyal doku, siyasi coğrafyaların belirlenmesinde de tayin edici rol oynamıştır. Ancak biz Müslümanlar için Kudüs ve çevresini ifade eden Filistin toprakları, 'ulus devlet' ve 'ulus vatan' kavramları açısından değil, dini ve tarihi ehemmiyeti açısından öncelikli öneme sahiptir. Bu beldeler, ancak hanif olan, İbrahim dinine varis olan mü'minlerin inisiyatifinde adalet ve esenliğe kavuşabilir. Bu beldelere adalet, esenlik ve özgürlük getirebilecek olanlar da tevhidi bilinç ve ilkeler üzerine yaşamlarını ikame edenler olacaktır.
Vahyi işaretlerin ve armağanların taşıyıcısı olarak bilinen bu belde, Hac mahalli olarak Hz. İbrahim ve oğlu tarafından inşa edilen Mescid-i Haram (Kabe)'ın (İsra, 17/1) son kıble mahalli kılındığı zamana kadar bütün mü'minlerin namazlarında yöneldikleri kıblegahlarıydı. Ancak Hz. Muhammed'in Medine'ye hicretinden sonra kıblenin Mekke'deki Kabe'ye yöneltilmesi, vahyi işaret ve armağanlarıyla, manevi, tarihi ve stratejik değerleriyle Kudüs'ün önemini neshetmemektedir. Bu nedenledir ki son nebi ve rasul olan Hz. Muhammed'in, kuşatmalar altında yaşadığı Mekke'den, cahili kuşatmanın en çok azgınlaştığı günlerde bazı alametleri (min ayatına) görmesi için çevresi mübarek kılınmış (ellezi barekna havlehu) Mescid-i Aksa'ya müciz bir gece yolculuğu ile götürülerek1 şereflendirilmesi, Kudüs'ün Müslümanlar açısından önemini açıkça ortaya koymaktadır. Rasulullah (s)'a en zor günlerinde Rabbimizin sunduğu bu gaybi yardımın sergilendiği mahal, ilk kıblemiz Mescid-i Aksa'nın (Uzak Mescid) bulunduğu Kudüs şehri olmuştur. İbrahim peygamberden bu yana Kudüs'ün bilinen değeri böylece son peygamber Muhammed ismiyle de perçinlenmiştir. Kudüs Hz. İbrahim'den bu yana tevhid dininin en belirgin taşıyıcı mahalli ve peygamberlerin vatanı olmuş; vahyi alametlerle değeri yükseltilmiş ve ilk kıblemizin çevresi mübarek kılınmıştır.
Kudüs Hz. İbrahim'in hanif yolunu takip eden müminlerin mübarek mirasıdır. Ancak bu mübarek mirası tarihin bazı kesitlerinde kirleten kuşatmalar ve müptezel bozulmalar, her daim kanayan yaramızı oluşturmuştur. Bu yaramız Hz. Muhammed öncesinde de kanamış, sonrasında da ve şimdi de kanamaktadır. Mescid-i Aksa'nın diyarı esenlik ve adalet günlerine yeniden kavuşmak için Hz. Talut'larını, Hz. Ömer'lerini beklemektedir.
Günümüzde Kudüs'ü kana boyayan yarayı öncelikle Siyonistler ve işgalci Yahudiler, sonra da bölgenin işbirlikçi yöneticileri derinleştirmektedir. Yahudilik değerlerini, modern batılı paradigmanın ürettiği ulus kimliğin emrine veren ve 20. yüzyılın başından itibaren Batı emperyalizminin Ortadoğu'daki tetikçiliğini üstlenen Siyonizm; hem İbrahimi (as) geleneğe, hem Hz. Musa şeriatına ve Yahudilik değerlerine, hem de bölgenin tarihi mirasına ve insanlarına ihanet içindedir. Siyonizm, Filistin'de Yahudilik değerlerini istismar ederek tüm Müslümanların, bölgedeki mukaddes tarihi mirasın ve siyasi coğrafyanın kalbine hançer olarak saplanmıştır. Etrafı bereketli kılınmış Kudüs'e emperyalist şirk güçlerinin sapladığı hançerin açtığı yara, hem Ortadoğu'yu ve hem de vahyi ve tarihi değerlerimizi kanatmaktadır.
Hançerin açtığı yaradan sızan kanın sıcaklığını en fazla Kudüs'ün mukaddes değerlerine sahip çıkanlar duyumsamaktadır. Çünkü Mescid-i Aksa ve çevresinden bize akıp gelen tarih ve siyasi coğrafya, tevhidi geleneğimizin kök saldığı mekanları ifade etmektedir. Ve şimdi tevhidi ekinimizin kökleri kopartılmak ya da çürütülmek istenmektedir. Kudüs'ün cahili değerlerle kirletilmesi ve Müslümanların Siyonistlerce Kudüs'ten sürülmeye çalışılması vahyi, tarihi ve insani değerlere açılan bir savaştır. Bu nedenledir ki Kudüs, insan olan, erdemli olan, vahye inanan herkesin gözünde bir özgürlük hedefi ve bir direniş meşalesidir.
