Devletlerarası Sömürge Kürdistan, Alan Yay., İst.-1990.
Bilim-Resmi İdeoloji, Devlet-Demokrasi ve Kürt Sorunu, Alan Yay., İst.-1990.
Kürt Aydını Üzerine Düşünceler, Yurt Kitap-Yayın, İst.-1991.
Kürt Meselesi, değişik boyutlarıyla Türkiye gündemindeki yerini korumaya devam ediyor. Kürt Meselesi tartışılırken ilk elde akla gelen isimlerden birisi İsmail Beşikçi'dir. İsmail Beşikçi; toplatılan kitapları, çarptırıldığı gerek para ve gerekse hapis cezalan ve düşünceleriyle sürekli olarak gündemdedir.
İsmail Beşikçi, 1939 Çorum, İskilip doğumlu. 1958'de girdiği SBF idari Şube Bölümünden 1962'de mezun oldu. 1962-1964 yılları arasındaki askerliğinin Tuzladaki yedek subaylık eğitiminden sonraki kısmını, Bitlis ve Hakkari illerinde tamamladı. Askerlik dönüşü Tunceli'ye bağlı Hozat ilçesine maiyet memuru olarak atandı. 1965-1971 yılları arasında Erzurum Atatürk Üniversitesi'nde sosyoloji asistanı olarak görev yaptı. 1967'de verdiği Doğuda Değişim ve Yapısal Sorunlar (Göçebe Alikan Aşireti) isimli tezle doktora çalışmasını tamamladı. Aynı yıl içerisinde, Doğu Mitinglerinin Analizi (1967); 1968'de Doğu Anadolu'da Göçebe Kürt Aşiretlerinde Toplumsal Değişme isimli kitapları yayınlandı. 1969'da yayınladığı Doğu Anadolu'nun Düzeni, Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller isimli kitabı nedeniyle Atatürk Üniversitesi'ndeki görevine son verildi. Beşikçi, Danıştay'a başvurarak yürütmenin durdurulmasına karar aldırdı. Fakat Atatürk Üniversitesi bu kararı uygulamadı. Bu arada, SBF'nin açtığı sosyoloji asistanlığı sınavını kazandı ve 1971 yılı başlarında bu görevde çalışmaya başladı. 22 Haziran 1971'de, Erzurum'da iken yayınladığı kitap ve sınıflarda yaptığı konuşmalar nedeniyle tutuklandı. 1974'teki Genel Afla birlikte tahliye oldu. 1976 ve 1978 yılları arasında; Silim Yöntemi, Kürtlerin Mecburi İskanı, Türk Tarih Tezi ve Kürt Sorunu, Cumhuriyet Halk Fırkası'nın Tüzüğü (1927) ve Kürt Sorunu isimli kitapları yayınladı. Türk Tarih Tezi ve Kürt Sorunu isimli kitabı nedeniyle hakkında dava açıldı ve dava mahkumiyetle sonuçlandı. 1979 yılı sonlarında tekrar konulduğu cezaevinde, 12 Eylül 1980 döneminde, İsviçre Yazarlar Birliği Başkanı'na yazdığı bir mektuptan dolayı tekrar mahkemeye çıkarıldı. Ayrıca diğer kitaplarıyla ilgili davaların da kesinleşmesiyle 1981-1987 yılları arasında 6 yıl daha hapishanede kaldı. 1989'da yine bir açıklamasından dolayı yargılandı, fakat beraat etti. 1990 ve 1991'in bir kaç ayını yine tutuklu olarak geçirdi.
Beşikçi, Kürt konusuyla bilimsel olarak ilgilenmeye 1961'de staj için Elazığ Valiliği'nin emrinde iken başladığını söylüyor. Sol'u benimsemesinin tarihini de bu yıllara kadar götürüyor (İsmail Beşikçi; Zihnimizdeki Karakolların Yıkılması - Yargılama Süreçleri ve özgürleşme, Yurt Kitap-Yayın, İst.-1991, s. 24). Ancak, 1961'e kadar geri götürülen bu süreç ile 12 Eylül öncesinde Orhan Türkdoğan gibi MHP'li bir hocanın asistanı olmak bir araya gelince insanın kafasında bir takım soruların oluştuğu da bir gerçek.
1980 öncesinde, bölgede oldukça önemli bir ağırlığı olan Rizgari dergisini de çıkaran Komal Yayınevi çevresiyle yakın ilişkiler içinde olduğunu gördüğümüz İsmail Beşikçi'nin 1984 sonrasında benzer ilişkileri PKK ile kurduğunu görüyoruz.
