Her tarafı tutulmuş bir halde açtı gözlerini. Müezzin sanki kolunu uzatmış onun kulağını çekiyordu. Namaz uykudan hayırlıdır diyordu sanki. İki kolu da omuzlardan dirseklere kadar uyuşmuştu. Ağır hareketlerle doğruldu. Saat altıya geliyordu. İçerisi hafif ışımıştı. Abdest alıp geldikten sonra biraz hızlıca namazı kıldı. Artık iyice soymuştu gündüz geceyi. Diğer renkler de seçilebiliyordu artık. Atıştıracak bir şeyler aradı. Yapışmıştı karnı sırtına. Sabah kuşları ile beraber sanki bir açlık korosu kurmuşlardı. Ötüyor, ötüyorlardı. Hiç kimseye bela okumadan durdu bir an olduğu yerde. Yiyecek bir şeylerin olup olmadığını düşündü. Dört adet zeytin, iki küçük parça peynir, bir tane haşlanmış patates ve pişirilmeyi bekleyen bir tane yumurta buldu. Az çorba ve bol ekmekle geçirdiği sabahları da az değildi hayatında. Kimse anlamasın diye sıraya girip yemek almadan geçirdiği öğünler. Bir haftayı sadece domates ve ekmekle aştığı zamanlar. Kültür ne idi? Verilen bir şey mi yoksa alınan bir şey mi? Yoksa yaşayarak mı meydana çıkıyordu kültür, Yalnızca bir kereye mahsus oluşan ya da oluşmuş bir kültür anlayışı olabildiği gibi çok daha fazla rastlanan bir kültür de olabilirdi. Zorlanarak da olsa kahvaltısını yaptı. Ailenin diğer fertlerini düşündü.
Hep "nitelik önemlidir" dedik. Hep niceliğin pek önemi olmadığını vurguladık. Çoğunluk olmak, çoğunluk elde etmek, kalabalık olmak önemsizdi bizim için. Varsa-yoksa nitelikti önemsediğimiz, kaliteydi. Fakat kalitenin-niteliğin tanımını yapamadık hiç bir zaman. Hep belirsiz hep muğlak kaldı nitelik bizim için. Gelişen ve değişen şartlara göre, esen rüzgarlara göre niteliklilik oluşturduk zihnimizde, bünyemizde.
Yaptığı işten memnun olmayan diğer bütün fertler gibiydi bu memlekette. Onun da kültürüydü bu işte!... Ne kadar memnun olunmasa da yine de yapılıyordu işler, aksatılmıyordu. Körü körüne de olsa, ekmek derdine de olsa yerine getiriliyordu işler.
Üzerini giyindi. En son cep telefonunu aldı yanına. Kapıdan çıkarken hâlâ ailenin diğer fertleri vardı zihninde ve olmayasıca o niteliklilik zıtlaşması. Eli kalem tutanlar, ağzı laf yapanlar, haftada bir kitap devirenler, kendinden başka kuş tanımayanlar, teori kurbanları, pratik mahkumları, yenilikçiler, gelenekçiler, en ilkel tezleri yaşamdan sayanlar, eli sıkılar, dili sıkılar, yalakalar, merkeziyetçi gergedanlar, özgürlükçü dernekler hangisi daha nitelikliydi? Hangisi ile birlikte olunabilirdi? Kafasından besmele yerine işte bunlar geçti kapıyı kapatırken. Allah'tan ki kapatırken geçmişti(!)
Milyonlarca an'ın toplamına hayat deniliyordu. Nasıl ki binlerce dağ tutuyorsa dünyanın dengesini. Bir an dersiniz belki. Bir an'dan ne çıkar dersiniz. Bir dağ durmamış olsa yeryüzünde. Güneş göndermese, gereken ısıdan kısıntıya gitse biraz. Karıncalar yuva yapmasa bundan böyle. Dokumacı kuşları çalışmasalar harıl harıl. Bir yaprak izimiz düşebilse. Bir tane nehir vazgeçse akıp durmaktan. Ne olur? Ne değişir değil mi? Bir karıncanın gölgesi dahi yeryüzünün ısı-ışık dengesinde müthiş bir öneme sahipse, hayatımızın herhangi bir anı da aynıdır. Doğru tanımlar ile başlanan bir işin doğru olarak sürmesi diye genel-geçer bir yasa yok. Bu olmadığı gibi her an'a bir doğru tanımlama lazım gelmekte.
