İslam’ın mutlaka yaşanması gerektiği, hayata geçirilmediği sürece iman etmenin yeterli olmadığı, iman iddiasının İslam’ı yaşamak suretiyle ispat edilmesi gerektiği hakkında insanlarla konuşmaya çalıştığımızda; muhataplarımız genel olarak şu minvalde sözlerle konuyu kapatmak isterler. “Ona bakarsan adım atmak bile günah, İslam bugün yaşanamaz ki zaten!” Bu anlayış sadece bugünün anlayışı değil, muhtemelen atalarımızın İslam’dan önceki eski dinlerinde var olan ve İslam’ı bir şekilde kabul ettikleri günden beri süregelen bir anlayış.
Bu anlayışın kaçınılmaz bir neticesi olarak tarihte ve günümüzde; şaman, dede, şeyh, veli ve evliya gibi isimlerle anılan bir sınıfın, dini, adeta mükemmel üstü bir şekilde yaşadığı; diğer aciz kulların ise dini hiçbir zaman yaşayamadığı ve yaşayamayacağı gibi pratik bir sonuç ortaya çıkıyor. Tabiatıyla da bu aciz kullar sınıfına, söz konusu ruhban sınıfını, Allah’la kullar arasında, Allah dostları (evliyaullah) ismi altında aracılar/şefaatçiler kabul edip, dünyada ve ahirette onlara sığınmalarından başka bir imkân kalmıyor.
Bununla da kalınmıyor, bu aracı üstün kullar zamanla, Allah dostları makamından Allah’ın yardımcıları (min dunillahi alihet) konumuna yükseltilip, ilahlaştırılıyorlar. Nitekim İbrahim ve İsmail (as)’in varisleri olan Mekkeli Arapların da aynı süreçten geçtiklerini ve Allah’a ortak koştukları sahte ilahlarının geçmişte yaşamış salih kullar ile meleklerin tasvirleri olduğunu, Kur’an ve sahih rivayetler bize anlatıyor.
Kur’an’ın tümü bir yana, sadece Yunus Suresinin 62-64. ayetlerini okusak bile, bu sorunlu veli-evliya anlayışının ne kadar yanlış olduğunu çok net olarak görebiliriz. Ayetler her Müslümanın Allah’ın velayeti, yani O’nun dosdoğru yoluna ulaşmasında ve o yoldan sapmadan yürümesinde koruyucu dostluğu şemsiyesi altına girmesi gerektiğini ve girebileceğini ortaya koyuyor. Allah’ın velisi olabilmenin tek şartı, şirk içermeyen sahih ve samimi bir iman ile Allah’ın azabından korunmak için Allah’ın sınırlarına gücü nispetinde riayet demek olan takvaya sahip olmaktır.
Bizler, Kur’an ve sahih sünnetten edindiğimiz İslam anlayışı sayesinde, sorunlu anlayışları reddediyoruz. İslam’ın istisnasız tüm Müslümanlarca yaşanabileceğini, İslam’ı yaşamada bir grup ve sınıfın ayrıcalıklı olmadığını kabul etmekle kalmıyor; İslam ancak yaşanırsa (salih amel), dünya ve ahirette kurtuluşa erileceğini söylüyoruz. Lakin farkında olmasak da sanki geleneksel İslam kültürümüzden kalma; İslam’ın herkes tarafından yaşanamazlığı gibi bir bilinçaltına sahip olduğumuzu düşünüyorum.
Doğru Bilgi Olmadan Sahih İman ve Salih Amel Olamaz!
Öncelikle şunu belirtelim ki, iman ve İslam’ı doğru anlayamayanın, İslam’ı yaşaması bir yana, Müslümanlığı bile tartışılır. İslam’ı doğru anlayanın ise Naziat Suresi 40-41. ayetlerde belirtildiği üzere, İslam’ı yaşamasının önündeki tek engel nefsinin hevası, yani hakka aykırı arzuları istikametinde yaşama arzusudur. İnsanın sadece kendi nefsi iradesi üzerinde bir tasarruf yetki ve imkânına sahip olduğunu hatırlayacak olursak, insanın kendi nefsi dışındaki hiçbir şeyi (eşi ve çocukları dâhil), istediği şekilde yönlendiremeyeceğini anlarız.