İsmail Beşikçi, 1967'den sonra Kürt Meselesiyle ilgili olarak pek çok kitap yazdı. Ancak biz burada, ağırlıklı olarak üç kitabını değerlendirmeye çalışacağız: Devletlerarası Sömürge Kürdistan, (Alan Yay., İst.-1990) [bundan sonra DSK olarak geçecektir]; Bilim-Resmi İdeoloji, Devlet-Demokrasi ve Kürt Sorunu, (Alan Yay., İst.-1990) [bundan sonra Bilim diye geçecektir] ve Kürt Aydını Üzerine Düşünceler (Yurt Kitap-Yayın, İst.-1991) [bundan sonra Aydın olarak geçecektir].
Değerlendirmelere geçmeden önce bir noktanın vurgulanmasında fayda mülahaza etmekteyiz: Beşikçi'nin kitapları, en temelde Türk milliyetçiliğine karşı Kürt milliyetçiliğini savunmak üzere kaleme alınmıştır. Dolayısıyla da, ilk elde eleştirilen ve muhatap alınan TC'dir. Böylesi bir durumun değerlendirilmesinin bir müslüman için zorluğu ortadadır. Ancak gerek konu ile, gerekse bahis mevzuu yazarla müslümanların da alakadar olmaları ve hatta yer yer belli etkilenmelerin yaşanılması; Beşikçi'nin ve eserlerinin bir değerlendirmesini zorunlu kılmaktadır.
Emperyalizm ve Bölgedeki işbirlikçileri
Devletlerarası Sömürge Kürdistan, yayınlandığında konu ile ilgilenen kişilerin hayli ilgisini çekmişti. Kitap, başlığıyla gerçekten de ilgi çekiciydi ve okuyucuda büyük beklentiler oluşturuyordu.
Beşikçiye göre; "Kürdistan'ın durumu tam sömürge ve yan sömürge statülerinden hiçbirine uymamaktadır. Kürdistan sömürge bile değildir. Kürt halkı sömürge bile olamamıştır. Kürdistan'ın ve Kürt ulusunun siyasal statüsü sömürgeden bile çok aşağıda durmaktadır. Kürdistan'ın hiçbir siyasal statüsü, siyasal kişiliği yoktur." (DSK, s. 11).
Beşikçi, Kürdistan'ın bu konumunun; Kürdistan'a hakim olan, onu aralarında paylaşan bölge rejimlerinin tavırlarından, politikalarından kaynaklandığını iddia ediyor. "Emperyalistlerin Yerli işbirlikçileri" diye isimlendirdiği bu rejimler ile emperyalistlerin politikalarındaki farklılığa değinerek Kürdistan ile diğer yarı veya tam sömürgeler arasındaki -kendince- farkı ortaya koyuyor: "'Böl-yönet' emperyalizmin politikası olmasına rağmen, 'böl-yönet-yok et' emperyalizmin değil, emperyalizmin bölgedeki yerli işbirlikçilerinin politikasıdır. Emperyalizm işgal ettiği ülkelerdeki halkları, kültürleri yok etmez. Emperyalizm, sömürü alanlarını genişletmek, ürünlerine yeni pazarlar yaratmak politikasına dayalı olarak işgali altındaki yerlerde, toplumsal ve kültürel etkinliklere yardımcı olmamışsa da, gelişmelerine engel de olmamıştır, göz yummuştur. Kaldı ki, kültürel etkinliklere katıldığı da yer yer gözlenmektedir. Örneğin İngilizler Irak'ta Kürtçe eğitim yapan okullar açmıştır. Fransızlar ise Suriye'de Kürtçe alfabe ve dergilerin yayınlanmasına, Kürt dilinin ve Kürt edebiyatının geliştirilmesi çabalarına karşı çıkmamışlardır. Öte yandan kimyasal ve biyolojik silahlar kullanarak halkı fiilen yok etmeye çalışmak, emperyalizmin değil, onun bölgedeki yerli işbirlikçilerinin uyguladığı politikalardır." (DSK, s. 26).
Burada biraz durup, yukarıdaki iddiaları değerlendirmek gerekmektedir. Söz konusu edilen politikaların birbirinden ayrı olduğu veya iki farklı özneye ait birer politika olduğu gerçekten doğru mudur? Emperyalistler de kendileri için gerekli gördükleri an, aynı politikaları uygulamamı şiar mıdır? Uygulamışlardır. Mayalar, Inkalar, Kızılderililer vs. üzerinde bu uygulamaların çok şedid örneklerini gördük.