Kudüs Hakkında İlk Bilgiler
Kudüs, her zaman Nuh peygamberin üç oğlundan birine dayandığı kabul edilen Sami kavimlerin gündeminde olmuş bir şehir. Ken'anlılar, Ugaritler, Fenikeliler, İsrailliler, Amalikalılar, Süryaniler, Araplar vd. bu büyük ailenin farklı kavimlerini ifade etmektedir. Kudüs'ün şimdiki adıyla anılmaya başlaması M.S. 9. yüzyılın ortalarına rastlar. 2 "Kudüs", bereket demektir; ayrıca mübarek, mukaddes, tahir ve temiz anlamlarına gelir. Kudüs'e İslam'ın ilk yıllarında daha ziyade Beytu'l Makdis ya da Mescid-i Aksa denilmekteydi. "Beytu'l Makdis" Kudüs kelimesiyle aynı kökü paylaşmaktadır. Dolayısıyla Beytu'l Makdis bereketli, temiz, mübarek ve mukaddes ev (mescid) anlamlarına gelmektedir. 3
Eski kaynaklarda İlya, Bethammikdas, Beytu'l Makdis, Jeruselam, Urisalim, El-Kudüs isimlerini de alan Kudüs'ün bulunduğu bölge M.Ö. ilk dönemlerde Kenan ülkesi olarak bilinirdi. Bu bölgeye M.Ö. XII. yüzyılda göç eden eski deniz kavimlerinden olan Filistler'in yerleşmesiyle bölge o tarihten itibaren genellikle Filistin olarak anılmaya başlanmıştır. Filistin coğrafyası 4-5 bin yıl önceden bu yana sürekli olarak Sami kavimlerin göçlerine tanıklık etti. Kudüs şehrinin ilk olarak Kenanlılar'ın bir kolu olan Yabuslar veya Yabüsiler tarafından kurulduğuna dair eski metinlerde rivayetler bulunmaktadır. 4 Kudüs'e M.Ö. 2000 yıllarında yerleşen Yabusilerin Kidron nehrine dökülen bir su kaynağını barajla tutmak için yaptıkları su nakil kanalı o döneme işaret eden tarihi bir kalıntıdır.5 Hz. Musa'nın İsrailoğulları'nı Kenan toprağına/Filistin'e götürmeden önce Maide Süresi'nin 12. ayetinde zikredilen İsrailoğulları'ndan 12 kişi öncü olarak söz konusu beldeye gönderilmişti.6 M.Ö. XIII. Yüzyıla doğru Ken'an iline yerleştikten sonra bir İsrail halkından söz açma olanağı doğmuştur. Bu halkın erken tarihi hakkında Kitab-ı Mukaddes metinleri dışında hiçbir belge mevcut değildir.7 Filistin'de ilk İsrail devletinin Saul (Talut) tarafından kurulduğu ve yerine de Hz. Davut'un geçtiği rivayetleri vardır.8
Kitab-ı Mukaddes analizlerinden ise şu sonuç çıkmaktadır: Hz. Davut Mısır ve Babil arasındaki kuvvet dengesinden ustaca yararlanıp Filistin ve Girit askerlerinin başına geçerek Kenan ilinde hakimiyet kurdu ve Kudüs'e yerleşti. Davut hiçbir zaman ülkesinde kavmi ayrımcılık yapmadı.
Hz. Davut vefat ettiğinde yerine Hititli bir kadından doğan oğlu Süleyman geçti. Süleyman Peygamber'in Kudüs'te cinlerin yardımıyla da büyük bir Mescid (Süleyman Mabedi) yaptığını vahyi metinlerden biliyoruz. Hz. Süleyman'dan sonra hakimiyet Kuzey İsrail ve Güney Juda olarak bölündü. Kudüs, Juda'da kaldı. M.Ö. 721'de Suriyeliler İsrail'i işgal ettiler. M.Ö. 587'de ise Juda, Babillilerin eline geçti, Süleyman Mabedi yıkıldı ve Yahudiler Babil'e sürüldü.9 M.Ö. 538'de Kudüs bu sefer Perslerin eline geçti ve Persler Yahudilerin yeniden buraya dönmelerine, eski mabedlerini ve şehir surlarını inşa etmelerine müsaade etti. Bölge ve şehir M.Ö. 332 yılında Mekedonya kralı İskender tarafından işgal edildi. Daha sonra Filistin ve Kudüs, Roma İmparatorluğunun hakimiyetine girdi. Ancak Yahudiler'in M.Ö. 138 yılında Roma İmparatorluğu'na karşı başlattıkları isyan Bizanslı komutan Hadrian tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı. Klasik tarih anlatımına göre Hadrian M.Ö. 135'te Süleyman Mabedi / Beytu'l Makdis kalıntılarını tamamen ortadan kaldırarak yerine Jüpiter adına bir tapınak yaptırdı. Yahudiler M.Ö. 66 yılında ikinci kez ayaklanınca bu defa Bizans Kralı Titus, ayaklanmayı bastırdı ve Yahudileri Kudüs'ten uzak coğrafyalara sürdü. Bu iki ayaklanma arasına tekabül eden tarihlerde Zekeriya Peygamber Kudüs'te yaşamış, akrabası olan Hz. Meryem'in annesi de bu şehirde dünyaya gelmiştir. 10
Tarihi Bilgimizin Kaynağı
Kudüs ve Filistin tarihi hakkındaki bilgilerimizi efsanelerden ayıklayarak değerlendirdiğimizde, karşımıza en önemli kaynak olarak tabii ki vahiy bilgisi çıkacaktır. İkinci önemli kaynak arkeolojik bulgulardır. Vahyi bilgi ve arkeolojik bulgularla test edilmesi şartıyla yararlanılabilecek üçüncü kaynak ise tarihi rivayetlerdir.
İlk vahyedildiğinden bu yana bize en sabit şekilde lafzi aslıyla ulaşan vahiy bilgisi Kur'an-ı Kerim'dir.
Kitab-ı Mukaddes'i oluşturan ana iki kitap, Tevrat ve İncil'in hem vahyin lafzi tesbiti, hem de bize intikali konularında sorunlar bulunmaktadır. İncil'in Aramca dili üzerine inzal olduğu bilinmekle birlikte İznik Konsili'nce onaylanmış bütün nüshaları Latince tercümeleridir.11 Tevrat'ın Yahudi ve Samiri versiyonları ise İbranice'dir. Ayrıca Hz. İsa'dan önceye ait Aramca, Süryanice, Yunanca tercümeleri bilinmektedir. Tevrat, Yahudilikte üç bölümden oluştuğuna inanılan kutsal kitabın, yani Eski Ahid'in ilk bölümüdür; Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye kitapçıklarından oluşmaktadır. Günümüze intikal eden nüshaları arasında cümle ve harf sayısı itibariyle beşte bir oranında farklılıklar taşımaktadır. Samiri ve Yahudi Tevratları arasında da önemli farklılıklar bulunmaktadır. Bu kitaplarda konumuzla alakalı olan en önemli husus, kıble olarak seçilen kutsal mekan meselesidir. Yahudiler Kudüs'ü, Samiriler ise Şekem'deki Gerizim Dağı'nı kıble olarak kabul etmişler ve bu da Tevrat nüshalarına yansımıştır. Genel olarak Yahudilerce kabul edilen ilk standart Tevrat nüshasına M.S. II. yüzyılda son şekli verilmiştir. Tevrat'ın İbranice standart yazılımı en son olarak Aaoran ben Aşer tarafından M.S. X. yüzyılda gerçekleştirilmiştir.12 M.Ö. II. yüzyılla M. S. I. yüzyıl arasında yazılmış en eski bazı orijinal Tevrat metinleri tomarlar halinde Güney Filistin'deki Kurman Mağaraları'nda bulunmuştur; 13 ama incelenmesi Siyonist din adamlarının inhisarına bırakılmıştır.
