A. GİRİŞ
I. Sunuş
İslami Uyanış tarihsel ve dönüşümlü bir realitedir: Tarihin bazı dönemlerinde Müslümanlar imanı besleyici ve koruyucu faktörler noktasında çeşitli zaaflara kapılmış, düşünce ve fıkıhta tembelleşmiş, Allah yolunda mücadelede duraklama havasına girmişlerdir. Böyle anlarda, Müslümanlar, içten ve dıştan bir takım belalara duçar olmuş, tarihi birikimleri çökme eğilimine girmiştir. Böyle dönemlerin akabinde ise gerek üstün örneklerinden kopuşun verdiği rahatsızlık, gerek yaşadıkları çöküş neticesinde iç dünyalarında şekillenen bilinç, gerekse dışarıdan gelen meydan okumalar karşısında duydukları eziklik gibi etkenlerle, yeniden ayağa kalkmış, uyanış sürecine girmişlerdir. İşte bu dönemlerde iman yeniden hayatiyet kazanmakta, düşünme eylemi canlanmakta, harekette bir cevvaliyet ortaya çıkmaktadır. Birbirini izleyen bu dönüşümlü dönemler hakkında Kur'an'da ve hadiste bir takım işaretler vardır. Müslümanların tarihi de bunu destekleyen sayfalarla doludur.
Burada sözü edilen uyanış, gerçekte, sürekli yenilenen bir bilincin bir devresini oluşturmaktadır. Bu devre, sömürge faaliyetlerinin güçlenip kök saldığı dönemi takip eden zillet ve meskenet yıllarının ardından, Arap ve İslam dünyasında bütün emareleriyle kendini hissettirmeye başlamış, daha kesin konuşmak gerekirse, II. Dünya Savaşı'nın sonrasında gündeme girmiştir. Savaşı takip eden yılların ardından sürekli güçlenmeye devam etmiş, etkilerinin şiddeti artmış, yetmişlerin sonlarında kazandığı iletişim desteğiyle iyice şöhretini artırmıştır.
İslami Uyanış, açık şekliyle İslami yapılarda kendini göstermektedir. Bu İslami yapılar, sözünü ettiğimiz sürekli yenilenen bilinci taşımakta, düşünce platformunda İslam'ın davetçileri olarak çalışmaktadırlar. Bu çerçevede, İslam'ın etrafındaki şüphe ve tereddütleri savmak, onun doğruluğuna olan güveni iade etmek, tarihi onurunu korumak ve toplumsal platformda, gençleri eğitmek, mescidleri onarıp imar etmek, sosyal bozukluklarla mücadele etmek; siyasi platformda ise dini, siyaset ve cihadla güçlendirmeye çalışmak bu yapıların başlıca faaliyet alanlarını oluşturmaktadır. Bu son noktada muhtemelen İhvan-ı Müslimin, İslami Cihad gibi siyasi boyuta sahip cemaatler akla gelmektedir. Ama şu unutulmamalıdır ki, her ne kadar dikkat çekici olmasalar da İslami Uyanış bir çok cemaat tarafından taşınmaktadır.
İslami Uyanış'ın, örgütlü İslami çalışmanın odaklarına uymaya zorlanması veya uydurulması imkansızdır. Zira o, sürekli yayılan düşünsel bir akım haline gelmiştir. O, kapsamı geniş sosyal bir realitedir. Yine o, düşünsel değerlerdeki fitneden ve Avrupai hayat normlarından kurtuluşu taşıyan bir bilinçtir. İslami Uyanış; bu dinin köklerine dönüş, yaşadığımız hayatta onun koyduğu değerleri kurumlaştırmak için inandığımız bir kararlılıktır. Mamafih durum sadece halk bazında hareketlerle sınırlı kalmamış, bölgede egemen olan yönetimler de isteyerek veya istemeyerek bu uyanış realitesiyle etkileşime girmişlerdir. Bu etkileşim, söz konusu yönetimlerin gerek iletişim, gerek eğitim ve gerekse hukukla ilgili düzenlemelerinde aldığı siyasi tedbirlerde kendini göstermektedir. Dahası, bu yönetimlerden bazıları -sınırlı da olsa- İslam'ı uygulama denemelerine girmişlerdir. Bunlardan hareketle İslami Uyanışın evrensel ve tarihsel bir güç haline geldiğini iddia edebiliriz. Ama bu iddiamızda ileri giderek bunun, sonucu kesin belli tarihsel bir kader olduğunu söylememiz mümkün değildir. Zira bu; imani ve maddi şartlara bağlı bir durumdur.
İslami Uyanış, Arap Dünyası'ndaki eser ve etkilerini dış meydan okumalar ve tehditler doğrultusunda oluşturmakta, bölgede var olan diğer tarihsel güçlerle etkileşime girmektedir. Dolayısıyla o, yalnızca İslam'ın idealleriyle etkileşmemekte aynı zamanda kendisini kuşatan sosyal olaylardan da etkilenmektedir; ki bu vakıa bir çok farklı mezhep ve tavırda kendini göstermektedir. Sonuçta İslami Uyanış hakkında konuşurken bir çok yerde bu sosyal olaylarla da bir bütün olarak ilişkiye girmek gerekli olacaktır.
İslami Uyanışın Ulusal/Bölgeci Devlete yaklaşımından veya ikincisinin diğeri üzerindeki etkilerinden bahsederken kasdettiğimiz devlet; ulusal sınırlarım aşma konusundaki birleşme değerleri üzerinde, İslam'ın ve Arapcılığın (Urübe), çatıştığı bir toplumda egemen yapıca belirlenen belli bir coğrafya ile sınırlı sultadır. Bu durum ise sözü bazen ulusçuluğa/yurtçuluğa, bazen de halkların milliyetleri esası üzerine birleşme isteklerinde şekillenen Milliyetçiliğe çekecektir.
Burada İslami Uyanışın ulusal/bölgeci devletlerin yönetimlerine yaklaşımından söz etmemiz durumunda şu hususu hatırda tutmamız yararlı olacaktır: Gerek ulusçu/yurtçu devletlerin mevcudiyeti ve gerekse birleşme projelerinin teorik değerleri, ne olursa olsun, İslami Uyanış'ın bunlar karşısında sahip olacağı yaklaşım, her halükârda kendi inandığı değerlerden etkilenecektir. Birlik veya çokluk meselesinde var olan yaklaşımlar kesinlikle yönetimle ilgili değerlendirmelerden ayrı düşünülemez. Birleşmenin kaçınılmaz seyri içinde, sevilen veya sevilmeyen bir bölge rejiminin kendisinden daha geniş bir düzen içerisinde boğulması söz konusu olabilir. Dolayısıyla birleşme için öngörülen belli bir projede bundan doğacak yakın ve uzak gelecekteki yarar ve zararların birbirlerine üstünlüğüyle ilgili tercihler de ortaya atılacaktır. Bu durumla ilgili olarak ileride bazı örneklerden bahsedeceğiz.
