Orta Çağ Avrupa’sının Düşünsel Yapısı
Aristo’nun dünya merkezli sabit evren anlayışının hâkim olduğu Skolastik1 kilise baskısı altındaki Orta Çağ Avrupası toplumu, ekonomi ve otoriter siyasi gücü elinde bulunduran kral ve kilise tarafından tanzim edilmekteydi. İnsani hiçbir hakkın verilmediği bu şartlarda inanç, ekonomi ve siyaset sisteminin merkezinde ruhban sınıf (kilise) ve kral duruyordu. Kilisenin mutlak yorumlayıcı, belirleyici, baskıcı ve belli sınıfların lehine adaletten uzak tutum sahibi olması sebebiyle halk farklı sınıflara ayrılmıştı: asiller, rahipler, burjuvalar ve köleler. Bu yönetim şekliyle sınıflar arasında eşitlik olmadığı gibi düşünce özgürlüğü diye de bir şey yoktu. İnsanların hayatlarına kilise ve din adamları hüküm sürmekteydi. Kilise baskısı en ciddi seviyelerde uygulanmış, ilerici ve yenilikçi en ufak bir fikir ise bastırılmış ve/veya cezalandırılmıştı. Bu yüzden de hiçbir alanda ciddi anlamda ilerleme sağlanamamıştı.
Siyasi yönetimin ve soyluların en büyüğü kral idi. Bundan sonra sırasıyla dük, kont, baron ve şövalyeler gelirdi. Rahiplerin ise bir yandan dinî otoriteyi temsil ederken diğer yandan siyasi hayat içerisinde belirleyici rolleri vardı. Kiliselerin sahip olduğu topraklar ve günah çıkarma gelirleriyle de rahat bir hayat sürmekteydiler. Bütün kiliseler ve din adamları Hz. İsa'nın vekili kabul edilen Papa’ya bağlanmıştı. Skolastik düşüncede kilisenin dinden çıkarma (aforoz), bir bölgede yaşayanları dinsel faaliyetlerden men etme (enterdi), para karşılığında günah çıkarma ve bunun karşılığında af kâğıdı verme (endüljans) yetkilerinin bulunması dinî otoriteyi siyasi otoriteden daha fazla belirleyici kılmıştır.2
Kilisenin toprak hâkimiyeti, Papa'nın krallara taç giydirmesiyle siyasal, dinsel ve ekonomik alanlarda ne kadar güçlendiğini göstermesi açısından oldukça önemlidir. Toplumsal hayat, din adamları, asiller ve köylüler üzerine kurulmuştu. İnsanlar doğarken ya babasının asil olması ile ölene kadar asil yaşarlar ya da köylü bir ailede doğarak ömür boyu o dönemin bütün ezilmişliğiyle köle olarak yaşarlardı. Sınıf atlamak diye bir şey yoktu. Çünkü herkes tâbi olduğu sınıfın bu katı kaderine doğuştan mahkûm edilmişti. Kadının hiçbir sosyal statüsü yoktu. Köleden de aşağı sayılan kadına sadece işgücü kadar değer verilebilirdi. Kadınlar genel kanaat olarak uğursuzluk getirdiği için şeytan kabul edilirdi. Bir kadının büyücülük yapması veya kilise otoritesine karşı herhangi bir söylem veya tutum sergilemesi onun cadı olarak tanımlanması için yeterliydi. Ayrıca yaşanan toplumsal kötülükler, savaş veya doğal felaketler karşısında da uğursuzluk getirdiği düşünülen fakir ve dul kadınları cadı olarak şeytanlaştırmak mümkündü. Ve onları meydanda yakarak veya linç ederek kitlelerin vicdanı rahatlatılıyordu. Cadı avı3 tabiri o dönemin acı tecrübesinin bir adıdır aynı zamanda.