İbn Teymiyye'ye göre Tevrat ve İncil'deki ayetlerin lafızları kısmen tağyir ve tebdil edilmiş olsa bile, Allah'ın hükümlerini ihtiva etmektedir. Ancak makbul kabul edilen Yahudi Tevrat'ıdır. Bu görüşe Elmalı Hamdi Yazır, İzzet Derveze, Süleyman Ateş de katılmaktadır.14 Al-i İmran Süresi'nde geçen Ehl-i Kitab'la ilgili ayetin de bu kanaate yönlendirdiğini söyleyebiliriz. 15
Tarihi rivayetlerin değeri konusunda öncelikle bazı Yahudi din adamlarının yaklaşımı oldukça spekülatiftir. Farklı mezheplere bölünen Yahudi din adamlarından Rabbaniler "Yazılı Tevrat" yanında, "Sözlü Tevrat" adıyla Tevrat'ın tefsiri olarak kabul ettikleri "Mişna"yı, Mişna'nın yorumu olarak da "Gemara" ve "Talmud"u öncelemektedirler. Rabbanilerin büyük çoğunluğuna göre "Sözlü Tevrat", "Yazılı Tevrat"tan daha üstündür. Sözlü Tevrat olmadan, yazılı Tevrat anlaşılamaz. Oysa "Sözlü Tevrat" denilen aktarımlar sadece İbrani peygamberlerden rivayet edilen kutsanmış anlatılar yanında, Rabbilerin yorum ve görüşlerine de işaret etmekte; çoğu zaman masalımsı ve efsanevi öykülere dönüşmektedir.
Ancak vahyi bilginin rehberliğinde ve arkeolojik bulgulardan yararlanılarak tarihi rivayet kültüründen yararlanmanın mümkün olduğunu ve bu yaklaşımın rivayetler arasından sağlıklı bir ayıklama imkanı sağlayacağını ifade edebiliriz. Vahyi bilginin, kesinliği hususunda da yakin ifade eden ve sabitliği kesin tek tartışılmaz kaynağının Kur'an-ı Kerim olduğu gerçeği ise, imani bir kabul olmakla birlikte, akli ve bilimsel bir sonuçtur da. 16
Kudüs'ün Varisleri Kim?
İbahim (as), bütün semavi dinlerin kabul ettiği ve tebliğlerinde tabi olduklarını iddia edegeldikleri bir peygamberdir (Bakara, 2/130). O Allah'a gereğince teslim olanlardandı; kendisi de soyundan olan diğer peygamberler de Tevhid inancından başka bir din tavsiye etmedi (Bakara, 2/132). Zira son peygamber olan Hz. Muhammed'e de vahyedilenlerin önceki peygamberlere vahyedilenlerden farklı olmadığını, Kur'an-ı Kerim açıklamaktadır (Fussulit, 41/43). Zaten Hz. İbrahim de bir türedi değildi ve o da Nuh peygamberin yolundan gidenlerdendi (Saffat, 37/83).
Hz. İbrahim'in takip edilen yolunda Yahudilerin ve Müslümanların yerine getirdikleri ortak ibadet, erkek çocukların sünnet ettirilmesidir. Ancak Hz. İbrahim'in tevhid inancına bağlı olarak yerine getirdiği en önemli ibadetlerden birisi de salatı / namazı ikame etmesidir. İbrahim peygamberin salatla ilgili duası kendisine tabi olma iddiasındaki herkesi kapsamaktadır: "Ey Rabbim, beni ve soyumdan gelenleri, salata devamlı ve duyarlı kıl" (İbrahim, 14/40).
Hz. İbrahim'in namaz kılması ve kendi soyundan gelenlerin (kendi yoluna ittiba edenlerin) namaz kılmaları için dua etmesi, İbrahimin'in hanif yolunu takip edenlerin diğer bir birlikteliklerini de ortaya koymaktadır ki o da namaz kılmaları ve namazda yöneldikleri "Kıble"dir.