Sözü kendisiyle sınırlı tutmaya çalıştığımız Arap Dünyası, çevresinden kopuk olarak düşünülemez. İslami Uyanış da tabiata itibarıyla yalnız Arap coğrafyasında yaşanan bir realite değildir. Zira İslam, Arap, Asyalı ve Afrikalı bütün İslam ümmeti'nin ortak mirasıdır. İslam tarihindeki İslami Uyanış hareketleri de birbirleriyle ilişki ve etkileşim içerisinde olmuşlardır. Halihazırda yaşanan İslami Uyanış da çok boyutlu ve evrensel bir olay olup dünyayı bir bütün olarak kuşatan şartların bir neticesi olarak doğmuştur. Bu şartları; siyasi sömürün zayıflaması, Batı'nın medeniyet gururunun kırılması, sömürgecilerin İslam topraklarında refah ve ilerlemeyi sağlama garantisi olarak artlarında bıraktıkları ateist sistemlerin başarısızlıkları ve iletişim devriminin sayesinde haberleri dünyanın her yanına ulaşan İslami bilinçlenme devrimi olarak sıralayabiliriz. Arap Dünyası'nda yaşanan İslami Uyanış da, gerek dinamikleri gerekse düşünce açısından dünyanın diğer coğrafyalarındaki uyanış hareketleriyle etkileşim halindedir. Yaklaşımlar, bir çok noktada aynılık göstermektedir. Arap vakıası diğer İslami coğrafyaların vakalarıyla ve dünya vakıasıyla ilişki içerisindedir. Bu uyanışa yöneltilen tehditlerin ve bu tehditler karşısında konulan tavırların evrensel boyut hesaba katılmaksızın anlaşılması imkansızdır.
II. İslam Tarihinde Ümmet ve Bölge
Din; mutlak ideal ile nisbi realitenin birleştirilmesidir. İdeal; insanın muhatap olduğu şer'i yükümlülük ve öğretiler doğrultusunda çizilir. Vakıa ise, insanın dış dünyasını kuşatan şartlar ve maddi olaylardır. Tedeyyün, yanı din sahibi olmak ise; öncelikle, idealin doğruluğuna dair nefsi bir imanın sağlanması, ardından, vakıayı ideale yaklaştırmak için vakıayla yapılan mücadelede şekillenen tarihsel birikim, sonuçta imanın en ideal şekliyle vakıada somutlaştırılmasıdır. Dine sahiplenmenin en son aşaması da dini anlayışı idealin kemal noktalarına taşımak için verilen ve durdurak bilmeyen bir mücadeledir.
İslam devletinin ilk örneği; Rasul (s) tarafından idare edilen ve Kur'an-ı Kerim ayetleriyle desteklenen Medine devletinde kendini göstermektedir. Bu devlet, kuruluş vakıasının getirdiği zaruret doğrultusunda mahalli karaktere sahip bir devletti. Sınırları ve anayasası Allah Rasulü (s) tarafından belirlenmiş, velâ (tebâ) sınırları Kur'an tarafından sınırlandırılmıştı. Buna göre orada ancak, oraya hicret edenler (muhacirler), oraya sığınanlar ve bunlara yardım edenler (ensar) velâ hükümleri içerisindeydiler, iman edip de hicret etmeyenler bu sınırın dışında kalmaktaydılar. Devletin, Müslümanları ve anlaşmalı Yahudileri içeren çemberi, bazıları Mekke'de mustazaf olarak kalan diğer Müslümanlarla, değişik beldelerdeki Müslümanların oluşturduğu çemberden daha küçüktü.
Bölgesel özellik taşımasına rağmen Medine devleti, evrensel bir yönelişe sahipti. Zira bu devleti oluşturan bireyler, kendilerinin daha önceki peygamberlere inananlarla birlikte oluşan İslam ümmeti silsilesinin bir halkası olduklarına inanıyorlardı. Bu devlet, bölgesel vakıasını duygu olarak da aşmaya yöneliyordu. Zira onun bireyleri, zamanın Roma ve Pers İmparatorlukları arasındaki evrensel boyutlu çatışmalarla yakından ilgileniyorlardı. Medine Müslümanları, Kureyş ve müttefikleriyle aralarında olan siyasi, dini ye iktisadi çatışmaların yanı sıra, bunların İslam olmakla birlikte hicret etmemiş Müslüman ve İslam'a meyleden kabileleri kendi saflarına çekmek için gösterdikleri çabalara karşı da mücadele veriyorlardı. Bütün bunların ötesinde bu devlet, Araplardan başlamak üzere bütün insanlığa taşımakla yükümlü olduğu bir risalete inanmaktaydı.
Medine devletini, Raşid Halifeler devleti takip etti. Bu devlette de yönetim merkezi idi ve genel yönlendirme tek bir odaktan kaynaklanıyordu. Ne var ki, İslam davetinin yayılması neticesinde, merkezden hayli uzak bölgeler ve bu bölgelerde yaşayan değişik kavimler ortaya çıkmaya başladı. Bazıları Rasul (s) dönemine ait olan şer'i siyaset esaslan; ana emirlik bünyesindeki vilayetlerin dağılımında bölgeselliğin esas alınmasını gerektirdi. İmametin bütünlüğü, birliği, egemenliğinin tartışılmaz oluşu ve İslam topraklanılın bölünmez bir bütünü teşkil edişi gibi esaslar çerçevesinde sözü edilen vilayet dağılımı gerçekleştirildi.
Hilafetin veraset sistemine dönüştürülmesinden sonra her ne kadar yönetim üzerinde çekişmeler baş göstermiş, bölge veya kavmiyet taassubu başlamış ise de genel çerçevesiyle devlet bütünlüğü, adem-i merkeziyetteki esnekliğin de sayesinde devam etmiştir. Halkın önderleri ve mümessilleri olan fukaha bir takım devrimlere olumlu yaklaşmış ve destek vermişlerse de genelde velayetin taksimini ve Müslümanların ana yapılarını bölen tartışmalara itibar etmemişlerdir. Ama mahalli mezheplerdeki çoğulculuğu ve hürriyeti kabul etmiş hatta bu konu üzerinde ısrar etmişlerdir.