Kilise ve papanın güçlenmesinden dolayı Orta Çağ'da kurulan devletlerin çoğunda hükümdarlar, egemenliklerini dine dayandırmışlardır. Ortaya çıkan laik olmayan devlet anlayışında din adamları devlet yönetiminde etkili olmuşlardır. Orta Çağ Avrupa’sında Katolik kilisesi, dinî iktidarın yanı sıra dünyevi imtiyazlara da sahipti. Düşünce alanlarında kilisenin koyduğu kurallar geçerliydi ve bunlara aykırı düşünceleri dile getirmek mümkün değildi. Öyle ki bu durum her alandaki gelişmeleri engellemiştir.
İşte halka hayat hakkı tanımayan, dinî gerekçelerle köleleştirmiş rejim uygulamaları insanları farklı arayışlara itmiş ve bunun sonucunda Avrupa başta olmak üzere birçok bölgede büyük dinî-siyasi kargaşa ve çalkantıların yaşanmasına sebep olmuştur.
İslam’ın Doğuşu: Müslüman Bilincin Oluşması
Arap yarımadasında, Yahudi ve Hristiyan inanışlarından oluşan karma dinî inançların yanı sıra daha çok kendine has bir putperestlik anlayışı hâkimdi. Kadın zaaf olarak görülüyor ve bazısı doğarken ölüme mahkûm ediliyordu.4 Bu durum cinsiyetçi bakışın kara cahiliyesi olarak tarihe geçmiştir. Aşiret ve nesep baskı unsuru olarak kullanılıyor ve asalet ile şeref belli soylara imtiyaz olarak tanınıyordu. Diğer insanların hak ve hukukunun, soylu sınıfın elinde olduğu ve kalanların değersiz hatta köle olarak görüldüğü katı sınıfsal bir sosyal düzen benimsenmişti. Eşitsizlikler, zulüm ve baskılar had safhada yaşanıyordu.
M. 610’da İslamiyet’in Arap yarımadasında yayılmasıyla büyük bir değişim yaşanmıştır. Hz. Muhammed (s) müşrik Mekke toplumunu putperest atalar dininden uzaklaştırıp bir tek Allah’a iman etme yönündeki daveti esnasında çileli süreçler yaşamıştır. Tevhidî inanç ilk önce kültürleşen atalar dinine karşı durmakla işe başladı.
Bu insani değerler dışında kabileciliğin oligarşik tahakkümüyle işleyen sosyal, ekonomik ve kültürel sistem idari yapıyı oluşturmaktaydı. Peygamberin rehberliğinde yapılan sosyal devrim incelendiğinde temelde yapılan şeyin eşitsizlik ve adaletsizliği sistemleştirmiş despotik rejime karşı bir inanç devrimi olduğu görülecektir. Yirmi üç yılın sonunda güç ve putperest inanç üzerinden yürütülen zalim, cinsiyetçi, sınıfsal yapı ve üstünlüğü aşirete, soya ve iktidar gücüne bağlayan baskıcı rejimin yerine sosyal adaletin ve hakça bölüşümün gelmesi sonucunda örnek bir İslami devlet yönetimi modeli ortaya çıkmıştır.
632 yılında Hz. Muhammed (s)’in vefatından sonra farklı coğrafyalara İslam’ın tebliğiyle başlayan yayılma, İslam’ı Arap yarımadasından Avrupa’ya kadar ulaştırdı. İslam, ulaştığı her coğrafyada çok tanrılı inançtan tek olan Allah’a bağlılık (tevhid) ile oluşan monoteist5 dönüşümü gerçekleştirmiştir. Yeryüzünde çıkar merkezli çok tanrılı bağlılıklardan Allah’a kul olma merkezli kültür ve sosyal adalet üreterek devletleşen İslam medeniyeti, çok kısa bir zaman içinde sınırları ve kıtaları aşan bir pozisyona gelmiştir. Ortaya çıkardığı örnekliğiyle yeryüzünün adaletsizliğine ve çıkar merkezli zulümlere meydan okumasıyla kısa bir süre içerisinde ülkelere ve kıtalara yayılmıştır. İslam’ın örnek neslinin yayılması sonucunda Avrupa aydınlanmasına etkileri nedeniyle Endülüs İslam devletinin oluşturduğu medeniyet takdire şayandır. Bugünkü İspanya ve Portekiz’i içine alan Akdeniz’in Fransa ve İtalya kıyılarına kadar uzanan bölgesinde, 736 yıl gibi uzun süre ayakta kalacak olan Endülüs İslam devletinin Avrupa aydınlanmasına etkilerini ve sonraki dönüşümü incelemeye çalışalım.