Namaz ve Kıble, Hz. İbrahim'den beri vahye tabi olan bütün mü'minlerin en temel ortak değerlerindendir. İbrahim'in bir takipçisi olan Hz. Musa'ya ve kardeşine yaratıcıdan gelen vahiyde "… Evlerinizi ibadet yerine dönüştürün; ve namazı dosdoğru kılın.." (Yunus, 10/87) buyuruluyordu. Muhammed Esed, bu ayette "dönüştürün" emrinin lafzen ibadetin istikametine yani kıbleye de vurgu yaptığını belirtmektedir.17
Hz. İbrahim'in hayatının bugün Ortadoğu denilen bölgede geçtiğine ve diğer oğlu Ishak'ın Ken'an ülkesinde dünyaya geldiğine dair bir çok rivayet bulunmaktadır. Rabbimizin yönlendirmesi ile Hac mahalli olan Mescid-i Haram'ı oğlu İsmail ile inşa ettiğini Kur'an'dan öğreniyoruz. Ancak yine Kur'an'da ifade edilen Mescid-i Aksa'nın ilk kıble olduğuna ve Hz. İbrahim tarafından yapıldığına dair, kesin ve açık deliller olmasa da; iki mescidin de aynı dönemlerde yapıldığına dair önemli rivayetler mevcuttur.18
Namaz ibadetine devamlılıkla ilgili İbrahim peygamberin uyarısını düşündüğümüzde, namazın Kabe'nin yapımından sonra emredildiği ile ilgili bir akıl yürütmenin oldukça zayıf kalacağını söyleyebiliriz. Zira Kabe, Hz. İbrahim'in taşıdığı risalet görevinin ilerleyen yıllarında inşa edilmiştir. Makul olan, yani akla uygun olan; Hac mahalli olarak yapılan Kabe'den önce de Hz. İbrahim'in namaz kıldığı ve bir kıbleye yöneldiğidir. Bu ibadi görevi de tabi olduğu Nuh'un (as) tevhidi çizgisinden devraldığı muhtemeldir. Zaten Hz. Muhammed'e vahiy inzal olmadan da bu temel sünneti/farzı devam ettiren Yahudilerin ve Hıristiyanların / Nasranilerin mevcudiyetini biliyoruz.19 Hz. İbrahim'le birlikte söz konusu ettiğimiz tarihten daha önceki devirlerle ilgili yapılan arkeolojik kazılardan 14 bin yıl öncesine ait bazı basit yaşam şartlarını ihsas ettiren buluntuların dışında, Filistin ve Kudüs bölgesinde eski dönemlere ait tevhidi mirasımız açısından başka bir bilgiye sahip bulunmuyoruz.20
Üç ilahi dinin peygamberlerinin Kudüs ile olan doğrudan ilgi ve irtibatı söz konusudur. Kur'an'da bildirilen kıble değişiminden (Bakara, 2/144-145) önce Kudüs'deki mabedin (Mescid-i Aksa) Müslümanların namazlarında yöneldikleri ilk kıble olduğu karinesi (Bakara, 2/143) üzerinde durur ve ilgili rivayetleri değerlendirecek olursak, en azından mü'minlerin Hz. İbrahim'den itibaren kıldıkları namazlarında yöneldikleri kıblenin Kudüs beldesinde olduğunu söyleyebiliriz. Ve muhtemeldir ki Yahudilerin Siyon Mabedi dedikleri, hadis rivayetlerinde Mescid-i Aksa olarak geçen21 mescid, Süleyman (as) tarafından bu kıble makanı üzerine veya yanına yapılmıştır. Bu boyutu ile bakıldığında Yahudilerce de, Hıristiyanlarca da, Müslümanlarca da kutsal kabul edilen Mescid-i Aksa'nın /'ilk kıble' makamının ve bereketli kılınan çevresinin değeri, vahyi olarak kıble tayin edilmiş olmasından dolayısıyla vahiyle tayin edilen bir mescid olarak kabul edilmesinden ileri gelmektedir.
Hititli bir kadından doğan Hz. Davut oğlu Süleyman Peygamberin Rabbani yönlendirme ile ilk kıble mahallimize inşa ettiği mabet, tüm vahye inanan mü'minlerin ortak değeri olmak durumundadır. Ayrıca biliyoruz ki manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler içlerinde Allah'ın isminin sıkça anılması için yapılmışlardır (Hac, 22/4) Kur'an vahyinin ilk inzal olduğu ve namazlarda kıble olarak Mescid-i Aksa'ya yönelindiği dönemlerde nazil olan Cin Süresi'nde de belirtildiği gibi "mescidler Allah'a mahsustur" (Cin, 72/18).
"Mescidlerin Allah'a mahsus" olduğu ilahi ikazı, Kur'an risaletinin daha Mekke dönemindeyken, yani Kudüs Müslümanlarca özgürlüğüne kavuşturulmamışken yapılan temel bir ikazdı. Hz. İsa'dan bir süre önce Hz. İbrahim'in soyundan geldiklerini, dolayısıyla da İbrahim'in Yahudi olduğunu savunan İsrailoğullarından Sadukiler, kendilerinin rahipler sınıfına bağlı olduklarını iddia ederek Kudüs mabedinin hizmetini üstlenme imtiyazını elde etmişlerdi. Hz. İbrahim'i sadece kendilerine hasretme iddiasında olanlara karşı Kur'an-ı Kerim'de, İbrahim'in ne Yahudi ne de Hıristiyan / Nasrani olduğu, onun müşriklerden olmadığı, Hanif bir Müslüman olduğu belirtilmektedir (Al-i İmran, 3/67).
Musa kavminden doğru yolda olan insanların mevcudiyeti ile birlikte kendi kitaplarında da belirtildiği gibi sapma ve şirk içine sürüklenmiş bir çok unsur da bulunmakta idi (A'raf, 7/159). Kıble mekanının yönetimini ellerinde tutmak isteyen Sadukiler de ölümden sonra dirilmeyi reddeden sapkın çizginin taşıyıcılarındandı.22 Mescidleri imar etmeye müşriklerin haklarının olmadığı ilahi buyruğundan (Tevbe, 9/17) hareket ettiğimizde, onları mescidlerin varisi olamayacağı gibi, Sadukiler gibi şirk içine yuvarlanan Yahudilerin kıble makamımızı, Hz. İbrahim'den bu yana bildiğimiz bütün peygamberlerin ortak ibadet mekanını, Rabbimiz tarafından işaret buyurulan ve çevresi bereketli kılınan Süleyman Mescidi'ni veya Mescid-i Aksa'yı sahiplenmelerini kabul etmek de mümkün olamaz.
