Geçen hafta (17 Haziran 1995) MGV İstanbul Şubesi "Alternatif Sistem Arayışları Işığında Modern Dünyada İran, Sudan, Pakistan, Malezya Deneyimi" adlı bir sempozyum düzenledi. Benim de müzakereci olarak katıldığım sempozyumda Pakistan'dan Mahmut Gazi, Malezya'dan Muhammed Nur Manuty, İran'dan Abdülkerim Dildade, Sudan'dan İbrahim Senusi kendi ülkelerinde halen yürürlükte olan "islamizasyon politikaları'yla ilgili birer tebliğ verdiler. Her tebliğden sonra Türkiye'den katılan müzakereciler (Ahmet Davudoğlu, Mustafa Özcan, Mustafa Özel, Ahmet Varol, Bahri Zengin, Nevzat Yalçıntaş, Süleyman Akdemir) görüş ve eleştirilerini dile getirdiler.
Son yıllarda gerek yurt içinde gerek yurt dışında çok sayıda toplantıya katıldım; bana göre MGV'nin Cemal Reşit Rey Salonu'nda düzenlediği bu sempozyum en iyi ve en önemlilerinden biriydi. Kendi açımdan bazı düşüncelerimi test etme bakımından çok yararlı geçti.
Sempozyumdan çıkan önemli sonuçlardan biri, söz konusu ülkelerde uygulanmakta olan "İslamizasyon" politikalarına yeniden bir tanım getirmemiz gerektiği hususu oldu. Bilindiği gibi Türkiye'de İslamizasyon" deyimi genelde "İslamlaşma" anlamında kullanılmaktadır. Oysa başından beri dikkat çekmeye çalıştığım gibi "İslamizasyon", İslamlaşma"dan çok, bir İslamileştirme" projesidir. İkisi arasındaki farkı şu şekilde belirginleştirmek mümkün:
İslamlaşma mevcut sosyal güçlerin kendi aktif katılımıyla sosyal, politik, ekonomik ve kurumsal düzeyde geçerli olan gayr-i İslami bir durumdan -ki buna zorunlu olarak "modern durum" diyebiliriz- "İslami durum"a geçme sürecidir. Buna mukabil İslamileştirme ise, mevcut sosyal güçlerin pasif konumlarını muhafaza ederek verili duruma İslami bir kimlik, "dini" bir görüntü kazandırma çabasıdır. İslamlaşma'da müslüman birey ve ümmet içinde yaşadığı veya yaşamak zorunda bırakıldığı durumun tam farkındadır; söz konusu durumun kendisine dışarıdan ve emredici yöntem ve politikalarla dayatıldığını biliyor. Kendisine ait bir zamanın gereklerin yaşıyor, ama gerçek ve nihai hedefi bu zamanı bir an önce sona erdirmek ve yeni bir zamanın gereklerine uygun yeni -daha doğrusu kendine ait- bir dünyanın kurulmasına çalışmaktır.
"İslami duruma geçme süreci"ni bir fetret dönemi'nin yaşanması ve aşılması şeklinde anlayabiliriz. Fetret sahici ve kalıcı bir dönem değil, konjoktürel zorunluluklar dolayısıyla geçici bir zaman aralığıdır. Müslümanlar fetret dönemini en kısa zaman dilimine sığdırdıkları ve bu dönemdeki tutum ve davranışlarını, bir sonraki zamana ilişkin görüş ve taşanlarını temel sahici referanslara (Kur'an ve Sünnete) göre uygun hale getirdikleri oranda en az hasar ve zararla atlatabilirler. Bunun aksine kendi sahici referanslarıyla ilgili doğru bilgilere sahip olmayıp zorunlu olarak yaşamak durumunda oldukları ara dönemden büyük bir rahatsızlık duymuyorlarsa, bir süre sonra fetret hakiki zamanın yerini alır ve müslümanlar "harici durum"un kendilerine empoze ettiği düşünme ve yaşama biçimlerini içselleştirebilirler. Bu, müslümanların İslam'la bağlarının kopması demektir. Bu hastalığın tedavisi kolay olmaz, çünkü hastalığa yol açan amiller ruhun derin tabanlarında içselleştirilmiş olduğundan hastalığın kendisi dünyevi bir hal almıştır.
İstanbul'daki sempozyumdan, sosyal yapıları, öncelikleri ve şartları farklı olsa da bir kaç senedir Pakistan, Malezya İran ve Sudan'da uygulanmakta olan İslamizasyon'un bir İslamlaşmadan çok, bir İslamileştirme projesi olduğu sonucu ortaya çıktı. Yarın ve öbürgün bunun sebepleri üzerinde durmaya çalışacağım inşallah.
20 Haziran Salı 1995, Yeni Şafak