Ayrıca, gerek İngilizler'in, gerekse Fransızlar'ın Kürt kültürüne yaptıkları katkıları nasıl anlamak gerekir?: Dostça yapılmış bir iyilik mi? Yoksa arkasında belli amaçların yattığı bir politika mı? Unutmayalım ki, Fransızların, Mısır'ı işgal ettiklerinde yanlarında Batı bilim ve sanayisinin bazı örneklerini getirmeleri Mısır'ın kalkınmasını çok çok istediklerinden değildi. Aynı şekilde Mısır tarihini, kültürünü araştırmayı amaçlayan bir kurum olan "Mısır Kurumu'nun Napolyon tarafından kurulmasını da, Fransızlar'ın Mısır kültürüne duydukları hayranlıkla açıklayamayız. Bunları yaparken emperyalist batılıların güttükleri tek amaç; kendi kültürlerinin o bölgeler içinde yayılması ve egemenliklerinin pekişmesiydi.
Burada bölge rejimlerinin yaptıkları zulümleri, yarattıkları Halepçeleri görmezden gelmiyoruz. Amacımız bu değil. Ancak, bu zulümleri vs. ifade ederken, daha üst seviyede konum alan emperyalistlerin yaptıklarının sorgulanmadan, herhangi bir değerlendirmeye tabi tutulmadan olumlu bir tutummuş gibi kabullenilmesinin yanlışlığını ortaya koymaya çalışıyoruz.
Beşikçi ayrıca, zulmedilenleri de bir kıyaslamaya tabi tutmaktadır. Kürtleri çeşitli açılardan Filistinlilerle (DSK, s. 13-17, 41), Afrikalılarla (DSK, s. 14), Mayalar'la, İnkalar'la (DSK, s. 155) kıyaslıyor ve sonuç olarak Kürtler'in başına gelenlerin onların başına gelenlerden daha feci olduğunu söylüyor. Beşikçi'nin bu kıyaslamaları ne için yaptığı gerçekten üzerinde durulması, aydınlatılması gereken bir mesele? Bu kıyaslamalarda sanki; Filistinliler'e, Inkalar'a, Mayalar'a, Afrikalılar'a, Kızılderililer'e yapılan baskı, zulüm ve soykırımı hafifletme, yapanları da meşrulaştırma gibi bir hava sezinleniyor. Beşikçi'nin amacı bu değilse bile, kitaplarında sık sık kullandığı ifadelerle bu sonuç ortaya çıkıyor. İsrail'in durumu ortada iken, görece de olsa, demokrat olduğunu iddia etmesi ve İsrail'i bölge rejimlerinden daha üst/olumlu bir konuma yerleştirmesinin başka bir anlamı olabilir mi ki? Aynı şekilde, bu tarz karşılaştırmalarla; İngiltere'nin, ABD'nin, Fransa'nın yapıp ettikleri de meşrulaştırılmıyor mu?
Emperyalistler ve bölgedeki işbirlikçileri ayrımının altını sürekli çizen Beşikçi -çocuksu bir mantığın ürünü olarak değerlendirebileceğimiz bir şekilde-; Kürdistan'ın, Afrika, Hindistan veya Arabistan gibi İngiltere, Belçika, Hollanda, Fransa, İtalya vs. gibi sömürgeci ülkelerin sömürgesi olsa idi, bugün söz konusu bölgelerdeki gibi bağımsız bir devlet sahibi olabileceğini de iddia etmektedir (DSK, s. 14). Bunun böyle olmamasına da bir hayli üzülmektedir.
Öncelikle, bu bakış açısının arkasında -örtük biçimde de olsa-, sömürgecilerin varlığının çok da olumsuz olmadığı anlayışının yattığını vurgulamalıyız. Bu yaklaşım Engelsin, Emir Abdulkadir'in Fransız sömürgecilerine karşı direnişini "toplumun barbarlık durumunun ümitsiz bir mücadelesi" olarak nitelemesi (Bryan S. Turner, Marka ve Oryantalizmin Sonu, s. 15) veya Marks'ın, İngiliz emperyalizminin Hindistan'a girmesini oradaki geri kalmış yapının kırılarak devinim kazanacağı şeklindeki iddialarının farklı bir izahından başka bir şey midir?