Sapkın Yahudi mezhepleri, Süleyman Peygamber'in inşa ettiği Mabed'e hanif olan İbrahim dininin tevhidi ilkelerine bağlılıktan ziyade, sosyal ve siyasi statülerini pekiştirmek amacıyla dini değerleri istismar ederek yaklaşmışlar, Hz. İsa'nın risaletiyle birlikte de sürekli olarak Hıristiyanlara karşı müşrik güçlerle işbirliği içine girmişlerdir. Yahudiler sapkınlık ve azgınlıkları nedeniyle iki defa peşpeşe Filistin topraklarından sürülmüşler, iki bin yıl süresince diaspora / 'dünyaya dağılma' devri yaşamışlardır. Kur'an-ı Kerim'de uğradıkları bu muameleye kendilerinin müstahak oldukları belirtilmektedir. 23
Sürgünü hak edecek bir sapkınlık ve azgınlığı yaşayan Yahudiler, iki bin yıl sonra tekrar Kudüs'e dönmüşler ve kapitalist batılı devletlerin yardımıyla Filistin topraklarında 1948 tarihinde ulusal bir İsrail devleti kurmuşlardır. O günden bu yana, gerek Kudüs'te, gerek Filistin'de Musa ve Süleyman Peygamberlerin mirasına sahip çıkmak iddiasıyla hem Müslümanları hem Hıristiyanları baskı altında tutup bölgeden sürmeye çalışmaktadırlar. Oysa bu iddia, modern batılı paradigmanın en önemli silahı olan ulus projesinin, iki bin yıl sonra müşrik ve pozitivist İsrailoğullarının eliyle Filistin'de Yahudilik adına inşa edilme gayretlerinin bir ürünüdür. Dini değil tamamen modern ve emperyalist bir projedir. Bazı dini Yahudi mezhepleri, bu ulusal kurgu içinde kullanılmaktadırlar. Bu ulusal kurgunun adı Siyonizm'dir.
Siyonistler 'Yahudi' kelimesini 'etnik gurup' kavramıyla 'din' kavramı arasında esneterek dindar Museviler'in / Yahudiler'in büyük bir çoğunluğunu uluslaştırmışlardır. 'Ulus'un/ 'Millet'in tamamen seküler, modern, cahili bir şirk olgusu olduğu bilindiğine göre, müşriklerin mescidleri onaramayacağı ilahi buyruğu gereği Siyonistlerin, İbrahimi gelenekten, Musa ve Süleyman peygamberlerden kalan vahyi değerleri ve doğrusu veya yanlışı ile dini anlatıları kullanması tamamen din istismardır ve iki yüzlülüktür.
Siyonizmin teorisyeni Theodore Herzl bir pozitivistti. "Yahudi Devleti" adlı kitabında dinden arındırılmış bir Yahudiliğin inşası için uygun bir yerde Yahudi devletinin kurulmasını önermiş, bu doktrini de 1897'de Basel'de yapılan 'Dünya Siyonist Kongresi'nde ilk defa uygulama alanı bulmuştur. Herzl öldükten sonra 1917 tarihinde yapılan 'Balfour Bildirisi'nde İngiliz hükümeti Filistin'de 'Ulusal bir Yahudi Devleti'nin kurulmasını savunmuştur. Oysa siyasi Siyonizm'in derin köklerini açığa çıkaran Martin Burber, bu doktrinin Yahudilikten değil; fakat günümüzde ulusal devlet fikrini din gibi putperestliğe kadar götüren XIX. Yüzyıl Avrupa nasyonalizminden çıktığını belirtmektedir. 24
Yahudiliği dini hüviyetinden etnik ve ulusal bir statüye çekmek isteyen Siyonist önderler, Yahudi kültüründe yer alan her türlü rivayeti ve efsaneyi hiçbir ilmi analizden geçirmeden işlerine geldiği gibi amaçları doğrultusunda kullanma yoluna gitmişlerdir.
Filistin'i işgal eden Siyonist İsrail Devleti, Yahudiliği kullanan ve ulusçuluğun emrine sunan tamamen cahili şirk değerleri üzerinde kurulmuş modern bir putperestlik doktrinine dayanmaktadır. Hurafelerden bir ulus tarih üreten Siyonistlerin, Kudüs'e ve Süleyman Mescidi'ne yüklediği anlamlar tamamen efsanevi anlatımlara dayandırılmakta ve modern şirk değerleriyle oluşturdukları resmi ideoloji ile bütün Yahudi çocuklarını şartlandırmaktadırlar. Bu tutumlarıyla Siyonist Yahudiler bu kutsal mekanların varisçisi değil, işgalci modern şirk güçleri konumundadırlar.
Kudüs'ün Esenliğini Kim Sağlayabilir
Irk kavramı 19. yüzyıl Avrupası'nın icat ettiği ulus / 'millet' kavramı gibi bir kurgudur. Irk zoolojiye ait bir terimdir. Kont Gobineau'nun 1853'te yayınlanan ve bazı insan ırklarının üstünlüğü spekülasyonuna zemin hazırlayan ırkların eşitsizliği ile ilgili tezi tamamen kurgusaldır. Zaten Manouvrier, anatomik vasıfların sosyal karekterler üzerinde hiçbir tesirinin olmadığını ispatlamış ve eski iddiaları tamamen çürütmüştür. 25
Kudüs ve Filistin'in işgalcisi Yahudi ve Siyonistlerin 'üstün ırk' ve 'vadedilmiş topraklar' efsaneleri onların modern hurafelerindendir. Tevrat'ın mekansal ve zamansal şartlara bağlı olarak İsrailoğulları'nın dindarlıkları dolayısıyla Rabbani övgüye ve vaadlere mazhar olmalarını, vahyi çizgiden sapmış bugünkü İsrailoğulları'nın 'tanrısal hak' olarak iddia etmeleri büyük bir demagojidir. Siyonistlerin bazı bağnaz ve mukallit Yahudileri kullanarak İsrail tarihi ve Yahudilerin misyonu ile ilgili olarak ürettikleri bir çok iddia bu "tanrısal haklar" efsanesine dayanmaktadır. Kur'an-ı Kerim'den de biliyoruz ki övülen İsrailoğulları kadar, sapkınlıkları nedeniyle lanetlenmiş (Al-i İmran, 3/78) kınanmış (Nahl, 16/118) vb. İsrailoğulları da söz konusudur. Benzer vurgular Tevrat'ta da yer almaktadır. Ayrıca Kur'an'da, vahyin İsrailoğulları'na özgü bir lütuf olduğuna inanan Yahudiler de eleştirilir (Al-i İmran, 3/82) ve yine Yahudilerin peygamberlerini haksız yere öldürdükleri belirtilir (Al-i İmran, 3/112).