Yürüyeceği yolu ezbere biliyordu. Adeta gözü kapalı bile bulabilirdi varacağı yeri. Son beş-altı aydır biraz kilo almıştı. Öyle çokta belli değildi fakat yürürken hissedebiliyordu. Adımları, birbiri peşi sıra devam etti ve bir çorbacının önünde nihayet buldu. Gerçek önünde bir kaseydi artık. Timsahla mücadele başlamak üzereydi. Çalım satılacak zaman yoktu. En kısa yoldan en ucuz fiyatlarla karnını doyurabilmenin zamanıydı yaşanan devir. Tinselliğin zıddı bir bükülmenin ve belki de kırılmanın ciddi boyutlarda yaşandığı dönemlerdi bu dönemler. Tavşan kaçıyor, tazı hep tutuyordu. Hatta tavşan kaçmasa da yakalama içgüdüsüyle koşuyordu tazı. Düzensiz aralıklarla kepenk cayırtıları geliyordu dışarıdan. Börekçinin böreği ile simitçinin simidi bir koku yarışına girmişlerdi sabah sabah. Ütüsüz pantolonu ve buruşuk mintanıyla faka bastığı suratından belli bir ihtiyar geldi, karşısına oturdu. İşkembe, dedi, kısaca. Gözleri kan çanağı, elleri kemikli ve nasırlıydı. Alnında adeta "vurun ulan vurun!" diyen, derin çizgiler vardı. Hiç acelesi yoktu. Sanki yıl gibi geçtiği belliydi günlerin. "İşte hayat" dedi içinden usulca. Yetmiş yıllık bir hayat. Ne gam! Çorbanın ücretini ödemiş çıkarken; ihtiyar kaşığı kasenin kenarına bırakmış, ciğerlerine nikotin yolluyordu. Hiç acelesi yoktu, ama hiç. Küsmüştü sanki hayata. Küsmesin de ne yapsındı ki? Yetmiş yıl delicesine sevmiş, tutkuyla bağlanmıştı belki ama hiç mi hiç karşılık bulamamıştı ki! En sonunda küsmekte bulmuştu çareyi belki de, kim bilir?
Vapura son anda yetişti. Nefes nefese kalmıştı. Dışarıda bir yer bulup oturdu. Sağında kalın gözlükleri ile dizlerinin üzerindeki ince çantasına dirseklerini dayamış elli yaşlarında bir adam oturuyordu. O gelince bir an toparlandı, hafifçe yana doğru kaydı. Solunda ise kucağında küçük bir bebek ile hıçkırıklarını gizlemeye çalışan bir bayan vardı. Depremi andıran bir gürültüyle hareket etti vapur. Kadın hala iç çekiyordu. Göz ucuyla baktı. Kucağındaki bebek ise sanki "Her vapura bir ağlayan yeter" dercesine iri gözlerini sonuna kadar açmış annesine bakıyordu. Usulca:
- Neyiniz var bacım! Yardımcı olabilirim belki, dedi.
Kadın, hiç ona bakmadan:
- Hiç... Hiçbir şeyim yok... Hiçbir şeyim yok, dedi.
- Yok! Hani karnınız falan açsa. Ne bileyim kusura bakmayın? Çocuğunuzun bir ihtiyacı vardır belki. Şey yani...
Daha fazla konuşmasına fırsat vermeden kadın birden bire kalkarak, sendeleyerek, kucağında çocukla zar zor gözden kayboldu.
Bir müddet baktı arkasından. Kimin hayatını yaşıyorum ben yahu, dedi içinden. Katran karası toplumun içinden çıkartıp da hidayeti (insanlığı, insan olabilmeyi, insan kalabilmeyi, doğruyu, güzeli, doğru ve güzel kalabilmeyi) nasip eden Rabbin bu lütfuna saygı duyulmalıydı. Yalnızca gözümüzün, yalnızca kulağımızın ve gönlümüzün eşsiz hatırına dahi bu belki on binlerce kez gerekliydi.
O kadar çok feryat var ki duyulması lazım gelen. Ellerini birbirine sürterek ısıtmaya çalıştı. İçi titremişti. Olmazsa olmazlarını en fazla konuşup da "olmuyor" demeden yepyeni, dipdiri bir hissiyatı hakim kılmak, işini hakkıyla yerine getirmek için sarsılmaz bir inançla dolu olduğunu, olması gerektiğini düşündü. İskeleye indiğinde tekrar gözüne ilişti o kadın. Ne istediğimiz önemli, dedi içinden: Kâfur mu? Zencefil mi? Yoksa Selsebil mi?