İkinci olarak, Beşikçi'nin gıpta ederek baktığı bağımsızlıkların ne anlama geldiğinin sorgulanması gerektiği kanısındayız. Devlet sahibi olmak gerçekten bağımsız olmak mıdır? BM'nin verdiği bağımsızlıkla, Afrika ülkeleri gerçek bağımsızlıklarına kavuşmuşlar mıdır? Bugünkü dünya şekillenmesi içinde bu sorunun cevabının olumlu olmadığı, olamayacağı ortadadır. Ayrıca bu ülkelerde, devlet olmadan önceki hal ile devlet olduktan sonraki hal arasında ne gibi değişikliklerin vuku bulduğu da, şüphesiz ki, ilginç bir araştırma konusu olacaktır.
Beşikçi, Kurtuluş Savaşı'nın sol çevrelerce anti-emperyalist bir savaş olarak görülmesini de eleştirmekte ve gerçekte bu savaşın, Kürdistan'dan daha fazla pay kapma mücadelesinden, emperyalist bölüşümden başka bir şey olmadığını söylemektedir (DSK, s. 22, 65; Aydın, s. 92).
Yine Kurtuluş Savaşı ile ilgili olarak şunları söylemektedir: "Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Batı'da Türk-Yunan Savaşları, Doğuda ve Güney'de Türk-Ermeni Savaşları sırasında, Kürtler'in Türklerle birlikte ortak düşmana karşı savaştıkları söylenir. 'Ortak düşmanlara karşı savaştık, yurdu, vatanı birlikte koruduk' denir. Kimdir bu ortak düşmanlar? Rumlar, Ermeniler neden Kürtler'in düşmanları olsunlar?" (DSK, s. 33).
Bunlar, bugünün bakış açısıyla geçmişe bakmanın sonucudur. Kurtuluş Savaşı tahlillerinin yeterince tatmin edici olmadığı inancındayız. Kurtuluş Savaşını yürüten kadroların savaş sırasındaki tavırları ile, bağımsızlık sonrası tavırları arasında çok büyük farklılıklar var. Hem Kürtler açısından, hem de müslümanlar açısından bu böyle. Ancak, bu değişiklikleri savaşın başından sonuna kadar şamil kılmak büyük bir tarihsel hatadır. Ayrıca, Kurtuluş Savaşı sırasında Kürdistan'ın durumunu da es geçmektir. Herkes biliyor ki, o dönemde Kürdistan topraklarının genişçe bir kısmında Ermenistan devleti kurulma planları yapılmaktaydı. Beşikçi, bu gerçeği görmezden gelmekle ne kazanacaktır acaba? Ayrıca, Kurtuluş Savaşı'nı yalnızca Kürdistan üzerinde daha fazla pay alma kavgası olarak tanımlamak ve dolayısıyla da kemalist TC'nin yegane varlığının Kürtler'e zulmetmek ve Kürdistan'ı sömürmek olarak göstermeye çalışmak da; TC'nin gerçek misyonunun farkında olunmadığı anlamına gelir. Bu yaklaşımın doğal sonucu, etnik meselenin dışındaki sorunların (mesela, müslümanlara ve İslam'a yönelik baskılar) ve dolayısıyla da, TC'nin çok yönlü baskılarının farkında olmamaktır. Beşikçi için bu tür sorunların Önemi yoktur. Çünkü Beşikçi; -ileride de bahsedeceğimiz gibi- TC'yi zaten müslüman olarak görmektedir ve TC'nin Kürdistan'daki zulmünü de İslam sömürgeciliği olarak adlandırmaktadır.
Sonuç olarak, Beşikçi, emperyalizm konusunda, kendisinin bilimsel yöntemin temel ukdelerinden biri olarak zikrettiği "olguları birbiriyle bağlantısı içinde ele almak" (Bilim, s. 9) ilkesinin hilafına, emperyalizmin bölgedeki işbirlikçilerinin yaptıklarım, emperyalizmden ve emperyalistlerden yalıtarak değerlendirmek ve Kürtler'e yönelik sömürü politikalarının sorumluluğunu ilk elde bölge işbirlikçilerinin üzerine yüklemektedir. Bu da, Örtük bir şekilde, emperyalizmin meşrulaştırılması demektir. Beşikçi'nin ifadelerinde belki 'emperyalizmle karşılaşabiliyoruz; ama olayları tahlillerinde 'emperyalizmle kesinlikle karşılaşamıyoruz.
Enternasyonalizm ve Kürt Milliyetçiliği
Beşikçi'nin önemle üzerinde durduğu bir diğer konu, Kürt ulusçuluğunun karşıtı bir konuma oturttuğu enternasyonalizm olgusudur. Beşikçi, hem Marksist enternasyonalizmi, hem de İslam enternasyonalizmini (ümmetçiliği) benzer ifadelerle eleştirmektedir. Kemalist rejimin 'Birlik-Beraberlik' sloganını da aynı kefede değerlendirdiğini belirtelim.