Endülüs İslam Devleti ve Oluşturduğu Medeniyet
Endülüs İslam devletinin çok uluslu ve çok dinli yapıya uyguladığı adalet içerikli, paylaşımcı, sosyal ve ekonomik refah sayesinde İslam'a giren yabancı nüfus da sürekli artmıştır. Devlet idaresinde uygulanan şura sistemi, İslam peygamberinin örneklik göstererek ortaya koyduğu ve kargaşaları önleyen önemli bir uygulamadır. Endülüs, herkesin din ve vicdan hürriyetinin devlet garantörlüğünde olduğu dinî ve siyasi baskı ve zulmün olmadığı, sosyal kurumların olduğu, sınıfsal yaklaşımların kabul edilmediği, herkesin devlete eşit mesafede olduğu, dinin özgürce yaşandığı, dilin özgürce konuşulduğu, kamu kaynaklarının adil bir şekilde kullandırıldığı, kamusal hizmet, hukuk, eğitim ve ticarette Avrupa’ya örneklik teşkil edecek ilim ve fennin en yüksek seviyeye ulaştığı örnek bir devlet yönetimi oldu. İlmî tecrübe ve birikimler, Kurtuba’da beş yüz bin civarında kitap bulunan kütüphaneler ve bütün dünya kültürüne ait eserler dünya ülkelerine ticaret kervanlarıyla ulaştırıldı. Avrupa karanlık günlerini yaşarken Endülüs ilim ve irfanın merkezi olmuş, farklı ülkelerden ilim öğrenmek için Kurtuba'ya akın akın gelen nice Hristiyan ailelerin çocukları bu okullarda ilim tahsil etmiştir.
Endülüs’te ulaşılan yüksek eğitim sayesinde dinî ilimlerin yanında müspet ilimlerde de pek çok bilgin yetişmişti. Devirlere göre bazı farklılıklar göstermiş olmakla birlikte genel olarak Endülüs’te de geçerli olan eğitim sisteminin temelini oluşturan unsurları amaçlarıyla birlikte şöyle saymak mümkündür:
Okuma yazma ve dilbilgisi etkisiyle öncelikli olarak kutsal metinlerin incelenmesi sağlanmış ve özellikle her doğan çocuğu suçlu ilan eden İncil üzerinden oluşturulan yanlış anlayış, adaletsizlikler, bilimden uzak evren anlayışı ve dinî çelişkilerin sorgulanmasına zemin hazırlanması Avrupa’daki reform hareketine esin kaynağı olmuştur.
Aritmetik ve geometriyle gemi yolculukları, mülkiyetin adil dağıtımı ve mirasın Kur’an’a göre paylaşımı gibi birçok husus yanında, gökbilim ile camilerin Mekke’ye (kıble) doğru yönlendirilmesi ihtiyacına binaen pusula, ibadet vakitleri için takvim hesapları öğrenilir ve öğretilirdi. Hiç şüphesiz bu tahsilin, sonraları başka alanlardaki yeni icatlara da öncülük ettiği görülmüştür.
Avrupa'da ilk tıp fakültesi de Endülüs İslam devletinin Başkenti Kurtuba’da kuruldu. Bilimsel yüksek eğitimin verildiği üniversiteler, hanlar, kervansaraylar, ibadethaneler, yeraltı ve yer üstü amme hizmetlerinin örnekleri Endülüs’te vardı. Bilimsel çalışmalar ve İslami ilimlere dayalı felsefe ve ticari sözleşmeler, ortak teşebbüsler, adil vergilendirmeye dayalı mali yönetim, özel ilişkileri belirleyen medeni hukuk gibi unsurlara sahip sistemli ve örgütlü devlet yönetiminin örnek olarak yaşandığı uzun bir dönemdir. Endülüs’te, siyasi ticari ve hukuki ilişkileri düzenleyen devlet yönetimi sistemi aradan yüzlerce yıl geçtikten sonra Avrupa'da aydınlanmanın temel yasalarından kabul edilen J.J. Rousseau'nun "Toplum Sözleşmesi" kitabında ortaya çıkmıştır. Endülüs İslam devleti benzer birçok olumlu gelişmeden dolayı bağnaz Avrupa’nın göbeğinde medeniyet timsali olarak bu kadar uzun bir süre yaşayabilmiştir. Ve bu dönem hiçbir zaman kaynakları sömüren, baskıcı ve kaynaklarını halkla paylaşmayan emperyal nitelikli bir kuşatma olmamıştır.