Yüce Allah hiç kimseyi iradesi dışında yönlendirmediğine göre, bizim böyle bir yönlendirmeye güç yetirmemiz zaten düşünülemez. Bakara Suresi 286. ayette belirtildiği gibi, Yüce Allah her bir insana, ancak kapasitesi (vus’ahe) nispetinde sorumluluk yüklemiş olduğuna göre (yukellifullahe); bu sorumluluğu yerine getirmesinde, nefsinin hevasından başka bir engelin olmadığı ortaya çıkar.
Özetle, her bir Müslüman kendi nefsini Allah’ın istediği şekilde değiştirmekle (tezkiye), ailesi dâhil diğer insanların da değişmesi için çalışmakla (cihad) mükelleftir.
Bu husus çok önemlidir. Genelde bizler, İslam’ı gereğince yaşayamamamızın sebebi olarak, nefsimizin hevası dışındaki (aile, toplum, devlet gibi) unsurları öne süreriz. Oysa bizler, kapasitelerimiz nispetindeki sorumluluklarımızı yerine getirmekle mükellefiz. Kendimizi aşarak, imkânsızı başarmak gibi bir sorumluluğumuz yoktur. Bu durumda, nefsimizin hevasını engelleme konusunda tam sorumlu; kendi dışımızdaki unsurlar konusunda ise Allah’ın bizden istediği şekilde davranmakla -yani sonuçtan değil, süreçten- sorumlu olduğumuz ortaya çıkmaktadır.
Çok pratik bir misalle bu durumu açıklamaya çalışalım: Kur’an’da ilk surelerden itibaren vurgulandığı ve hepimizin bildiği üzere; cinsellik konusunda kadın-erkek her Müslümana düşen sorumluluk; eşi dışındaki birisiyle, sadece zahiren değil, düşünce ve duygu boyutunda da olsa cinsellik yaşamamasıdır. Bu, fiilî zinadan başlayıp, dokunma, konuşma, bakma, düşünce dünyasında senaryo kurup duygusal olarak fuhuş ve zina etmeyi de kapsar.
Dikkat edilirse, bu söylediklerimizin hepsi, kişinin kapasitesi kapsamındadır ve tek engel, kişinin hevasıdır. Burada, kişinin nefsinin dışındaki her türlü cinsel saptırıcılar (şeytanın fısıltıları, çıplaklık, her türlü müstehcen yayın gibi), kişinin iradesini kullanarak aşabileceği engellerdir.
Nefsimizden Doğrudan, Diğer İnsanlardan Dolaylı Sorumluyuz!
Burada şu soru akla gelebilir: Müslümana, sosyal hayatta müstehcenliğin ve fuhşun her düzeyde engellenmesi bir sorumluluk değil midir? Evet, her bir Müslümanın, sosyal hayattaki her türlü müstehcenliği ve fuhşu ortadan kaldırmak için çaba sarf etmesi bir sorumluluktur. Lakin bu sorumluluk, dolaylı bir sorumluluk olup bir Müslüman, İslam’ı bir bütün olarak yaşayıp, müstehcenlik konusunda da bulunduğu şartlara göre üzerine düşen görevi (tebliğ, emri bil maruf nehyi anil münker vb.) yerine getirirse, bu konudaki sorumluluğunu yerine getirmiş olur.
Bu noktada Neml Suresi 54-58. ayetlerde anlatılan Lut (as) kıssasına bakalım. Ayetlerde kavmini şirk ve homoseksüellikten vazgeçmeye çağıran Lut (as)’a kavminin cevabı, “Bunlar temiz kalmak isteyen kimselermiş, sürün bunları memleketinizden!” olmuştur! Lut (as), şirk ve homoseksüellikten uzak kalmak ve uyarmakla görevini yapmış olup, kavmini zorla bu işten alıkoymak gibi bir yükümlülük altında değildi.