Ne var ki, bu birlik sürekli genişleyen İslam Toplumunda farklı birçok kavmin ve kültürün bünyeye alınmasına karşın, bununla orantılı bir birlik eğitimi motivasyonunun bulunmaması nedeniyle sarsılmaya başlamıştır. Sonuçta hilafet sembolik bir hal almış, merkezi devletin gücünü yitirmesiyle uzak bölgelerdeki yönetimlerden sorumlu zümrelerin halifeyi dışlayarak yalnız kendi çıkarlarını gözetme arzulan harekete geçmiştir. Böylelikle kavmiyetçilik gündeme girmiş ve İslam'ın siyasi sürecinde yeni bir modeli yerleştirme çerçevesinde bölgesel özellikler ağır basmaya başlamıştır.
Çağımıza dek İslam dünyasında yaşayan model, ümmetin birliğiyle bir bütün teşkil eden Daru'l-İslam anlayışının canlılığını korumasına rağmen, İslam dünyasını paylaşan ve çoğu birbirinin varisi olan İslam devletlerinin artmasıyla siyasi bütünlüğün dağılması şeklinde kendini gösteren modeldir. Bu devletlerden bazıları fetih gücüyle geniş alanlara yayılmış, bilahare zaafiyet belirtilerinin ortaya çıkmasıyla çökmüşlerdir.
Daru'l-İslam ise şu şekilde kendini göstermiştir: Bölgesel hudutlar, Müslümanları siyasi vilayetler gibi birbirlerinden ayırmamışlardır. İlmi saha bütünlüğünü korumuş, kültür hep bu sahada şekillenmiştir. Ekonomik pazar tek olmaya devam etmiş, mal ve hizmetlerin tedavülü değişik bir statü kazanmamıştır. Halklar bazında ise kesinlikle yabancı/ecnebi gözüyle bakılmaksızın bölgeler arasında gezi ve ziyaretler esiri seyrinde cereyan etmiştir. Diğer yandan hukuktaki birlik, İslam hukuku hükümlerinin tartışılmaz egemenliğini korumuş, muamelat hükümlerinde titiz bir birliği sağlamak üzere fikıh mezhepleri yayılmışlar. Bazen bir çok bölgeci devleti bile, belli bir mezhepte birleşmekteydi. Yine ümmetin duygusal birliğinin garantisi olacak çalışmalarda bulunan tarikatlar ortaya çıkmıştır. Neticede; mezheplerin ve tarikatların yayılması, ilim ve kültür alış verişinin artması, insanların ülkeler arasında serbest dolaşımı, kısacası, bu karşılıklı beşeri, ilmi ve dini göç sayesinde Daru'l-İslam'ın medeni birlik ve bütünlüğü daha da arttığı iddia edilebilir. Bu, merkezi yönetimin zayıflamasından ve bölgeci vilayetlerin etkinlik kazanmasından sonra da uzun bir süre devam etmiştir. Çünkü dinin gücü, İslam hukukunun tartışılmaz hakimiyeti ve açıklık, koruyucu faktörler olarak işlevlerini görmüşlerdir.
Ümmeti oluşturan bireylerin kalplerinde Din duygusunun zayıflaması, İslam hukukunun ortadan kaldırılması ve bölücü bir fitne unsuru olarak sömürgecilerin bölgeye girmesi neticesinde -çeşitli maddi unsurların da kullanılmasıyla- bölgeci devletlerin egemenliği güçlenmiş, belli bir bölgede yaşayan halk, kendine ait hususiyetlerle övünmeye başlamış ve bu hususiyetleri komşularından kıskanır olmuştur. Sonuçta Dar'ül-İslam, Müslümanların kalplerinde ruhi bir kardeşlik bağı, geçmişe yönelik bir özlem ve geleceğin hayali halini almıştır.
III. Avrupa'da Ümmet ve Ulusçu/Bölgeci Devlet (Bir Karşılaştırma)
Müslümanlarda ulusçu/bölgeci devletlerin ortaya çıkışı; -gafletlerinin neticesi olarak- dini ideallerinden bir kopuş, Daru'l-İslam sınırlarının sürekli genişlemesinin baskısı ve bu olguya düşman olan unsurların çabaları ile açıklanabilmektedir. Avrupa tarihi de kendi coğrafyası için buna çok benzeyen bir hikaye anlatmaktadır. Yalnız onlar, vakıadan kaynaklanan bir bölücü fitneyle karşılaşmamışlar, birliğe ait değerleri çöküşe uğramıştır. Bu çöküş, Müslümanlarda olduğu gibi gaflet neticesi gerçekleşmemiş aksine onların kendilerini birliğe çağıran dini esasları tamamen ret ve inkar etmelerinde tecelli etmiştir. Müslümanlar birleşme ümidini her zaman muhafaza etmişler ve kitapları bunun garantisi olmuşken Batılılar, ateist devrimleriyle tarih boyunca baki kalacak bir bidat ortaya çıkarmışlardır.
Avrupalıların büyük bölümü Hıristiyanlığın da etkisiyle on asırdan uzun bir süre, evrensel devlet için en ideali medeniyet veya milliyetçilikte görmeye devam etmişlerdir. Bu idealler, bazen tek bir imparatorlukta kendini gösterirken bazen de bölgesel kraliyetlerde görülmüştür. Daha sonraları, milliyetçilik duyguları genelden özele doğru kaymaya başlamış, egemenlik için bölgesel özelliklere öncelik ve ağırlık verilir olmuştur. Neticede modern Avrupa'da hakim olan bölgeci ve ulusal devlet anlayışı kök salmaya başlamıştır.
Ulusçu/bölgeci devlete gelince; eski evrensel sistemin çöküşü belli sınırlar içinde mutlak egemenlik sahibi yönetim teorilerinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır (Machiavelli). Bu egemenlik, dışarıdan kaynaklanan tek imparatorluk veya Papalık devleti, içeriden kaynaklanan kilise nüfuzu veya feodalizm gibi isteklerin karşısında kendini göstermiştir. Bu teoriler, kral veya prensin hakimiyetine mutlak anlamda cevaz vermiştir. Ne var ki, siyasi düşüncenin gelişimiyle orantılı olarak, egemenliğin halka dayandırılması anlamında ve bireylerin lehinde liberal tezler gündeme gelmiştir (John Locke ve daha sonraki Psikologlar ve Radikaller). Liberal tezlerin yanı sıra cemaat iradesi lehinde olan kollektif tezler (Rouseaue), tarihsel, toplumcu ve muhafazakar tezler (Hegel), devletin aleyhinde olan maddeci Sosyalist tezler (Komünistler ve Anarşistler) ve diğerleri gibi tezler de ortaya atılmıştır.