Endülüs İslam Devletinin Avrupa’ya Etkisi
Hristiyan Avrupa’nın göbeğinde ilmin ve fennin membaı olan Endülüs'te Cerrah ez-Zehravi ile tıp, Harizmi ile matematik, İbni Sad ile astronomi ve denizcilik, Ebu Ömer bin Haccâc ile tarım, Muhammed bin Meserre ve İbn Rüşd gibi isimlerle felsefe ve mantık alanlarında önemli çalışmalar yapıldı. Bu bölgede Grek felsefe ve mantığının tamamı Endülüslü filozoflarca Arapçaya çevrildi. İbn Rüşd’ün Aristo üzerine çalışmaları ve şerhleri, Batı aydınlanmasında etkin olmakla beraber Batılı filozofların güzellemesine mazhar olmuştur. Eserlerinin İbranice tercümeleri de İbrani felsefesi üzerinde kalıcı bir etki bırakmıştır. İbn Rüşd’ün düşünceleri Hristiyan skolastik gelenekten Aristo'nun mantık çalışmalarına değer veren Thomas Aquinas6 gibi nice filozof tarafından özümsenmiştir.7
İslam filozoflarının büyük bir kesiminin matematik ve astronomiye ilgilerinin geri planında İslam’ın insana yüklediği ibadet sorumluluklarının belli zaman aralıklarına göre ifa edilmesi düşüncesi yatmaktadır. Günlük, yıllık ve ömürlük yapılan namaz, zekât, hac ve ramazan ayında tutulan oruç vb. gibi ibadetlerin gün ve saat hesaplarını bilimsel forma oturtmak İslam âlimlerinin Kur’an ayetleri ışığında yaptığı buluşlardandır. Bin dört yüz küsur yıl önce Orta Çağ Avrupa’sında gök cisimlerinin belli bir yörünge etrafında döndüğünü bırakın, dünyanın yuvarlak olduğu bile bilinmeyen bir durumdu. Kur’an’ın, evreni insanlara tanımlaması ve ibadetleri ona göre planlanması insan, zaman ve ibadet arasındaki sıkı ilişkiyi belirleyici kılmıştır. Dünya, Güneş, Ay ve yıldızların her birinin belli zaman aralıkları içerisinde özel bir yörüngede hareket ettikleri vb. evrensel yasalar Kur’an ayetlerinde çeşitli şekillerde ifade edilmektedir.8
Evren hakkında hiç bilgisi olmayan bir insan için bu bilgi harikulade ufuk açıcı bir bilgi olarak anlaşılmış ve bu da birçok astronomik buluşun esin kaynağı olmuştur. İslam’ın ufuk açıcı kâinat tasviri Endülüs İslam devletine ilmin ve medeniyetin zirvesini yaşatmıştır. Orta Çağ’da Avrupa ise zihnen dumura uğramıştı ve iradesi kilise tarafından kumanda edilen karanlık günlerini yaşıyordu. Eğitimin kilisede papazların tekelinde olduğu, sadece Latince olarak okuma yazma öğrenilebildiği ve sadece erkek çocukların faydalanabildiği bir okul eğitimi söz konusuydu. Yeni bir bilginin üretilmesi daraltılmış, cinsiyetçi tahakküme yenik düşmüş bir yerde zaten mümkün değildi.