Yani kişinin kendi nefsiyle ilgili sorumluluğu, bu alandaki emirleri yerine getirip her türlü yanlıştan uzak durmasıdır. Bu konuda nefsinin hevasını aştığında, emirleri yerine getirip yasaklardan kaçınmış ve sorumluluğunu yerine getirmiş olacaktır. Toplumsal boyuttaki sorumluluğu ise hedefe ulaşmak değil, hedefe ulaşmak için gücü ve imkânları nispetinde görevlerini yapmakla sınırlıdır ki, bunu yapmak mümkündür.
Nisa Suresi 74. ayette açıklandığı üzere, kişi gerektiğinde Allah yolunda savaşa çıkıp da üzerine düşeni yerine getirdikten sonra, bu savaşta galip de gelse öldürülse de fark etmez, o bu çabasının büyük ücretini (ecrun azim) alacaktır, galibiyetle sorumlu değildir. Zaten cihad gibi sosyal kulluk faaliyetlerimizi yerine getirirken bile, en büyük engelin dış şartlardan ziyade, nefsimizin hevasından kaynaklandığı hepimizce malumdur.
Özetle, İslam’ın her Müslümanca gücü ve imkânları nispetinde yaşanması mümkündür. İslam’ı yaşama aktarmada iki temel sorun bulunmaktadır. Öncelikle, her bir Müslümanın üzerine düşen sorumluluklarının neler olduğunun tam olarak tespiti; ikinci olarak da her bir Müslümanın, doğru olarak (eksiksiz ve fazlasız bir şekilde) tespit edilmiş bu sorumluluklarını yerine getirme konusunda nefsinin hevasını aşabilmesi. Bu durumda İslam’ı gereğince yaşama durumumuzun, sorumluluklarımızı doğru anlama ve bu sorumluluklar konusunda hevamızı aşmakla mümkün olduğu ortaya çıkmaktadır.
Sorumluluklarımızı Doğru Tespit Etmeliyiz!
Bugün İslam’ı yaşayamama konusunda tevhidî düşünceye sahip kesimlerdeki yakınmaların temelinde, öncelikle sorumluluklarımızın doğru tespit edilememesi yatmaktadır. Eğer bizler, örneklendirmeye çalıştığımız şekilde, nefsi, ailevi ve toplumsal sorumluluklarımızı doğru bir şekilde tespit eder ve bunlar üzerine yoğunlaşırsak; bu sorumlulukların, bir süreç içinde yerine gelmesi önündeki tek engel olan nefsimizin hevasını aşarak sorumluluklarımızı yerine getiremememiz söz konusu olamaz. Çünkü İslam şeyh, dede, veli diye isimlendirilen seçkinler ve elitler dini değil, tüm insanların dinidir. Dolayısıyla her bir insan, kapasitesi nispetinde İslam’ı yaşayabilir.
Ancak bir kör ile göreni aynı sorumluluk altına sokarsak, elbette bu adil olmaz. Gerçek bir İslam devletinde yaşayan Müslümanlara yüklenecek sorumlulukları, günümüzdeki tağuti rejimler ve geleneksel İslami toplumlarda yaşayan Müslümanlara yüklersek de bunun altından kalkılamayacağı açıktır.
Kur’an’da buna en güzel misal, Tahrim Suresi 10-11. ayetlerde bahsedilen, Firavun’un gizli mü’mine hanımının durumudur. Bu hanım, şirkin ve tuğyanın tam göbeğinde, ilah ve rab sayılan Firavun’un hanımı iken; muhtemelen sadece düşünce ve duygu dünyasında yaşadığı imanı ile zirvelere yükselmiş ve imana numune olmuş iken; Nuh ve Lut (as) peygamberlerin hanımları ise peygamber evinde yaşadıkları halde, küfre numune olmuşlardır.
İslam’ı Yaşamak Sadece Sosyal ve Siyasi Faaliyetlere Endekslenemez!