Beşikçi'ye göre enternasyonalizm; Kürt milliyetçiliğini, Kürtler'in kendi etnik özgürlüklerini kazanmalarını engelleme çabasının bir ürünüdür. Marksistleri çeşitli biçimlerde eleştirmekte ve sonuç olarak şöyle demektedir: "'Bağımsız Türkiye' sloganı Kürdistan üzerindeki bölüşümü, parçalanmayı ve paylaşımı aynen onaylamak anlamına gelir" (Aydın, s. 105).
Beşikçi, İslam'ın, Kürt ulusal uyanışını engellemek için kullanıldığı inancındadır (DSK, s. 72, 83-84, 169; Aydın, s. 26, 27, 31, 45). Ona göre İslam, Kürdistan'ı işgal eden devletler tarafından, Kürt ulusçuluğunu engellemek için kullanılmaktadır. Bu akımların Türk, Fars, Arap ulusçuluğunu engellemediğini, hatta onları geliştirdiğini; ama Kürt ulusçuluğu karşıtı bir tavır içinde olduğunu ifade ediyor. Ayrıca Kürdistan'da İslam sömürgeciliğinden bahsediyor (Bilim, s. 41). "Hıristiyan, Batılı, Beyaz Emperyalizmden bahsetmelerine rağmen, müslümanların yaptıklarının, "Hıristiyan, Batılı, Beyaz Emperyalizm"e rahmet okuttuğunu söylüyor (Bilim, s. 48).
Beşikçi'nin söylediği olay, belli ölçüde doğru, İslam'ın TC veya başka rejimler tarafından kullanılması çabası sözkonusu. Ancak bu tespiti yapmak başka bir şeydir; İslam'ın dinamiklerinde böyle bir anlayışın var olduğunu iddia etmek başka bir şeydir. Beşikçi, birincisinin görüntüsü içinde ikincisini iddia etmektedir.
Ayrıca bir kaç nokta üzerinde daha durmak gerekiyor:
Bir; İslam sömürgeciliğinden kasıt nedir? Ona göre İslam sömürgecileri TC, Irak, Suriye ve İran'dır. Ancak TC, Irak ve Suriye'nin İslam'la alakalarının derecesi ortadadır. Irak ve Suriye kendilerini Baasçı, TC ise ısrarlı bir biçimde laik olarak tanıtıyor.
İki; İslamiyet'in Arap, Fars ve Türk ulusçuluğuna karşı olan tavırları da yine bilinen bir konudur ve Beşikçi'nin iddia ettiği gibi hiç de onları kayırmamıştır. Ulusçuluğun her türüne karşı çıkılmıştır. Müslümanlar; kayda değer düşünceleri olmasına rağmen Arapçılık, Farsçılık veya Türkçülük yaptıkları için nice düşünürü reddetmişlerdir.
Üç; bugün Orta Doğu'da müslümanlar tek bir devletin dışında hakim konumda değiller. Bu nedenle, TC'nin veya Irak'ın yaptıklarından müslümanları ve İslam'ı sorumlu tutmak, kasıtlı bir tutum değilse eğer, cahilliğin işaretidir. Müslümanların hakim olduğu İran'da da durumun hiç de Beşikçi'nin iddia ettiği gibi olmadığı açıktır. Zaten, bu tür konularda nedense Beşikçi oldukça abartılı ifadeler kullanmakta; hatta yer yer iftiralara başvurmaktadır. (Ama belki de bu tür hataları, kullandığı yöntemden kaynaklanıyordur. Şundan bundan duyulanlarla sağlıklı bir kitap yazmak, iddiada bulunmak pek mümkün olmuyor ne yazık ki.)
Dört; eğer TC, Suriye ve Irak -Beşikçi'nin iddia ettiği gibi- gerçekten İslam devletleri iseler, buralarda şehid edilen binlerce müslümanı kimler şehit etti? Beşikçi'nin konu ile ilgili olarak sorduğu soru gerçekten de önemli: "Müslüman olduğu bilinen bir devlet yönetimi, yine Müslüman bir halka karşı böyle bir soykırımı nasıl düşünebilmiştir" (Aydın, s. 27). Bu soruya verilecek cevap belli iken, böyle bir devletin müslüman olamayacağı ortada iken, böylesi bir katliamın bırakın müslümanlığı, insanlıkla bağdaşamayacağı da açık iken Beşikçi yine de bu vahşetten İslam'ı sorumlu tutmaktadır. Herhalde Beşikçi'nin, Irak'ın sekiz yıl boyunca, İslam devrimini boğmak için İran'a saldırdığından da haberi de yok?