Endülüs, İspanya ve Avrupa milletlerinin ihtiyacı olduğu bir zamanda sınıf ve cinsiyet ayrımı yapmadan bilim, kültür ve eğitim ülkesi olarak dört bir tarafa faydalı hizmetler vermişti. Avrupa’nın Hristiyan gençleri Endülüs’e gelerek Arapça öğreniyor, dersler alıyor, bu arada Endülüs eşrafına karışarak Müslümanların âdetlerini benimsiyor ve âdeta Endülüslüleşiyorlardı. Yani Müslümanların dinî ve kültürel yaşantısına ayak uyduruyorlar, onlar gibi giyiniyor, yiyip içiyorlardı. Her şeyden önemlisi İslam’ın adalet ve ahlakını benimsiyorlardı. Onların bu durumunu bir çeşit barbarlıktan medeniyete geçiş olarak nitelendirmek mümkündür.
Hıristiyan ülkelerden Endülüs’e gelen insanlar, hem eğitim alıyorlar hem de çalışacak bir iş bulabiliyorlardı. Böylece hayatlarını Müslümanlar gibi müreffeh şekilde yaşama fırsatını yakalayabiliyorlardı. Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi Kurtuba’da eğitim alarak Avrupa’ya dönen ve daha sonra II. Silvester (999-1003) adıyla Papa seçilen Gilbert’tir. Gilbert'in öğrenmiş olduğu astronomi, matematik ve cebir bilgilerini aktardığı Hristiyanlar bu bilimleri ilk etapta sihir saymışlardı.9
İbn Rüşd, antik filozofların eserlerine düştüğü şerhler ile İslam âlimlerine olduğu gibi Batılı ilim adamlarına da düşünsel yeni ufuklar kazandırmıştır. Endülüs'ün ilimdeki bu parlak döneminde Batı dünyası düşünsel ve yaşamsal anlamda insani hiçbir özgürlüğün olmadığı karanlık çağı yaşamaktaydı. Avrupalı gezginler ve ticaret adamlarının aracılığı ile İslam medeniyetinde tanınmış birçok icat ve ilmî deneyimler 11. yüzyıldan sonra Avrupa'ya taşındı. 15. yüzyıldan önce İtalya'da başlayıp sonra diğer Avrupa ülkelerine yayılan edebiyat, sanat, felsefe ve ilim alanındaki gelişmelerin, yeniliklerin (Rönesans ve Reform) ortaya çıkmasında Endülüs'te bulunan ilmî birikimin ve özellikle İbn Rüşd’ün büyük bir payı olduğu Avrupalı filozoflarca da doğrulanmaktadır.
Endülüs İslam Devleti Neden Yıkıldı?
Avrupa’nın göbeğinde o zamanın en büyük ilmî ve fennî gelişmelerin okullarında sistematik olarak okutulduğu, Avrupa’ya medeniyet ve bilim ihraç eden devasa bir medeniyet nasıl ve neden yıkıldı sorusu bugün bile cevap aranan sorulardandır. Aslında bu sorunun cevabına birçok gerekçe gösterilmesine rağmen bu medeniyetin lokomotifi olan İslam inancının adalet ve ahlaki esaslarından uzaklaşıp şaşalı hayata meyledilmesi asıl neden olarak ifade edilebilir. Yanı sıra düşmanı hafife almak ve onlara benzeme çabaları, yenilgiye uğramanın önemli gerekçelerindendir. Din yerine felsefî inançlara sarılmalarının yanında yalnız ilim ve fennin tek başına kendilerini hedefe götüreceğini zannetmeleri de cabası...
Sekiz asır Hristiyanlara tesir eden, onları Rönesans ve Reform hareketine taşıyan Müslümanlar bu sefer onların etkisi altında kaldılar. Saltanat ve iç çatışmaları ile zayıfladıkça etrafta kurulan irili ufaklı Hristiyan imparatorluklarının birleşmesi sonucunda onlara karşı koyamayacak hale geldiler. Birkaç yıl içinde bu imparatorlukların güç birliği ve kendilerinin “Yeniden Fetih” adını verdikleri Reconquista10 ile Endülüs İslam devleti teslim alındı. Yüzbinlerce Müslüman kılıçtan geçirildi. İbadethaneler, üniversiteler ve sosyal kurumlar yakıldı, yıkıldı ve tarihte örneklik teşkil eden önemli bir devir de böylece kapanmış oldu.