İslam’ı yaşayamadığımıza dair yakınmalarımızın sebebi, bu hatalı anlayıştan kaynaklanmaktadır. Bizler İslam’ı her mü’minin kapasitesi nispetinde yaşayabileceği bir dinden ziyade, Marksizm ve milliyetçilik gibi, sadece sosyal ve siyasal mücadeleyi ön plana çıkartan ve mutlak başarıya endekslenmiş ideolojik bir anlayışla; bu alanlardaki mücadeleyi, sorumluluklarımızın temel ve esas alanı haline getirdik. Bunun neticesi, bu mücadeleyi bir şekilde yapanlar İslam’ı yaşıyor, yapamayanlar ise yaşayamıyor konumuna düşüyor. Farkına varılmaksızın, bu mücadeleyi yapanlar, tıpkı şeyhler, evliyalar gibi Allah’ın sevgili kulları olan ayrı bir sınıf; yapamayanlar ise ikinci sınıf konumunda görülüyor ve hafife alınıyor. Mücadele imkânına sahip ve sosyal bir kişiliğe sahip olanlar, İslam’ı yaşıyor görünürken; mücadele imkânına sahip olmayanlar ve a-sosyal kişiliğe sahip olanlar ise İslam’ı yaşamıyor olarak algılanıyor.
Süreç içinde bu alanlarda mücadele edenler, çeşitli sebeplerle mücadele alanlarını terk edip meydan seyrekleşince; genelde İslam hiç yaşanmıyormuş gibi bir algı ortaya çıkıyor ve bu algı bir yenilgi ve yılgınlık psikolojisine yol açıyor. Son günlerde gündeme oturan İslamcılığın bitip bitmediği tartışmasını bir de bu açıdan ele almakta fayda vardır.
Oysa İslam’ın yaşanması, çok geniş bir alanı kapsamaktadır. Sosyal ve siyasi mücadele alanı ise imkânı olanların, kendi özel şartları ile sosyal ve siyasi şartlar çerçevesinde sorumlu olduğu ama her bir Müslümanın, en azından kalbi destekle de olsa katılması gereken çok önemli bir alandır. Nitekim Tevbe Suresi 90-95. ayetler bu durumu ortaya koymaktadır.
Hiç Kimseye Kapasitesinin Üstünde Sorumluluk Yüklenemez!
Bilincinden başka, konuşma dâhil hiçbir vücut fonksiyonu olmayan kötürüm bir Müslümanı ele alalım. Bu Müslüman İslam’ı, sadece düşünce ve duygu düzeyinde yaşayabilme imkânına sahiptir. Bu Müslümanın, tüm boyutlarıyla İslam’ı öğrenip, durumuna kahretmeden ve yakınmadan sabretmesi; düşünce ve duygu boyutuyla Allah’a kulluğunu ifade edip Kur’ani gerçeklere iman etmesi; hakkın başta ailesi olmak üzere, tüm dünyada hâkim olmasını canı gönülden arzulaması, onun İslam’ı çok iyi yaşadığını ortaya koyar. Ancak Allah’ın her türlü maddi ve manevi imkân verdiği bir Müslüman ise hem bu kötürüm Müslümanın yaptıklarını yapmakla hem de Allah’ın kendisine verdiği imkânları, mevcut şartlar çerçevesinde Allah yolunda kullanmakla, yani mal ve canıyla Allah yolunda cihadla sorumludur.
Peygamberimizin siyerini incelediğimizde de bu durumu çok açık olarak görüyoruz. Kadınların ve sakatların cihadla/kıtalla sorumlu tutulmayışı, savaşlarda savaşçılığı iyi olan Müslümanlara ön saflarda yer verilmesi, hicret imkânına sahip olmayanların hicret sorumluluğundan muaf tutulması gibi hususlar, söylediklerimizi doğrulamaktadır.
Öncelikle Yaşayan Şahitler Olmak Gerekir!
Burada bir hususun altını çizmemiz gerekiyor: Sosyal ve siyasi alanda faaliyet göstermekle sorumlu olup da bu alanlarda faaliyet gösterecek olanların; nefislerinden başlamak üzere, diğer sorumluluklarını yerine getirmede yeterli bir seviyeye gelmeleri ve bu alanlarda istikrar kazanmaları da ön şarttır. Yani sorumlulukları yüklenmede, bir süreç ve tedricilik mutlaka gözetilmelidir. Sorumluluklar, aşama aşama ve merhale merhale yüklenilerek artırılmalıdır.
