İsrail, son yüz yıl içinde ortaya çıkmış devletler arasında belli bir zaman sürecine en çok sayıda savaş ve saldırı sığdırabilmiş devlettir. Böyle olmasına rağmen her zaman kendisine "barış" ve "ateşkes" kavramlarıyla olumlu bir imaj kazandırmaya çalışmıştır ve çalışmaktadır. Üstelik her zaman barış ve ateşkes karşılığında son derece büyük tavizler koparmaya, böylece barış ve ateşkesi karşı tarafa oldukça pahalıya getirmeye gayret etmektedir. Bunu yapabilmesinin en önemli sebebi ise yürüttüğü psikolojik savaş yoluyla kendini her zaman yenilmez bir güç olarak kabul ettirmesidir. Oysa işin gerçeğinde onu barışa veya ateşkese yönelten sebep gerçek anlamda bir barışın hâkim kılınmasını sağlama amacı değil, kendisini köşeye sıkıştıran gelişmeler veya meşru olmayan uygulamalarını, işgal ve gasplarını karşı tarafa kabul ettirmek suretiyle meşrulaştırma gayesidir.
İsrail Başbakanı Ariel Şaron, 8 Şubat 2005 tarihinde Mısır'ın Şarmu'ş-Şeyh kasabasında Filistin Özerk Yönetimi'nin Başkanı Mahmud Abbas'la bir zirve toplantısı düzenleyerek yeni ateşkesi kabullendi. Tabii bu ateşkes uluslararası platformda oldukça müspet bir gelişme olarak değerlendirildi. Ancak bu ateşkesin vakıaya uyumu ve pratiğe nasıl yansıyacağı üzerinde çok fazla düşünülmedi.
Birinci olarak, ateşkes fiili çatışmanın tarafları arasında gerçekleştirilmedi. Filistin tarafını temsilen zirveye katılan özerk yönetim başkanı fiili çatışmanın içinde olmadığı gibi işgale karşı silahlı mücadeleye zaten karşı çıkıyordu. Silahlı mücadeleyi sürdüren direniş gruplarının ileri gelenleriyle yaptığı görüşmelerde kendisine, zirve öncesinde bir toplantı yapması ve ortak tavır belirlenmesi için görüş alışverişinde bulunması teklif edilmiş, o da bunu kabul etmişti. Ancak böyle bir toplantı ve fikir alış verişi yapmadı. Dolayısıyla Şarmu'ş-Şeyh'te verdiği karar çatışmanın içinde olan hareketleri bağlayıcı nitelikte bir karar olmayacaktı. Zaten zirvede ateşkes kararının alınmasından sonra direniş grupları, Mahmud Abbas'ın Filistin tarafının ateşkes için öne sürdüğü şartların hiçbiri hakkında garanti almadan böyle bir şeyi kabul ettiğini, dolayısıyla bu kararın kendileri için bağlayıcı olmayacağını dile getirdiler.
İkinci olarak, Filistinliler işgal devletiyle daha önce de bazı ateşkes tecrübeleri yaşamışlardı ve bu devletin her zaman kendisini bağlamayacak, sadece Filistin tarafının direnişine son vermesini gerektirecek bir ateşkesten yana olduğunu biliyorlardı. Böyle tek taraflı ateşkesin kabul edilmesinin ise kendi açılarından mümkün olamayacağını, gerçek anlamda ateşkes sağlanabilmesi için İsrail üzerinde bir uluslararası baskının oluşturulması gerektiğini aksi takdirde masa başında alınacak ateşkes kararının pratiğe yansımayacağını dile getiriyorlardı.