İslam topluluklarının medeniyet sürdüğü tarihin hiçbir devrinde ve hiçbir bölgesinde insanların dinî inancına ve ibadethanelerine zarar verilmesi söz konusu olmamıştır. Bunun ötesinde ibadethanelerin koruma altına aldıkları bugün bile yeryüzünde ayakta duran eserlerden anlaşılmaktadır. Fakat Hristiyanların, hâkim oldukları coğrafyalarda inanç ve ibadethaneleri yok etmiş olmaları, diğer dinî inançlara karşı ne kadar hoşgörülü olabildikleri hususunda ipucu vermektedir. Bugün ibadet özgürlüğünü her ne kadar sözde savunsalar da uygulamada hiç de öyle olmadıklarını tarih kitapları fazlasıyla yazmaktadır.
Zamanında Avrupa Orta Çağındaki Hristiyanlara muallimlik ve rehberlik yapan efsane devletin çöküşü bir tarafta dursun. Bizim incelemeye çalıştığımız şey sekiz asır boyunca bir arada yaşama kültürü yanında bilimsel birçok buluşu hayata geçiren ve kâmil bir devlet yönetimiyle beraber toplumsal yaşamı geliştiren bu yapının, her ne kadar saltanatçı birçok zaafı barındırsa da referanslarını İslam’dan almasıdır. Farklı din, kültür ve etnik yapılardan oluşan çok yönlü yapısı, sosyokültürel koşullarını uzun süre sürdürüp elde ettiği ekonomik, ilmî ve askerî gücüne rağmen komşu ülkeleri işgal edip sömürmek gibi bir hedef koymamış olması bugün işgalci emperyalist Batı’nın kendi inanç dünyasında ve vicdanlarında cevaplayamadığı sorulardandır.
Sonuç Olarak
İslam âlimlerinin etkisiyle, karanlık ve gayri insani katı yozlaşmış dinî inançlarıyla debelenen Orta Çağ Avrupa'sında Aydınlanmanın işaret fişeğini ateşleyen Endülüs’ten birçok ilmî ve fennî gelişme Avrupa’ya taşınmıştır. Bunun sonucunda, baskıcı dinî anlayışlar sorgulanmaya başlanmıştır. Fakat inanç ile ilgili çalkantılı dönemin maliyeti bir süre sonra tüm kutsal dinî değerleri tamamen hayatın dışına itmek şeklindeki bir din düşmanlığına evirilmiştir. Yaşanan büyük zihniyet değişimi ve reformasyon sonrası iç savaş ve çatışmalar onlarca yıl devam etmiştir. Tanrı merkezli dinî inanış ve ona bağlı sosyal ve ekonomik yaşantı modelinin sorgulanması akabinde, bütün geçmişteki yoksunluklardan intikam almak için ‘hümanizm’ felsefi doktrini ile kutsaldan arındırılan insan aklı ön plana çıkmıştır.
Geçmişteki bütün hataların faturasını kiliseye yükleyen Batılı toplum, Tanrı otoritesini kullanan ve bu anlayıştan nemalanan din adamları, krallar ve asiller yerine yeni inanç ve değer mekanizması inşa etmişlerdir. Katı kilise inancının yerine hümanizm üzerinden merkeze alınan ‘insan’ temel belirleyici olmuştur. “Tanrı için” ve “Tanrı adına” olan her şey insan ve insanın arzuları adına olanla yer değiştirmiş ve hiçbir şekilde doyuma ulaşmayacak insan, adeta Tanrı’nın tahtına(!) oturtularak krallığı ilan edilmiştir.