Buna tren yolu yapımını misal verebiliriz. Eskiden tren yolu yapılırken, trene yüklenen raylar, serile serile gidilirdi. Trenin son gittiği nokta, başlangıç istasyonundan itibaren, rayların kesintisiz döşendiği nokta idi. Tren, bu iki nokta arasında gider gelirdi. Yeni rayları, döşenmiş hattın herhangi bir noktasından alarak son noktaya götürür ve yolu döşemeye devam ederdi. Tren yolu hattı bitinceye kadar çalışma böyle devam eder, son noktaya ulaşamasa da döşeyebildiği hat üzerinde rahatça çalışırdı.
Bu süreç ve merhalelere dikkat edilmeden rastgele sorumluluk yüklenilmesi durumunda, hattın başı dururken; ortası ya da sonunu döşemek gibi bir durum söz konusu olacaktır. Bu durumda hattın yapımı trenle değil, başka vasıtalarla yapılacak, hat tamamlanmadığı sürece tren hiçbir işe yaramayacaktır; tabi hat tamamlanabilirse.
Binanın Zemini ve Temeli Sağlam Olmalıdır!
Atalarından miras olarak aldığı çeşitli şirk unsurlarıyla karışık geleneksel imanını bilgi ve duygu boyutlarında düzeltmeden, namazlarını gereken huşu ile ve devamlı ikame etmeden, ciddi ve devamlı bir infak uygulamasını gerçekleştirmeden, aile fertleriyle İslami bir anlayış ve düzen oturtmadan sosyal ve siyasi faaliyet alanlarına bodoslama girenlerin durumu, bu misale benziyor. Böyle yapanların, öncelikle temel sorumluluk alanlarını ihmal etmeleri söz konusu olduğu gibi; zaten bu alanları boş bıraktıklarında, ilerleyen süreçte bunun darbesini yemeleri; adeta düşmanla ön saflarda savaşırken, diğer düşman birliklerince arkadan vurulmaları gibi bir duruma düşmeleri kaçınılmaz oluyor.
Sorumlulukların yüklenilmesinde tedricilik ve merhalelere dikkat edilmesi kuralını, bir bina inşası misaliyle de açıklayabiliriz. Bir binayı yapmak için, önce bir proje lazımdır. Bu projeyi Kur’an, ustayı da Peygamberimiz kabul edelim. Önce projeyi ve ustalığı teorik olarak öğrenmemiz icap eder. Ardından, bina yapacağımız yerin zemin etüdünü yapmak gerekir. Bu, geleneksel Müslüman olarak duygu, düşünce ve bilinçaltı dünyamızı çok iyi analiz etmemiz manasına gelir. Bunun ardından zemine uygun bir teknikle temel atmamız, yani geleneksel Müslümanlığımızın durumuna göre tevhidî İslam’ı temel atmamız gerekir. Bu durumda imani seviyemiz zayıfsa çok ciddi bir temel atmamız şarttır. Ardından kolonlar ve kirişler mesabesindeki namaz, zekât, oruç, temel haramlar ve helaller konusunda, Kur’an’ın belirttiği seviyeye gelmemiz gerekmektedir. Sonra duvarların ve çatının örülmesi, yani aile bazında İslami bir seviyeye gelmek; bunun ardından da sıva, badana, çatının yapılması; binaya tabela asılıp faaliyete başlanması aşamaları gelir ki, bu aşama sosyal ve siyasi alana açılmayı ifade eder.
Burada kulluk imtihanımızın temel kalkış noktasını bir kez daha hatırlatalım. Beyyine Suresi 7-8 ve pek çok ayette belirtildiği gibi; en temel gayemiz, Allah’ın rızası ve bunun neticesi cenneti kazanmaktır. Bunun vesilesi ise iman ve salih ameldir. İman ve salih amel ise Firavun’un hanımı misalinde açıkladığımız gibi, imkân ve şartlar çerçevesinde, düşünce ve duygu dünyasında başlayıp; Maide Suresi 35. ayette dikkat çekildiği üzere, İslam’ın tüm sosyal ve siyasal alanlarda hâkim olması hedefi peşinde koşmaya değin (cahidu fi sebilihi) geniş bir yelpaze çizmektedir.