Beşikçi Kürt tarihi ile ilgili düşüncelerini açıklarken, Kürtler'in neden Hristiyanlığı değil de İslam'ı kabul ettikleri hususunda şunları söylüyor: "Kürtlerin Müslümanlığı kabul etmelerinin zor olmadığını, uzun savaşlara gerek kalmadan Müslümanlığı kabul ettiklerini düşünüyorum. Fakat genel olarak, Müslümanlaşmanın kolay gerçekleştirildiği söylenebilir. Çünkü İslamiyet devlet dini olarak gelişiyordu. Müslüman istilacılar çok güçlüydüler... Bu iki grubun karşılaşmasından oluşan sentez şöyle bir sonuç ortaya çıkarıyor. İstilacılarla uzlaşma veya onlara itaat sonunda grup kendi varlığını sürdürebiliyor. İstilacılar da bu grubun özelliğinden, silahlı yapısından yararlanıyorlar. Ve bu özellikleri kendi çıkarları doğrultusunda seferber ediyorlar. Böylece yerli gruplar kendilerini istilacılar safında kılıç kullanarak kanıtlamış oluyorlar... Bu koşullarda, Kürtlerin neden Hristiyanlığı kabul etmedikleri anlaşılan bir şeydir. Çünkü Hristiyanlık, yoksulların dini, düzene karşı başkaldırının dini olarak gelişiyordu. Böyle olduğu için, Hristiyanlığın başlangıcında bir istila söz konuşu değil Hristiyanlık, Kürt düzenlerini tehdit etmiyordu. Böyle bir süreçte, Kürtlerin kendilerini kanıtlamaları olası da değildi." (DSK, s. 139).
Beşikçi, her ne hikmetse, İslam'a karşı Hıristiyanlığı öncelemekte. Benzer şekilde, İsrail'i -göreceli de olsa- demokrat olarak nitelemesi (DSK, s. 13) ve İsrail düşmanlığının Arap şovenizminin etkisinden kaynaklandığı ve bu düşmanlığın yersiz olduğu, çünkü İsrail'in Kürtlerin doğal müttefiki olduğundan bahsetmesi (Aydın, s. 81) dikkat çekicidir.
Resmi İdeoloji, Egemen İdeoloji ve Bilim
Şöyle demektedir Beşikçi: "Egemen ideolojiyle resmi ideolojiyi birbirine karıştırmamak gerekir. Resmi ideolojiler kuşkusuz egemen ideolojilerdir. Fakat her egemen ideoloji resmi ideoloji değildir. Egemen ideolojiyle resmi İdeoloji arasındaki en önemli fark cezai yaptırım boyutunda ortaya çıkmaktadır. Resmi ideolojiye karşı bir görüş ileri sürdüğünüz veya resmi ideolojiyi eleştirdiğiniz zaman devletin cezai yaptırımlarıyla karşı karşıya kalırsınız. Fakat resmi niteliğe sahip olmayan egemen ideolojilerin böyle bir fonksiyonu yoktur, örneğin burjuvazinin ideolojisi egemen ideolojilerdir. Fakat onu eleştirdiğiniz zaman devletin cezai yaptırımlarıyla karşılaşamazsınız. Fransa, Batı Almanya, İngiltere, İtalya, İsveç, Hollanda, ABD, Kanada gibi ülkeleri ele alalım. Buralarda egemen ideoloji burjuvazinin ideolojisidir. Fakat bunların cezai yaptırım boyutu yoktur. Türkiye, İran, Suriye, Irak, Suudi Arabistan gibi ülkelerde, Doğu Bloku ülkelerinde egemen ideoloji resmi ideolojidir. Ve bu ideolojiler cezai yaptırım boyutuna sahiptirler. İkinci kategorideki ülkelerde, yani, Türkiye, İran... gibi ülkelerde burjuvazilerin de bir ideolojileri vardır. Fakat bu ideolojiler de resmi ideoloji tarafından denetlenirler " (Bilim, s. 87).