Ulusçuluğu hazırlayan faktörlerin başında devletin belli bir coğrafya üzerinde nüfuz ve egemenliği gelir. Bu coğrafi hudud, siyasi ve ekonomik olarak üzerinde yoğunlaşılan odağı teşkil etmiştir. Aynı zamanda dinin boşluğunu doldurmak üzere ortak velâ (tebâiyet) duygusunun güçlenmesi, egemenliği halka kaydıran teorilere meyledilmesi de bu faktörlerin arasındadır, işte tüm bu faktörlerin de yardımıyla özelliklerde bağımsız oluş duygusu ortaya çıkmış, ulusal dil evrensel dilden (Latince) ayrılarak kendi edebiyatını geliştirmeye başlamıştır, ulusçu tarih anlayışı da bu durumu bazen asılsız vehimlerle, bazen da gerçeklerle desteklemiştir. Bu şekilde ulus esası Üzerine övünme ve ulusa özgü mesaj taşıma duygusu güçlenmiştir. Ulusçuluk ateşi önce on yedinci yüzyılda İngiltere'de yanmış, ardından on sekizinci yüzyılda Amerika ve Fransa'ya sıçramıştır. Avrupa'da Napolyon tarafından yayılmış sonuçta on dokuzuncu yüzyılda bütün Avrupa'da uygulanır hale gelmiştir.
Ulusçu/bölgeci devlet, ulusal çıkarlar sahasında halkın refah ve üstünlüğünü sağlamış olmasına rağmen, son yıllarda Avrupa'da bu uluslararası modelin gücünü hafifletmeye matuf adımlar atılmaya başlanmıştır. Bu gelişme, muhtemelen ortak medeni miraslarının bir eseri, yeni insani ufuklara doğru teorik bir yöneliş, Avrupa içi ulusal çatışmaları ve Avrupa yayılmacılığını durdurucu mahiyet taşımaktadır. Uluslararası hukuk bazında tüm devletler tarafından bilinen ve kabul edilen uluslararası Avrupa sistemi ortaya çıkmıştır. Bu sistem, tabiatıyla ulusçu/bölgeci devlet anlayışını yıkmamakta ama Müslümanların Daru'l-İslam'da yaşadıkları bir çok esası paylaşmaktadır.
IV. Araplar: Dışa Karşı Birlikten İç Çoğulculuğa
Arap toprakları, Osmanlı Hilafeti'nin idaresinden veya nüfuzundan, ardından da genel olarak siyasi sömürge olmaktan çıkmış ve istiklallerini kazanmışlardır. Bunlardan ilki yani Osmanlı Hilafeti'nin nüfuzundan çıkış, Arap milliyetçiliğinin sonucudur. Çünkü bu bir tür, genel dini bağ ve kimlikten, özel milliyet bağı adına ayrılış olmuştur. Bu ayrılış, Avrupa'da olduğu gibi teorik ve maddi bir gelişmenin neticesi olarak gerçekleşmemiştir. Durum ancak çok az bir şekilde deneyime ve Avrupa faktörüne bağlı olmuştur. Deneyime gelince; bazı Müslüman aydınlar ve Hıristiyan Arapların büyük bölümü, Avrupa tarihinden ve Din'den uzaklaşma eğiliminden etkilenmiş ve Avrupa deneyimini mutlak bir örnek görmüşlerdir. İşte Avrupa kendini böyle aydınlanma kaynağı ve bütün dünya için bir hidayet örneği olarak gösteriyordu. Üstte söz ettiğimiz faktöre gelince; bu da, herkesçe bilindiği üzere, Osmanlı birliğine Avrupalılar tarafından hazırlanan tuzak ve düşmanlık havası içerisinde yapılan propaganda, ajanlar ve diplomatik yanıltmalar ve kışkırtmalarda kendini göstermiştir. Bunun benzeri bir kültürel işgal; Napolyon'un Mısır'ı işgalinde, Hilafet merkezindeki Mason localarının faaliyetleri ve Suriye ve Lübnan'daki milliyetçilik hareketinde gözlemlenmektedir. Ne olursa olsun milliyetçilik akidesinin Osmanlı-İslam birliği üzerindeki etkileri, Avrupa milliyetçiliğinin boyutlarına ulaşmamıştır. Bunun birinci nedeni, daha önce bahsettiğimiz tarihsel gelişim farkıdır, ikinci nedeni ise, İslam dini akidesinin ateizm tarafından sarılamamış olması ve müslümanlara evrensellik boyutlarını ilham etmeye devam etmesidir. Bu durum, birliği sağlayan Hilafetin düşüşünün telafisi mahiyetini kazanmıştır. Ve Osmanlılarla var olan ihtilaf havası da Araplardan ancak belli bir topluluğu etkileyebilmiştir.
Arapların Osmanlılardan ayrılmaları, milliyet esası üzerine bir birlik tesis etmeleri için takdir olunmamıştır. Bilakis Osmanlıların bıraktığı boşluk, sömürge güçler tarafından doldurulmuş ve Arap toprakları işgal altına girmiştir. Sömürgeciler, nüfuz ve velayet sınırlarını eskiden var olan bölgenin bölgesel taksimine göre tayin etmişlerdir. Onlar bu taksimle doğan sınırları daha da derinleştirerek yakın ve uzak çıkarlarını garanti altına almaya çalışmışlardır, özellikle de bu coğrafyayı Siyonist sömürüye hazırlamak istemiş; bu çerçevede, Arapları birbirlerinden ve çevrelerindeki Müslüman topraklardan koparmışlardır.