Araçlar Amaç Haline Getirilmemelidir!
Hatırlatılması gerektiğini düşündüğümüz çok önemli bir husus da vesilelerin (araçlar), hiçbir zaman amaç haline getirilmemesi gerektiğidir. Lakin zaman zaman, amaçlarla araçların birbirine karıştığı görülmektedir. Bu durumun istisna olmaktan çıkıp devamlı olması halinde ise araçların putlaştırılması söz konusu olacaktır. Mesela cihad ve kıtalı, Allah yolunda ve sadece O’nun rızası için değil de para, kadın, mevki, şöhret ve benzeri şeyler için yapanlar; Allah’ın dinini çıkarlarına alet edip, hevalarını amaç, cihadı araç haline getirmektedirler.
Günümüzde bilinçli yapılmasa ve bu seviyede olmasa bile; sosyal ve siyasi çabaların birer araç olduğunu unutup, birer amaç haline getirilmesi söz konusu olabilmekte; farkında bile olmadan bunlar amaç; Allah ve İslam ise bunları destekleyen birer araç haline gelebilmektedir.
Bu durum bilinçli bir tercihin sonucu değil, kulluk ve imtihanın yanlış anlaşılarak yanlış başlangıç yapılması ya da doğru anlaşılsa ve doğru başlangıç yapılsa bile, Haşr Suresi 18-19. ayetlerde açıklandığı üzere, süreç içerisinde Allah’ı unutmamızın bedeli olarak Allah’ın da bize nefsimizi unutturması neticesi oluşmaktadır.
Bu duruma gelindiğinde, İslam sadece sosyal ve siyasal mücadele (cihad) olarak algılanmakta; İslam’ın geniş yelpazesi ya tamamen ihmal edilmekte ya da cihad için bir zemin ve araç konumuna düşürülmektedir.
Bu zemini güçlü olanlar ile sosyal ve mücadeleci kişiliğe sahip olanlar, bu hatayı fark etmeden yıllarca bu alanda faaliyet göstermekte; zemini zayıf ve a-sosyal kişiler ise bu alandan çok kısa sürede çıkmakta ya da dışlanmaktadırlar. Bu anlayış genele hâkim olduğunda, artık İslam’ın yaşanmadığı ve yaşanamayacağı kanaati ve yılgınlığı tüm tevhidî kesimi kuşatmaktadır.
Geldiğimiz noktada geleneksel İslami anlayışın tam tersi bir anlayışa sürüklenmiş durumdayız. 32 farz Müslümanlığını eleştirir ve küçümserken, ideolojik bir İslam anlayışıyla 32 farzdaki iman ve sorumluluklarımızı bile yitirmeye doğru sürüklenmekteyiz. Bu nedenle mutlaka iman ve İslam’ımızı tecdit ile sorumluluklarımızı sağlıklı bir şekilde tespit ve pratiğe aktarma sürecine girmeliyiz.
Eğer bu sürece girer ve sağlıklı olarak sürdürebilirsek, imkân ve şartları müsait olanlar, sosyal ve siyasal alanda Kur’ani bir anlayışla yerlerini alacak; müsait olmayanlar da onları maddi ve manevi olarak destekleyecek ve süreç içinde bu alanlara girebilecek ama her durum ve seviyede her bir Müslüman, sorumluluklarını yerine getirmiş olacaktır.
Böylece ileriye yönelik umut ve beklentilerle, gelecekte İslam’ı yaşama anlayışı yerine; hemen şimdi ve son nefese kadar devamlı, kesintisiz ve eksiksiz İslam’ı yaşama anlayışı yerleşecektir. Bu süreç sağlıklı işlerse her bir Müslüman bu süreçte yerini alacak, zamanla sosyal ve siyasi alanlarda hiç ummadığımız seviyelere gelinebilecektir inşallah.