Söz konusu iddialar ne kadar gerçekçidir? Egemen ideoloji tasnifi içinde yer alan ülkelerin 19. yüzyıldaki durumlarına bir bakmamız gerekmez mi? Yalnızca 20. yüzyıldaki durumlarını gözönüne alarak değerlendirme yapmak eksik olmaz mı? Söz konusu ülkelerin, 19. yüzyılda, kurmaya çalıştıkları sisteme yöneltilen eleştiriler, karşı çıkmalar karşısındaki tutumlarına; mesela, işçi hareketleri karşısındaki tavırlarına bakalım. Marksizmin Avrupa için tamamen bir sistem değişikliği olduğu bilinen bir gerçektir. Bu nedenle, kapitalistlerin söz konusu akım karşısındaki tavırları çok acımasız olmuştur. Hatta, işçi ayaklanmalarını bastırmak için, sömürgelerindeki askerlerini geri getirmişler ve ayaklanmaları bu şekilde bastırmışlardır.
Bütün bunları bir yana bıraksak ve yalnızca geçtiğimiz Nisan ayında, Los Angeles'te başlayan ve Kanada'ya sıçrayan Zenci ayaklanması karşısında; Beşikçi'nin demokrat, 'egemen ideoloji' sahibi olarak nitelediği ABD'nin veya Kanada'nın takındığı tavra baksak bile bu konuda yeterli açıklamalarla karşılaşıyoruz.
Şimdi, bu gerçekleri bir kenara bırakıp, ezilen halkların sırtından kazandıkları sömürge zenginlikleri sonucunda, verdikleri 'sus payı' ile muhalefeti susturup sisteme entegre ettikten sonraki durumlarını baz almanın bilimselliği nerede kalmaktadır? Bugün, kan ve gözyaşları üzerine kurdukları sistemin muhkemliğinden oldukça eminler. Bu nedenle, bırakın başkalarından eleştiri gelmesini, belli ölçülerde bu işi kendileri yapmaktadırlar. Tabii ki, bu tavrın altında, sisteme yönelecek eleştirileri belli ölçüde kontrol edebilme kaygısının yattığı da yadsınamaz.
Ayrıca bugün bile, sistemi tehlikeye düşürebilme ihtimali olan herhangi bir gelişmenin üzerine nasıl ceberrut bir şekilde gidildiğine tüm dünya şahit olmadı mı? İran'da gerçekleşen şanlı kıyamın akabinde bu durum yaşanmadı mı? Yine Körfez Krizi ve Savaşı sırasında milyonlarca ton bomba sivil halkın üzerine yağdırılıp yüzbinlerce insan öldürülmedi mi? Cezayir'de İslam'ın lehinde meydana gelen değişmeler karşısında tüm dünyanın aldığı tutum da ortada. Her zaman demokrasi tutkunu, militarizme karşıtı olduğunu ifade eden Batılılar, o an, militarizme tapar olmadı mı? Şimdi bütün bu gerçekleri bir kenara bırakıp ABD'ye, Fransa'ya, İngiltere'ye vs. nasıl demokrat diyebiliriz? Bunlara nasıl, kendilerine yöneltilen eleştirilere karşı cezai müeyyide uygulamıyorlar diyebiliriz? Bilinmelidir ki, bazılarının çok ustaca yaptıkları bir takım uygulamaları, başkaları yüzüne gözüne bulaştırıyorsa; bunların arasında niteliksel bir fark yoktur, ikisi de aynı şeyi yapıyordur. Fakat birisi, bu işi daha ustaca yapıyordur ve kendisinin propagandasını da yapabiliyordun Birileri de bu propagandayı ya gerçek kabul ediyordur ya da gerçek olarak kabul etmek istiyordur.
Burada bölgedeki işbirlikçi rejimlerin yaptıkları zulümleri meşrulaştırma çabası içinde değiliz. Bu bilinsin. Ama, bütün dünya kendimiz ve etrafımızdaki üç-dört devletten ibaret görülür ve yalnızca bölgedeki işbirlikçi rejimlerin yaptıkları zulümlerden bahsedilirse, daha üst seviyede yapılan zulümleri meşrulaştırma tehlikesi ile karşı karşıya kalınacağına işaret etmek istiyoruz.
Beşikçi, bir taraftan ideolojilerden bahsederken öte yandan da kendisinin bilimsel bilgi ürettiğini iddia etmektedir. Bu şekilde de söylediklerini, genel geçer, mutlak doğrular olarak kabul ettirmek istemektedir. Bunun da, çok basit bir propaganda taktiği olduğunu ifade etmekle yetiniyoruz.