Sömürü tehditlerine karşılık verme duyguları canlanmaya başladığında ise kurtuluş hareketleri, Avrupa kültür mirasının karışımından etkilenmiş ve birbirinden oldukça farklı akımlara sahip çıkmışlardır. Bu hareketlerin genel özelliği ise ulusçuluk akımından etkilenmeleriydi. Bunlar, Avrupa modeli bağımsız devletlere sahip olabilmek için mücadele vermekteydi. Bu Yurtçu hareketlerde yer alan bireyler, muhtemelen, özgün kimliklerini hissettirebilmek için dini miraslarıyla etkileşime girmişlerdir. Bu yüzdendir ki bağımsızlık propagandalarında, kafir sömürgecilere karşı halkın desteğini sağlayabilmek için dini sembolleri kullanmışlardır. Burada İslam, yurtçu özü tarifde kullanılan bir unsur görevini görmekteydi. Mücadele çok şiddetli olduğu zaman kişinin İslami faktörün gücüne şiddetli bir şekilde ihtiyaç duyması doğaldır. Bütün Kuzey Afrika bunun için çok güzel bir örnek teşkil eder. Özellikle de Cezayir'deki Fransızların eritme girişimleri, basta ve yok etme politikaları had safhaya vardığında İslam'ın yankıları daha fazla işitiliyordu. Hatta Sudan Ulusal hareketinin edebiyatında bile -bu ülkede İslam-Arap kültür birikiminin zayıflığına rağmen- duyulabilmekteydi. Bunların yanı sıra Mısır devriminde özellikle Hizbül-Vatani'de, Filistin devriminde, Güney Yemen'de, Suriye ve Irak devrimlerinde Ulemanın rolünde İslami sloganların gördüğü vazife herkes tarafından bilinmektedir.
İslam'ın bu şekilde sınırlı olarak görevlendirilmesi, ancak ayırt edici bir faktör ve kalabalıkları toplayıcı olması seklinde değerlendirilmiştir. Nitekim bu durum, Arap Dünyası'nın dışında kalan İslam topraklarında verilen ulusal kurtuluş hareketlerinde de söz konusudur. Örneğin; Asya devletlerinden İran, Afganistan ve Pakistan'da da bu durum yaşanmıştır. Bu sınırlılık, bağımsızlığın ardından bu İslami sloganların ortadan kaldırılmasında kendini göstermektedir. Kurtuluş savaşlarında her ne kadar Müslümanlar pek çok şehit vermişlerse de, masada kazananlar hep ulusçular olmuştur. Müslümanlara ancak avam gözüyle bakılmış ve komutanlık, idarecilik gibi görevlerde bulunanlar ise, bağımsızlıktan sonra azledilmişlerdir. Bu yüzdendir ki, bağımsız ulusçu devletlerde İslam'ın birleştirici etkisi olmamıştır.
Arap Dünyası'ndaki ulusal kurtuluş akımları, yönetimi ele almalarından itibaren laik bir model benimsemelerine rağmen hiç biri Yeni Türkiye kadar bu modele sahip çıkamamışlardır. Bu yönetimler, ulusçuluğu, devletin esası olarak görmüş, birlik konusuna pek ağırlık vermemişlerdir. Aksine Arap ülkelerindeki hakim rejimlerin kendilerine özgü hukuk sistemleri geliştirmelerinden dolayı bu ülkelerin arası daha da açılmış, birbirlerinden uzaklaşmışlardır. Buna örnek olarak Mısır'daki Hizbul-Vefd'i, Tunus'taki el-Hızb ed-Düsturi'yi verebiliriz.
Arap yarımadasının bazı bölgeleri işgale ve laikleştirme girişimlerine maruz kalmamıştır. Buralarda kurulan devletler, sınırlarından dolayı değil, sömürgecilerin kuşatma ve baskılarından dolayı teşekkül etmişlerdir. Ama bu ülkelerdeki özel dini mezhep bağımsızlığı, özgün ulusal sınırlan belirlemede etken olmuştur. Gelişmeler, yönetim sistemine bölgesel bir özellik kazandırmış ve bunların daha büyük bir yapı içerisinde yaşamaları zor hale gelmiştir.
Arap Dünyası'ndaki rejimler arasında ulusçu/bölgeci devletin yerleşmesini hazırlayan faktörlerin başında, bölgede hakim olan rejimlerin genelde kişiye dayalı rejimler olması gelir. Malum olduğu üzere kişi, her zaman için mutlak egemenlik şehvetine kapılabilir ve yönetimde ortak istemez. Birlik ise ortaklık dengelerini veya yönetimden uzaklaşmayı beraberinde getirebilir.
Ulusal/bölgeci devlet, her ne kadar ulusçuluğu geliştirmiş ve bölgecilik duygularını güçlendirmiş ise de halklar arasında mutlak bir kopukluğa yol açamamıştır. Oysa Avrupa'da bunun tersi olmuştur. Çağdaş Arap tarihinde görülen birleşme girişimleri, sayı bakımından herhalde yeryüzünün başka bir yerinde görülemez. Bu, şunun delilidir ki, halklar milliyet ve diniyle birliğe meyyaldir. Örneğin; Libya beş Arap ülkesiyle, Mısır dört, Suriye dört veya daha fazla ülkeyle birleşme girişiminde bulunmuştur. Gerek Kuzey Afrika'da, gerekse Doğu'da yer alan Arap ülkelerinden hiç biri yoktur ki, sınırlı da olsa bir birleşme deneyimi yaşamamış olsun.
B. UYANIŞ EKOLLERİ VE YAKLAŞIMLARI
I. Uyanışın Bölgesellik Meselesine Fıkhı Katkısı
Uyanış hareketi Kazancının bir bölümünü nakledilen birikimden elde etmiş ve buna kendi içtihadı birikimini eklemiştir. İslam Fıkıh mirası -birçok açılardan zengin olmasına rağmen- Bölgeselcilik meselesine usuli ve ictihadi çözümler getirme konusunda fakir sayılır. Bunun nedeni, Siyasi Fıkıh'ın genel olarak erken dönemlerde gerilemesi; fıkhın diğer kollarının ise geç dönemlere dek sürekli zenginleşmeye devam etmesidir. Bu, ictihad kapısının tamamen kapatılmasına dek sürmüştür. Siyasi fıkhın zayıflık nedeni ise, erken dönemde yaşanan fitne olaylarıdır. Bunlar siyaseti, dinin hedefleri ve şeriatın esasları arasından çıkarmış, fukaha ile sultan arasındaki mesafeyi artırmıştır. İşte bundan dolayı siyasette imara amel zaafa uğramış, bu sahada yönetimin hevası, ırkçılık ve çıkar çatışmaları gibi hususlar halam olmuştur. Siyasi şer'i amelin zayıflaması, siyasi fıkıh ilminin de zayıflamasına yol açmış; devletin siyasetini yönlendirenler, dinin hükmünden, siyasi vakıanın problemlerini çözme hususunda fukahanın zühdünü örnek almaktan uzak durmuşlardır.