Bağnaz ve Siyonist Yahudiler, ilk Hıristiyanların Filistin bölgesinde ve Kudüs'te ortaya çıktıkları ve çoğunun da İsrailoğulları'ndan oldukları gerçeğinin üzerini örtmeye çalışırlar. Oysa Filistin toprakları ve Kudüs, Hz. İsa'nın ilk tebliğ mekanları olmuş ve İsa (as), yaşamının son anında da Kudüs'te şereflendirilmişti. Sonraki Hıristiyanlar, farklı İsa ve İncil algılarına göre Kudüs'e farklı değerler atfetmişlerdir. Hıristiyanlar, Kudüs'le ilgili olarak Rabbani işaretlerle oluşan tevhidi emanetler dışında, mezhebi farklılıkları içinde bir çok kutsallaştırılmış efsanevi değer üretmişlerdir. Ve Hıristiyanlar, Haçlı seferleri sırasında ele geçirdikleri Kudüs'te ayrım yapmaksızın hem Müslümanları ve hem Yahudileri katletmişler ve bölge dışına sürmüşlerdir.
İslam tarihinde de Kudüs ve Mescid-i Aksa'ya, ilk kıble ve Hz. Muhammed'in muciz İsra vakıasındaki son durağı olması, çevresinin bereketli kılınması sebebiyle dini ve tarihi üstün değerler atfedilmiştir. Hatta Kudüs'ün bu itibari değeri, İslam coğrafyasında sultayı ele geçiren bazı sultanların süfli emelleri doğrultusunda kullanılmış, bazı kere de lüzumsuz abartı ve üretilen yeni değerlerle istismar edilmeye çalışılmıştır. Muaviye'nin Emirliğini (Halifeliğini) Kudüs'te açıklaması ve Abdullah b. Zubeyr'in Hicaz'daki kıyamı ile Mekke'yi ele geçirmesi nedeniyle hacıları İbn Zubeyr'in tesirinden uzak tutmak için Emevi Sultanı Abdulmelik b. Mervan'ın Mescid-i Aksa olarak bilinen ve Hz. Ömer tarafından tespit edilen mekanın üzerine bir mescid yaptırıp (oğlu Velid b. Aldülmelik genişletmiştir) Müslümanlardan Kabe'yi değil Kudüs'ü ziyaret etmelerini istemesiyle ilgili rivayetler,26 Kudüs'ün taşıdığı değerlerle ilgili tartışmalı örneklerdir.
Görüldüğü gibi Yahudilerin de, Hıristiyanların da, Müslümanların da gerek sahih gerek zayıf ve mevzu rivayetlere dayanan Kudüs konusundaki dini algıları kendileri için değer ifade etmektedir. Ancak tevhid ehli için Kudüs'ün tartışılmaz değeri ilk kıble makamı olması, ilahi emir doğrultusunda Hz. Süleyman tarafından üzerinde mescid yapılması ve sonraki dönemlerde de bu mescid'e sahip çıkma çabasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca bu mekanda yaşamış peygamberlerin aziz hatıraları yanında, Mescid-i Aksa özelinde Rasulullah'ın İsra olayı ile yüksek değerine Rabbimiz tarafından bir kez daha işarette bulunulmuştur.
Hz. Ömer'in Kudüs'ün yönetimini anlaşma yoluyla teslim aldıktan sonra diğer din mensuplarına getirdiği imkanlar ve uyguladığı adalet karşısında Süryaniler tarafından "Faruk" adıyla vasıflandırılmış olduğu bilinmektedir.
Oysa Haçlılar 1099'da Kudüs'ü ele geçirdiklerinde Müslümanları camilere, Yahudileri sinagoglara doldurup yakmışlardı. 1170'te Kudüs'ü ziyaret eden Yahudi hacı Tuleytullu Benjamin hatıratlarında bütün Filistin'de sadece 1440 Yahudi'nin kaldığını yazmıştı. Kudüs Selahaddin Eyyübi tarafından 1187'de geri alındığında Yahudilerin geri dönmeleri sağlandı, Hıristiyan mekanları korundu ve şehir tekrar herkesin ibadetlerini özgürce yapabileceği bir statüye kavuşturuldu.27 Kudüs'te can ve mal güvenliğinin sağlanması ve dini özgürlüklerin var olabilmesi yaşadıkları tüm zaaflara rağmen yine Müslümanlar tarafından gerçekleştirilmişti.
İslami yönetimlerin ve İslam ümmetinin aşamadıkları zaaflar tarihi süreç içinden çözülmeyi getirdi. I. Dünya Savaşı'nın son yıllarında Kudüs, İngiliz orduları tarafından işgal edildi. İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour'un daha sonra "Balfour Deklerasyonu" olarak anılacak ve Siyonist lider Lord Rothchld'e gönderdiği 2 Kasım 1917 tarihli mektubunda, Filistin'in Yahudilerin ulusal yurtları olması gerektiği belirtiliyordu. Bu tarihte 700 bin nüfuslu Filistin'de 574.000 Müslüman, 74.000 Hıristiyan ve 56.000 Yahudi yaşıyordu. 28
Ancak bu tarihten sonra, Filistin'in demografik açıdan daha önce boş sayılacağını ifade eden akademisyenlerden29 İngiliz desteği sayesinde bölgeyi Filistinli Müslüman ve Hıristiyan nüfustan arındırmaya çalışan katliam komitelerine kadar Siyonist azgınlık, bölgede İslami uyanışı engelleyici ve Ortadoğu'nun maddi ve manevi tüm imkanlarını kontrol altına alıcı emperyalist çıkarların tetikçiliğini gerçekleştirdi ve işgali yaygınlaştırdı.
Ve şimdi Kudüs, yeniden adalet ve esenlik yurdu olabilmek için çağdaş Talut'larını, Ömer'lerini ve Selahattin'lerini beklemektedir.