Üçüncü olarak, direniş hareketlerinin ileri gelenleri Şarmu'ş-Şeyh zirvesi sonrasında özerk yönetim başkanı Mahmud Abbas'la görüşmeler yaparak bazı bilgiler aldılar. Abbas'ın bu görüşmelerde, İsrail işgal devletinden ateşkes karşılığında bazı önemli vaadler aldığına dair bilgiler verdiğini dile getirdiler. Hareket liderleri de yaptıkları açıklamalarda bu görüşmelere binaen Abbas'ın sözünü ettiği vaadlerin tahakkuk edip etmeyeceğini görmek için bir sükûnet dönemine gireceklerini, dolayısıyla gidişatı İsrail'in takınacağı tavrın belirleyeceğini ifade ettiler. Yani Şarmu'ş-Şeyh'teki zirvede taraf olmamalarına ve herhangi bir taahhütte bulunmamalarına rağmen yine de gidişatı görmek için eylemlere ara vermek suretiyle bir iyi niyet göstergesi ortaya koyacaklarını belirtiyorlardı.
Böyle olmakla birlikte işgalci devlet her zaman yaptığı gibi yine sözünde durmadı ve Şarmu'ş-Şeyh'teki toplantının üzerinden daha 24 saat bile geçmeden 9 Şubat 2005 Çarşamba günü ikindi vakitlerinde Rafah'ta cinayetler silsilesine bir yenisini ekleyerek ateşkesi bozdu. Burada işgalci askerler İbrahim Fethi Ebu Cezer adında bir genci ortada hiçbir sebep ve şüpheyi gerektirecek herhangi bir gelişme yokken, Mısır–Rafah sınırında dolaştığı sırada karnına kurşunlar sıkarak ağır bir şekilde yaraladılar. Genç daha sonra kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti. İşgalciler bununla da yetinmeyerek ertesi gün yani 10 Şubat Perşembe sabahı
Ramallah'ta bir Filistinliyi arabasına mermi sıkarak şehit ettiler. Buna ek olarak baskınlarla, tutuklamalarla, yerleşimcileri kışkırtarak Filistinlilere sataşmalarına imkân vermek suretiyle ve daha başka şekillerde şiddet uygulamalarını sürdürdüler.
İşgalcilerin bu saldırılarına karşı başta Hamas olmak üzere Filistin'deki muhtelif direniş örgütleri cevabi nitelikte eylemler gerçekleştirdiler. Bu eylemlerin birçoğu da Gazze'deki yerleşim merkezlerine ve askeri noktalara yönelik füze saldırılarından oluşuyordu. Fakat ne kadar ilginçtir ki İsrail'in cinayetlerini ve şiddet uygulamalarını hiç gündeme bile taşımayan medya organlarının Filistinlilerin cevabi eylemlerini hemen gündeme taşıyarak "Filistin tarafı ateşkesi bozdu" şeklinde yansıttığını gördük. Oysa yukarıda da ifade ettiğimiz üzere Filistin'deki direniş hareketleri ateşkeste taraf olmadıkları halde İsrail'in tutumunu görmek için eylemlerine ara vermeyi kararlaştırmışlardı ama işgalci devlet sözünde durmamış ve ateşkesi en önce bozan taraf olmuştu.
Bu gelişme iki önemli gerçeği gözler önüne seriyordu: Birinci olarak yukarıda da ifade ettiğimiz üzere işgal devleti gerçek anlamda bir ateşkes değil kendisini bağlamayan bir ateşkes istiyordu. İkinci olarak da medya yanlı ve güdümlü tutumuyla Filistin tarafını suçlu göstermek suretiyle işgalci Siyonist devletin saldırılarının önünü açmak, onu yeni saldırılarında haklı göstermek istiyordu.
Ateşkesin önemli bir boyutunu da tutsaklar konusu oluşturmaktadır. Çünkü Filistin tarafı İsrail zindanlarındaki tüm tutsaklar serbest bırakılmadan gerçek anlamda bir ateşkes olamayacağını değişik vesilelerle dile getirmiştir. Ancak İsrail'in beş yüz tutsağı ve tutukluyu serbest bırakacağına dair açıklamasının gerçekte bir oyun olduğunu izah etmek için bu konunun biraz ayrıntılı olarak ele alınmasına ihtiyaç var. Biz bu yazımızı daha fazla uzatmamak için tutuklular ve tutsaklar konusunu bir başka yazımızda ele almaya çalışacağız inşallah.