Ne var ki, Daru'l-İslam sınırlan içinde devletlerin çoğalmasıyla birlikte fıkıh da duraklama ve yavaş yavaş donma eğilimine girdi. Sonuçta fıkıh, Ahkam-u's-Sultaniyye kitaplarında imametin birliğinin vücubiyetini nakletmeye devam etti. Ancak bazı durumlarda, bölgelerin birbirlerine uzaklığı nedeniyle birden fazla imam olabileceği gibi bir takım girişimlerde bulunulmuştur. Fukaha, çoğu zaman imamet, İmaret(Emirlik) ve Saltanat arasındaki farklılığı net olarak kavrayamamış ve bu farklılığı neredeyse laik bir ayrılık haline sokmuştur. Yine onlar fiilen müstakil olan vilayetlerin olabileceğini de görememiş, tamamen düşünceye kadar hilafetin tek olacağını söylemişlerdir.
Kur'an ve Sünnet'te yer alan esaslar, Medine Devleti'nin kurulmasından itibaren, İslam Ümmeti'nin genel sınırlarıyla uyuşmayan sınırlara sahip bölgesel devletlerin olabileceği meselesine çözümler getirmiş, bu çerçevede velâ, hicret ve yardımlaşma meselelerini ortaya koymuştur. Ardından Fıkıh; fıkıh mezheplerinin çokluğu, mahalli icma sahası, zekatın dağıtımı ve benzeri hükümlerle ilgili olarak, bölgesellik konusunun ayrıntılarına girmiştir. Fukaha, velayetlerinin temeli noktasından İslam'ın hükümlerine karşı çıkan, ancak diğer konularda buna bağlı kalan bazı sultanların yaklaşımı dışında, genel olarak sınır tanımayan Daru'l-İslam'ın bölgesel coğrafyalardaki genel ve özel egemenlikler arasında çıkabilecek problemleri ele almakla yetinmiştir. Muhtemelen velayetin meşruiyet ayıbı, fukahanın kasıtlı olarak bu vakıayı ihmal etmelerine yol açmıştır. Yine bu nedenle, Kur'an'ın ikrarına rağmen Ulu'l-Emr'in hükümlerinin asılları konusunda gerekli rollerin belirlenmesi konusu da ihmal edilmiştir.
Uyanış hareketi, zayıf sayılabilecek bir birikimle işe başlamıştır. Devlet konusundaki özellik ve genellik meselesi, mevcut uluslararası vakıada hatta bizatihi uyanışın doğduğu siyasi ortamın vakıasında gayet açık bir şekilde kendini hissettirmekte olduğu halde, hareket bu birikime pek katkıda bulunmamıştır. Bunun nedeni muhtemelen, Arap Dünyası'ndaki ilk uyanışa rehberlik eden ulemanın, gerek düşünsel birikime, gerekse siyasi vakıaya iyi muttali olmamaları, dolayısıyla Batı tarihinin ortaya çıkardığı ulusçu/bölgeci devleti iyi tanıyamamalarıdır. Diğer bir sebep de muhtemelen, uluslararası siyasi akışın Uyanış hareketi tarafından gözlemlenememesidir. Zira bu mesele, Osmanlılardan ayrılış günlerinde henüz ortaya çıkmış, sömürüden kurtuluş yıllarında da Müslümanların gündeminde çok belirginleşmiş değildi.
Uyanış hareketi bunu, bölgedeki ulusçu uyanış, Batı bölgecilik modelinin (Ulus Devlet) denemesi ve Arapların Batılı siyasi kurumlara ulaşmak için çalışması, bu çerçevede birleşme projelerinin ve milliyetçi tezlerin ortaya atılmasıyla birlikte görebilmiştir. Uyanışın bu gelişmeler karşısındaki yaklaşımlarını ileri ki bölümlerde ele alacağız. Ama şunu hatırda tutmamız gerekir ki, yakın zamana kadar Uyanış hareketi İslam'ı genel ve temel esaslar noktayı nazarından ele almaktaydı. uyanış hareketinin işe genel esaslarla başlamasının nedeni gayet açıktır. Zira her davet başlangıçta, teme] esasları hatırlatmakla, onlara teslim olup onlara dönmekle harekete geçer. Bu durumda da ilk mücadeleler, dinin; devlet, ekonomi, genel hayat üzerindeki temel esasları ve bu külli esasların tamamen dünyevi maksatlara sahip olan maddeci bir kültür ortamına uygulanabilirliği hususunda verilir. Bu yüzdendir ki, ilk başlarda Uyanış hareketi genel konulara eğilmiş, bölgecilik ve birleşme meselesinin ayrıntılarına inmemiştir. Aynı şey, ekonomi ve yönetim hükümleriyle ilgili meseleler için de geçerlidir. Onun ilk ve tek mücadelesi maddeci laisizmle olmuş, İslam'ın siyasi ve ekonomik sistemi hakkında genel esprilerle yetinerek, siyasi ve kültürel sömürüden kurtuluş ve bağımsızlık teorisini güçlendirmeye çalışmıştır.
Ulusal direniş ve bağımsızlık mücadelelerine gelince, Uyanış düşüncesi genel olarak bunlara büyük katkıda bulunmuştur. Zira onun üzerinde ağırlıklı olarak durduğu meselelerin başında, özgün akidevi ve tarihi kimlik gelmiştir. Bu mücadelelerin sonunda kendini hissettiren ulusçuluk ve bölgeciliğe gelince; (size bu satırları yazan kimse bu konuyla ilgili olarak Şeyh Hasan el-Benna'nın vatanseverliğin tarifi hakkındaki sözlerinden başka çözümler hatırlamamaktadır ki onun bu sözleri de, dini velâyı ihlal etmeksizin, belli bir bölgeye sevgi, hasret ve övünçten ibaret olan velâyı anlatmaktadır.) bölgeci devletin mutlak ve sonsuz yapı olarak esas kabul ettiği ulusçuluk daveti arttığı veya bütün olarak bölgeyi aşıp Arapların birliğini hedef alan milliyetçi davetin güç kazandığı yer ve zamanlarda, Uyanış düşüncesi Ümmetçilik esasına zarar verecek nitelikteki davetlerle mücadele etmekle meşgul olmuştur. Ama bu davetlere karşı sağlıklı ve dengeli bir tez ortaya koyamamıştır. Daha öncede ifade ettiğimiz gibi alternatifler koyma aşamasına o zamanlar henüz ulaşılmamıştı. Uyanış hareketi; gündeme giren her düşüncenin doğuş, hayatiyet ve gelişiminin şartı olan hürriyet ortamından çok, baskının hüküm sürdüğü siyasi bir ortamda olgunlaşmıştır. Baskı, Uyanışı, var olma savaşıyla meşgul olmaya itmiş, bunun dışındaki konulardan uzaklaştırmış, içtihadın geliştirilmesi için elzem olan iç ve dış diyalogdan onu mahrum etmiştir.