Kudüs'ün Öncelikli Değeri
Bugün Siyonist işgal altında bulunan Kudüs, tüm Müslümanların kanayan yarasıdır. İslam coğrafyasının diğer bölgelerinde de kalbimizi ve kimliğimizi yaralayan emperyalist işgal, sömürü ve işbirlikçi yönetimler tarafından kurumlaştırılan zulüm devam ederken Kudüs niçin öncelikli gündemimiz haline gelmektedir?
Öncelikle şu hususu belirtmekte fayda umuyoruz. İsra Suresi'ndeki İsrailoğullarının iki defa fesad çıkartacakları ve buna bağlı olarak da cezalandırılacaklarıyla ilgili ayetlerin (İsra, 17/3-7), onların geçmiş halleriyle irtibatlı olduğunu bildiren önceki tüm müfessirlere rağmen, günümüzde bazı kişilerin ikinci cezalandırmanın henüz gelmediği ve bu nedenle de Yahudilerin helakinin beklenilmesi üzerine bir tevile gitmelerini hem usul açısından yanlış hem de stratejik açıdan moral kazandırmaktan çok kaderciliğe teşvik edici bir zaaf olarak görüyoruz. Ayrıca Kudüs'ün dini değerini anlatımda yeteri kadar yakin ifade eden vahyi nass ve vakii delillere sahipken, katkı sağlamak amacıyla konunun zanni rivayet ve değerlendirmelerle spekülatif bir tartışma ortamına çekilmesine mahal verilmemesi noktasında dikkatli olmamız gerektiğini hatırlatmak istiyoruz.
İslami uyanış ve mücadele sürecinde Kudüs'ün değerini önceleyen dinamik bir perspektif ve duruşun dayandığı nedenleri üç şıkta özetleyebiliriz.
a. Dini Neden: Biz Müslümanlar için Kudüs, öncelikle tevhidi mirasımız açısından dini bir öneme haizdir. Kudüs'e ilk kıble makamından ve Süleyman (as) mescidinden kalan ve Mescid-i Aksa olarak şekillenen tevhidi mirasın sahipleri ve onarıcıları cahili şirk değerlerine ve modern hurafelere bulaşmış bağnaz Yahudiler ve Siyonistler olamaz. Allah'ın mescidlerini müşriklerin imar edemeyeceğinin vahyi bildirimi dolayısıyla da bu tevhidi değerlere varis olamayacakları gerçeği, bu mescidleri işgal altında tutan müşriklere karşı tüm Müslümanlara ibadi görevler yüklemektedir.
b. Stratejik Neden: Kudüs'ü ve Filistin'i işgal ederek İslam coğrafyasının en dinamik, birikimli ve imkanlı İslami uyanış ve muhalefet potansiyeline sahip olan Ortadoğu'nun kalbine emperyalizmin ileri karakolu olarak saplanan Siyonist İsrail Devleti, hem Siyonist emperyalizmin hem kapitalist yayılmacılığın bölgemizdeki stratejik saldırı ve denetim üssü haline getirilmiştir. Uluslararası istikbarın bölgemize biçtiği statüko ve başta İsrail olmak üzere ABD İmparatorluğu'nun askeri üsleri aynı zamanda bölgemizdeki işbirlikçi ve kukla iktidarların en önemli güvencesini oluşturmaktadır. Ve artık çift kutuplu dünyadan, ABD İmparatorluğu'nun tek kutuplu küresel hakimiyeti altına giren dünyamızda, Müslümanlar nitelikli ve bağımsız nicel imkanlar kazandığında veya ABD'nin işbirlikçisi yerli istibdatları geriletmeye başladığında karşılarında ilk olarak İsrail'i ve gerekirse ABD müdahalesini bulacakları ve buldukları açıktır. Çünkü İsrail batılı emperyalist devletler tarafından bölgeye yerleştirilirken, bölge siyasetinde en büyük rolü oynaması için biçimlendirilmiştir.
İsrail kendi emelleri yanında ABD İmparatorluğu'nun bölgemizdeki en önemli jandarma üssü misyonuna sahiptir. Siyonist İsrail, güvenlik sınırının Pakistan ve İran'dan Kuzey Afrika'ya kadar uzandığını, Türkiye'den Güney Sudan'a kadar yayılan bölgeyi kapsadığını iddia ederek hareket etmekte ve bu bölgenin içinde kalan mıntıkalarda kendisine tehdit olarak gördüğü hedefleri hukuksuz ve küstah bir şekilde vurabilmektedir30. İsrail'in kendi güvenlik alanı için gözettiği sınırlar kapitalist emperyalizmin nüfuz alanlarıyla paralelleşmektedir. Bu nedenle Filistin ve Kudüs'ü saldırganlık ve emperyalist yayılma üssü haline getiren Siyonist işgal ile ilgilenmek tüm İslami çabalar ve hareketler için stratejik bir görev olmalıdır. Fethi Şikaki'nin yıllar öncesinden yaptığı küresel kapitalizm ve yayılmacılığına karşı, küresel direnişi öneren tespiti bu konuda öğreticidir: "Filistin etrafında birliktelik sağlamak, tarihin Kur'an'la buluşması ve Mescid-i Aksa'ya doğru siyasi bir coğrafyanın yeniden oluşturulmasıdır. İşte bu, oraya doğru ilerleyen milyonların ve girişilen tüm uyanış projelerinin birliğidir." 31
c. İnsani Neden: Müslümanlar bir insanın adaletsiz bir şekilde öldürülmesini tüm insanlığın öldürülmesine eşit gören bir Kitab'ın bağlılarıdır. O Kitab ki mü'minleri bir zulme ve saldırıya uğradıklarında birlik olup karşı durmaya davet etmektedir (Şura, 42/39). Siyonist işgal altındaki Filistin ve Kudüs'te Müslüman ve Hıristiyan Filistinlilere karşı işlenen cinayetler her insanın kanını donduracak fotoğraflar oluşturmaktadır. Filistin'de uluslararası istikbar ve gönüllü tetikçi Siyonistler tarihe ve insanlığa karşı her geçen gün zihinlere kazınan vahşet sahneleri oluşturuyorlar. İnsan onuru ve bilinci taşıyan herkes bu vahşete karşı çıkmalıdır. Evleri başlarına yıkılan Filistinli kardeşlerimizin acılarına sahip çıkmak için Siyonistlerin buldozerlerine karşı vücudunu siper ederken katledilen Amerikalı Rachel Corrie gibi kahramanların gösterdiği insani tavır ve erdemlilik, küresel direnişe örneklik oluşturmaktadır. Unutulmamalıdır ki Müslümanların Filistin işgaline karşı çıkmaları sadece insani görevleri değil, aynı zamanda dini kimliklerinden kaynaklanan ibadi görevleridir de. Şehit Şikaki tüm ümmetin idrakini diriltmeye çalışıyor ve "Bugün bizi Kudüs'te öldürdükleri gibi sizi de Mescid-i Haram'da Mekke'de öldürmeden uyanın" diye haykırıyordu. Bu çağrıya kulaklarımızı ve gönüllerimizi açmalı, öncelikle de fıtratımızı ve irademizi cahili tutsaklıklardan azad kılmalıyız.