Sonuç
Beşikçi'nin '80 sonrası kitaplarında belli bir üslup benzerliği göze çarpmaktadır. Konular sistematik olarak ele alınmamış. Kitaplar birbirini tekrar ediyor. Bunun yanı sıra kitaplar içindeki tekrarların sayısı da oldukça fazla. Bilimsellik iddiasında olunmasına rağmen, kitaplar, bilimsel olmaktan oldukça uzak ve basit bir propaganda el kitabı mahiyetinde.
Beşikçi'nin kitaplarında göze çarpan diğer bir özellik, dar milliyetçi bakış açısının kendisini çok baskın bir şekilde hissettirmesidir. "Dar milliyetçi bakış açısıyla malul kişinin dünyasının merkezinde kendi vardır. O, her zaman haklıdır. Başkaları ona her zaman haksızlık etmiştir. Kendisinden başka kendisine dost olan bir Allah'ın kulu yoktur. Esas olan kendisinin 'ezeli ve ebedi' çıkarlarıdır." (Teori, s. 50). Milletler üstü, etnik kökenler üstü herhangi bir çözümü kesinlikle kabul etmemektedir. Böyle bir çözüm yoktur onun için.
Beşikçi, son dönemde, Kürt Meselesi'ne bakışta kendisini bir bilim adamı olarak kabul ettirdi. Fakat, kitaplarını okuyunca bunun hiç de öyle olmadığı görülür. Derinlikten yoksun yorumlar... Niçini, nasılı olmayan yargılar... Bol bol "-mışlı, -misli" zamanla anlatılan hikayelere dayanan yargılar bilimsel olabilir mi? Uluslararası siyaseti değerlendirirken varılan yargılara; araştırma, inceleme sonucunda varılmalı değil midir? Ama Beşikçi; Ahmet Bey'in, Mehmet Bey'in, falanca işçi arkadaşın, filanca mahpus arkadaşın anlattıklarına dayanarak şu devleti, bu insanı taçlayıp durmaktadır. Bunun adı bilimsellik olamaz.
Türkiye içişleri Bakanları'ndan biri şöyle demişti "Doğu'da dağları koruyan jandarma değil, jandarmanın korkusudur. Bu korkunun etkili bir şekilde sürdürülmesi için her türlü önlem alınmalıdır." (İ. Beşikçi; PKK Üzerine Düşünceler - Özgürlüğün Bedeli, s. 153). İsmail Beşikçi'nin durumu da jandarmanın durumuna benzemektedir. Aslında İsmail Beşikçi'nin bizzat söylediklerinin, yazdıklarının kendisinde Kürt ulusçuluğu için hiç bir ekstra katkı yoktur. Ama yaratılan İsmail Beşikçi mitinin, Kürt ulusalcılığına büyük katkılarda bulunduğu muhakkaktır.
Diğer ilginç bir nokta da, İsmail Beşikçi'nin Kürt olup da Türk milliyetçiliği yapan kişileri (mesela, Ziya Gökalp) eleştirmesidir. Benzer bir tavra Abdullah Öcalan'da da rastlayabiliyoruz (Rafet Ballı, Kürt Dosyası). Ancak işin garibi -aynı bakış açısıyla değerlendirilecek olursa- İsmail Beşikçi'nin de, kendisi bir Türk olmasına rağmen Kürt milliyetçiliğinin öncüleri arasında yer aldığı görülecektir. Ancak, bu işi Ziya Gökalp kadar başarılı ve sistemli yapamadığı da bir gerçek.
Yine, Beşikçi'nin görüşlerinde -hemen hemen bütün ulusçularda görülebileceği gibi- Batı'ya yönelmenin hakim olduğunu görüyoruz. Bütün olayları pratikte, dar bir alana hapsetmekte ve zulmün, sömürünün merkezini, ana kaynağını görmezden gelmektedir. Dahası, Batı'yı ve Batılı unsurları sürekli olarak yüceltmektedir.
Beşikçi; yasakların Kürtler üzerindeki somut sonuçlarını şöyle özetliyor: "Sağlıksız, hasta, dengesiz, kendine güvenemeyen, kendini küçümseyen, devlet yöneticilerini olağanüstü derecede büyüten insanlar ortaya çıkar. Bu insanların oluşturduğu toplum, sağlıksız, hasta bir toplumdur." (DSK, s. 27).
Bu doğrudur. Fakat şunu da unutmamalıyız: İsmail Beşikçi'nin "dar milliyetçi bakış açısı"nın hakim olacağı bir toplum; Beşikçi'nin belirttiği hastalıkları, dengesizlikleri farklı bir düzlemde ve farklı bir şekilde de olsa yeniden üretir.