Ulusçuluk ve milliyetçilik gibi İslam'a zıt düşünceleri savunan ve bu çerçevede Uyanış hareketlerine karşı baskı ve imha siyasetleri oluşturan düzenler karşısında bu hareketler, zaruri olarak savunma ve direnişe geçmekte ve inandıkları asıllara bağlı kalarak bu hal üzerinde sebat etmektedirler. İşte böyle bir ortamda Seyyid Kutub'un, vatanın bir puta çevrilmesini, milliyetin asabiyete dönüşmesini kınayan, hakimiyet ve tevhid kavramlarını, sınır, maslahat ve mevcut statünün kabulü gibi hususlardan üstün gören ve hükümleri mutlak asıllarına dayandıran yaklaşımı doğmuştur (Fi Zilâl ve Yoldaki işaretler).
Karşılaştırma bakımından Hind yarımadasındaki Uyanış ekollerini zikredebiliriz. Bu ekollerin en büyük problemi, Müslümanları eritmekle tehdit eden Hind milliyetçiliğidir ki, bunu önlemek için önce medeniyet bakımından bir ayrımın yapılması, ardından da bölgesel bir ayrıma gidilmesi öngörülmüştür. Mevdudi, tanımış olduğu Batı kültüründen ve sosyal gereklilikten hareket ederek, ulusal ayrım meselesini çözüme kavuşturmuştur (Milliyetçilik ve İslam). Yine o, Pakistan'ın kuruluşundan sonra ulusal/bölgeci devlet meselesini ve bu devletin muhacir Müslümanlar ve İslam dünyasının diğer devletleriyle ilişkilerini çözüme kavuşturmuştur (İslam Anayasası).
Aynı şekilde hürriyetin nisbeten daha fazla olduğu ortamlarda Uyanış düşüncesinin nasıl bir gelişime uğradığını, örneğin Tunus ve Sudan'daki İslami hareketin, bölgecilik ve evrensellik meselelerini, buralarda yaygın olan Batı edebiyatından başlayarak ve yaşanan merhalenin siyasi gerekleri doğrultusunda nasıl çözüme başladığını görebiliriz.
II. İslami Uyanış'ın Birlikçi Milliyetçilik ve Bölgeci Ulusçulukla Mücadelesi
Araplar ayaklanıp Osmanlılar aleyhine kışkırtıldıkları günlerde İslam Dünyası, geçmiş ve günümüz İslami Uyanışları arasında tarihi bir dönüm noktasına şahid oluyordu. Geçmiş Uyanış, sömürge işgaline karşı var olan ve bu işgale genelde cihadla karşılık veren bir tepkiydi. Bu çerçevede Arap dünyasında Mehdi hareketiyle birlikte Batı, Doğu ve Kuzey Afrika'da sömürüye karşı İslami mücadeleler verilmiştir. Mehdi hareketi açık bir şekilde, sömürgeci güçlere alet olan Osmanlı Hilafetine karşı ortaya çıkmıştır. Ama bu çıkış, sadece Sudan veya Araplar için değil, evrensel bir İslam için çıkıştır. Bu şekilde Mehdilik hareketi, Arap ve Afrika ülkelerine doğru yayılmaya çalışmıştır. Geçmiş İslami Uyanış hareketi, Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh ve bu ikisinin öğrencileriyle bir grup Suriyeli alimin savundukları düşünsel boyuta sahip çıkmıştır. Bu düşünce, mevcut İslami bağın ıslahına çağırıyor, İslam dünyasının isteklerine cevap vererek onun birleşmesini bekliyordu.
Suriye ve çevresindeki hareketlere gelince; buralarda Osmanlılara var olan ihtilafları had safhaya varmış, ayrılıkçı ve bazı noktalarda milliyetçi bir boyut kazanmıştı. O günden beri Milliyetçilik İslam Birliğinden ayrılış, hatta bir hayat sistemi ve siyasi bir tavır olarak dinden bütünüyle soyutlanma tohumlarını taşımıştır. Milliyetçi düşünce sürekli olarak Batı ekollerine ve Batı tipi siyasi düzenlere yakın olmuştur. Dolayısıyla gerek Osmanlılara karşı gerçekleştirilen Arap Devrimi, gerekse bu devrimin Milliyetçi davetçileri İslami Uyanış düşüncesinde olumsuz değerlendirilmişlerdir.
Milliyet esasına dayalı bir birliği belirlemede düştüğü başarısızlığın ardından Milliyetçilik, iki farklı kanada ayrılmıştır. Bu bölünmede, düşünce ve siyaset sahasında gündeme gelen değişmeler de etkin rol oynamıştır. Milliyetçilerin bir kanadı sola kaymış ve emperyalist-siyonist Batı'nın saldırılarına karşı koyma düşüncesine sahip çıkarak, vakıayı, duygusal Milliyetçilik taraftarlarının başaramadıkları birliğe doğru kendilerine özgü köklü kuvvetleriyle harekete geçirmede daha başarılı olmuşlardır. Diğer kanat ise teorik düşünsel metotda değişiklik yapmamış, - ancak genelde hakim yönetim olduğu için- milliyetçiliğe siyasi bir güç ilave ederek sloganı, sürükleyici siyasi kuvvet için sembol olarak görmüştür. Bu kanatlardan her ikisi de, bünyelerinde laik unsurlar barındırdıkları ve taraftarlarının genelde Uyanış hareketine, siyasi ve düşünsel bir tehdit olmasından dolayı düşmanlık besleyen siyasetçiler olmaları nedeniyle, Uyanış düşüncesi bunlarla genelde savaşmış, dışlayıcı bîr düşünsel yaklaşıma girerek, Milliyetçi davetin temellerini sarsmayı, gayelerini yargılamayı ve başarısızlıklarını gözler önüne sermeyi görev bilmiştir. Aynı yaklaşım Arap Sosyalizmi'ne karşı da sergilenmiştir. Milliyetçilerle İslam davetcileri arasındaki tartışma ve münazaralar artarak, iletişim ve edebiyat sahasını tamamen işgal edecek hale gelmiştir.
Milliyetçi düşüncenin belli bir alana sıkışması, milliyet esası üzerine geliştirilen birleşme projelerinin başarısızlığı ve İslami Uyanışın sürekli büyümesi söz konusu olmasaydı, İslam unsurunu Milliyetçiliğin rehberi ve sürükleyici gücü olarak destekleyecek siyasi ve düşünsel milliyetçi tezler ortaya çıkabilirdi. Uyanış düşüncesi, bu tür arabulucu tezlerin olumlu karşılanmasına hiç de sıcak yaklaşmamış, gerek siyasi gerekse teorik planda fazla adım atmamıştır. (Libya).