Kudüs tarihin kalbidir. Çünkü Kudüs'süz bir tarih, Kudüs'süz bir din, Kudüs'süz bir mücadele ve Kudüs'süz bir gelecek bizim için söz konusu olmayacaktır. Ve şehid analarının diyarı, yiğit çocuklarımızın ve tevhidi mirasımızın mekanı Kudüs kalbimizin yarası olmaya devam etmektedir. Kudüs'ün adalet ve esenliğe olan özlemini yüreğinde duymayan ve eyleminde yaşatmayan hiçbir kul bizimle saf bağlamamalıdır.
Dipnotlar:
1) "Kulunu geceleyin bazı alametleri göstermek için Mescid-i Haram'dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götürdü.." (İsra, 17/1)
2) Kerim Balcı, Kudüs, Zaman Gazetesi, 24 Ekim 2002
3) İbn-i Manzur, Lisanu'l Arab, Kum-H.1405.
4) İslam Ansiklopedisi, T.D.V., XII. cilt, s:. . . .
5) Meydan Laorues. Sabah Yay.
6) Ayette lafzen geçen 'Onlar arasından oniki lideri gönderdiğimiz zaman'. ifadesi Allah'ın Hz. Musa'ya oniki kabilenin her birinden bir öncü kişiyi İsrailoğulları'nın işgalinden önce 'Kenan topraklarında istihbarat yapmak üzere' göndermesini emrettiğini söyleyen Kitab-ı Mukaddes'deki hikayeye atıftır (Sayılar, xiii). Muhammed Esed, Kur'an Mesajı, s. 187, İşaret Yay., İstanbul 2000.
7) Reger Garaudy, Siyonizm Dosyası, s. 43, Pınar Yay., İstanbul - 2000.
8) İslam Ansiklopedisi, T.D.V., XII. cilt, s:.
9) R. Garaudy, a.g.e., s.44.
10) Ahmet Varol, "ABD ve Kudüs", www.vahdet.com
11) Tacettin Şimşek, (Hıristiyanlık ve İncil hakkındaki yazıları), Haksöz Dergisi, S: 128-139, İstanbul-2001/2002.
12) Doç.Dr. Baki Adam, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, Pınar Yay., s.9-149, İstanbul-2001.
13) İslam Ansiklopedisi, T.D.V., XII. cilt, s:. . . .
14) Doç.Dr.B.Adam, a.g.e., s. 222-223.
15) "Ehl-i Kitabın hepsi bir değildir. Onların içinde öyle dosdoğru bir cemaat vardır ki, gece saatlerinde Allah'ın ayetlerini okuyarak secdelere kapanırlar.
Bunlar Allah'ı ve ahireti tasdik eder, iyiliği yayar, kötülükleri önler ve hayırlı işlere yarışırcasına koşarlar. İşte onlar salihlerdendir." (Al-i İmran, 113-114)
16) Ömer Mahir Alper, "Kur'an'ın Korunmuşluğunda Ölçü" Haksöz Dergisi, S: 41-42, İst.-1995.
17) Muhammed Esed, a.g.e., s.412
18) Örneğin: Buhari, Kitabu'l Ehadisi'l Enbiya, 60/40; İbn Mace, Kitabu'l Mesacid ve'l Cemaat, 4/7
19) Dr. İsmail Cerrahoğlu, "Kur'an-ı Kerim ve Hanifler", AÜ. İlahiyat Fakültesi Dergisi, S:XI , Ankara-1963.; "Kur'an-ı Kerim ve Sabiler", AÜ. İlahiyat Fakültesi Dergisi, S:X, Ankara-1962.
20) İslam Ansiklopedisi, "Filistin" mad.
21) Ebu Davut, Kitabu's Salat, 14.
22) Prof. Dr. Mehmet Aydın, Hıristiyan Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, s. 8-9, TDV Yay., Ankara – 1995.
23) "Biz onlara haksızlık yapmadık; fakat onlar kendilerine yazık ettiler." (Nahl, 16/118)
24) Roger Garaudy, a.g.e., s.17-28.
25) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s.17, 1000 Temel Eser, İstanbul – 1970.
26) Meydan Larousse; İbn Haldun, Mukaddime II, s.278-284, Maarif Vekaleti, Ankara-1954.
27) R. Garaudy, a.g.e. s, 45.
28) İ.H.H. Ar-Ge Komisyonu, Filistin Ortadoğu'da Bitmeyen Varoluş Mücadelesi, s.43-44, İstanbul-2002.
29) Norman G. Finkelstein, Soykırım Ensdüstrisi, s.76, Söylem Yay., İstanbul-2001.
30)M. Es-Sarsavi, Fethi Şikaki, Bir Şahid Bir Şehid, s.71, Ekin Yay., İstanbul-1966.
31) Fethi Şikaki, İslami Hareket ve Kudüs, s.19, Ekin Yay., İstanbul-1977.