Aydınlanma ile Tanrı’dan kopuş, felsefi ve bilimsel gerekçelere dayandırılmıştır. Bu yeni inanç sisteminde akılcılık vebilimcilik11 başı çekmektedir. Bilimin ve evrenin sahibi olan Allah'ı hayatın tamamen dışına iten, rasyonalite ile içsel erdemleri ve öteki dünya anlayışını terk eden insanın mutluluk arayışını maddi âleme bağlamayı başaran Batı, madde âleminin krallığına giden bu yeni yolu bütün inanç ve değer sistemlerini sekülerleştirerek yeniden inşa etmiştir.
Avrupa her ne kadar son iki yüzyıldaki gelişmelerini “Aydınlanma” kisvesi altında “modern” süslü paketlerde “üst medeniyet” diye aklamaya çalışsa da Batı’nın bugün ulaştığını iddia ettiği medeniyet yeryüzündeki kaynakları sömürüyor, ürettiği kıyımlar ve kaoslardan dolayı dünyanın huzurunu kaçırıyor. Tüm kaynakları ele geçirip tahakküm etmek adına yeryüzünü gözünü kırpmadan kana bulayan Batı’nın parmak izlerine dünyadaki savaşlarda ölen, evsiz/barksız kalan ve göç etmek zorunda bırakılan milyonlarca mazlum insanın faillerinde de rastlamak şaşırtıcı değildir. Dünyaya üst medeniyet diye yutturmaya çalıştıkları Batılı çağdaş medeniyetin, kendileri dışındakini kapsamadığı ortadadır. Söylem ve eylemlerinin tamamen birbirinden farklı ve çelişkili olmasının yanı sıra karanlık emellerine ulaşma konusunda da acımasızlıkları ön plana çıkmıştır. Karanlıktan çıkmaya çalışırken zifiri karanlığa gömülen Batı âleminin bugün insanlık için daha karanlık bir gelecek inşa ettiğine hep beraber şahit olmaktayız.
Dipnotlar:
1- Skolastik: Katolik kilisesinin bağnazlığından doğan baskıcı düşüncedir. Araştırma, inceleme ve bilimsel faaliyetler yasaktır. Aristo felsefesi ve Hristiyan öğretilerden doğmuştur. Skolastik düşünce dogmalara sıkı sıkıya bağlıdır ve dogmaları açıklamayı öngörür. Başlıca temellendiricisi, Aziz Thomas Aquinas'tır.
2- Prof. Dr. Hakan Olgun, “Katolik Kilisesinin Eldüljans Uygulaması ve Protestan Reformuna Etkisi”. Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı:18-19, Samsun, 2005
3- Cadı Avı: Cadı olduğuna inanılan kimselerin yakalanması, yargılanarak veya yargılanmadan cezalandırılması olayıdır. Tarihte cadı avları genellikle cadıların yakılarak veya linç edilerek öldürülmesi ile sonuçlanmıştır. (Vikipedi)
4- Tekvir Suresi, 8-9.
5- Monoteizm: Tek bir Allah’ın varlığına ya da Allah'ın birliğine duyulan inanç olarak tanımlanır. Monoteizm sözcüğü, etimolojik açıdan, Yunanca mono ve theoi sözcüklerinden türemiştir. (Vikipedi)
6- Thomas Aquinas: 1225-1274 yılları arasında yaşayan, bilgi felsefesi, metafizik, siyaset ve ruhun ölümsüzlüğü konularındaki yorumlarıyla skolastik düşünceye önemli katkılar sağlamış keşiş ve filozof.(Vikipedi)
7- Macit Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, Çev. Kasım Turhan, s. 247, İstanbul, 1992
8- Enbiya Suresi, 33.
9- Prof.Dr. LütfiŞeyban, Endülüs’te Müslüman Hıristiyan İlişkileri, İz Yayıncılık, 2003
10- Reconquista: Hristiyanların, Endülüs döneminde İber Yarımadasındaki Müslümanların varlıklarını ortadan kaldırma amaçları ve çabalarına verilen addır. 1492 yılında son Endülüs devletinin yıkılmasıyla başarıya ulaşmıştır. (Vikipedi)
11- Bilginin dayanağı olarak yalnızca bilim yöntemine önem veren anlayış ve dünya görüşü.(Vikipedi)