Arap ve Afrika ülkelerinde İslam ve Milliyetçilik arasında yapılan münazaralar genelde ladini (ateist) veya Şuubiyetçi bir boyut kazanmamıştır. Avrupa tipi bölgeci devlet kuramından etkilenen ve bölgeci bir milliyetçilik ve sınırlı bir toprak üzerinde kurulu devlete bağlılık esası üzerine bir teori oluşturmak isteyen ulusçu/bölgeci hareketlerle de münazaralar yapılmıştır. Bu hareketler yüzünden, Avrupa'ya kıyasla, dilin bölgesel olması, lehçenin yerel tutulması, gerçek veya asılsız bir takım özelliklerle övünülmesini sağlayacak bir tarihin yazılması, vatan sevgisinin güçlendirilerek, evrensel davette vatanın özel rolünün büyütülmesi gibi temayüller ortaya çıkmıştır. Bu tür akımlar, en yoğun şekliyle Mısır'da, Firavunlar tarihiyle övünülerek veya Avrupalı olma gayretleriyle gündeme gelmiştir. Afrikalılık temayülü gibi benzeri akımlar, Batı'nın katkısıyla Sudan'da da ortaya çıkmıştır. Fransız kültürünün egemen olduğu Kuzey Afrika ülkelerinde de aynı akımlara rastlanmaktadır.
İslami Uyanış hareketi, laik içeriğe sahip olmasından ve Batı değerlerine bağlılığından dolayı bu tür vatancılığa da karşı çıkmıştır. Zira bunun sonu, Ümmetten kopmak olacaktır. Uyanış yazarlarının, Urube'ye (Arap-İslam kültürü) ve İslam'a dil uzatan yazılarından dolayı Lütfi es-Seyyid, Taha Hüseyin, Selame Musa gibi Mısırlı yazarlara karşı neler yazdıkları herkesçe bilinmektedir.
III. Uyanışın Birleşme Projelerine Siyasi Yaklaşımları
Uyanış, birliğin idealliğine inanmasına rağmen, başlıbaşına bir birlik projesi ortaya koymamıştır. Zira, daha önce de belirttiğimiz üzere o henüz, sunma ve programlar yapma merhalesinden çok araştırma ve ilkeleri koyma merhalesine yakındır. Yine o, özellikle siyasi platformda eksik bir hürriyete ve sınırlı bir etkiye sahiptir. Ama her halükarda birleşme projelerine veya meydanda siyasi bir güç sayılması itibarıyla bölgesel bağımsızlık anlayışına karşı siyasi yaklaşımını ortaya koymak zorunda kalmıştır.
Özetle şunu söyleyebiliriz ki, İslami Uyanış, birlik projelerinden büyük bölümüne karşı çıkmış veya olumlu bir surette desteklememiştir. Bu yaklaşımın nedenlerinin başında, Uyanış'ın bu tür birliklerin oluşması halinde Ümmet birliğinin kısmen de olsa gerçekleşmesinin söz konusu olmayacağını ve bunların İslam'ı desteklemesi umulan Urube'yi de desteklemeyeceğini görmesidir. Bunlar, İslami hareketi tehdit eden ve hürriyet kapılarını onun yüzüne kapatacak bir gelişme olarak değerlendirilmiştir.
İşte bu nedenlerden dolayıdır ki, Sudan'ın bağımsızlığa kavuştuğu günlerde İslami hareket, Nil Vadisi ülkelerinin birleşmesi projesine karşı çıkmıştı. Çünkü bu birleşme projesinin arkasında, Nasırcı rejimin Mısır İslami hareketine uyguladığı baskı politikasının Sudan'a da taşınması yatmaktadır. Sudan İslami hareketi, Mısır'dan gelen yardımlarla beslenmesine ve Sudan'daki birleşme tarafları çevrelerden doğmasına rağmen, son yıllarda Mısır'dan ve İngiltere'den bağımsız kalmaya ve diğer bağımsızlık taraftarlarına meyletmeye yönelmiştir. Sudan İslami hareketi, Birleşik Arap Cumhuriyeti'nin kuruluşu yıllarında Mısır-Suriye birliğini sevinçle karşılamak zorunda kalmıştır. Bu satırların yazarı, Sudan'ın bunu, istemeyerek yaptığını bilmektedir. Herkes de bilmektedir ki, Sudan bilahare bu Cumhuriyet'ten ayrılma hareketiyle kazançlı çıkmış, zira bunda kendi hürriyetini görmüştür. Aynı şekilde Yemen İslami hareketi de, gizli olarak Yemen'in birleşmesine karşı direnmiş ve bunu, hürriyetini ve dini maslahatını düşünerek yapmıştır. Yine Kuzey ve Güney olmak üzere her iki Yemen devleti de mezhebi maslahatlardan dolayı bu birleşmeye karşı direnmiştir. Aynı şekilde, Uyanış hareketinin herkesçe bilinen Libya'nın birlikçi idaresinin çağrılarına destek vermediğini de görmekteyiz.
İşte bu şekilde, mutlak birlikçi düzenler, birleşme projelerinin önünde en büyük engeli oluşturmaktadırlar: Bu düzenlerde yönetime sahip olanlar da kendilerinin hakim olmadıkları ortaklıklara girmeyi istememektedirler. İslami hareketler de, kendilerine fitne ve baskı elinin uzanmasını istememektedirler. Sol yönetimler de, aynı şekildedir. Ulusçu ve laik yönetimler de, medeni olmayan yapıların baskısından veya bunların ekonomilerine yapacağı zararlı etkiden dolayı birlik düşüncesine pek sıcak bakmamaktadırlar. Sonuçta, birlik için, hürriyetten başka yol, halklardan başka araç kalmamaktadır.
IV. Uyanışın Birleştirici Amacı
Uyanış ekollerinin ve yaklaşımlarının bahsi geçen birlik projelerine karşı konumları ne olursa olsun, Uyanışın doğuş ve gelişiminin genel amacı, kati olarak birleşmede ve ulusçu bölgeci devlet sınırlarını aşmada kendini göstermektedir.
Bizatihi Uyanış da, sınır tanımayan bir realitedir. O, İslami içeriğiyle, ideal ve dini bir realitedir. Din, mutlak olarak, zaman, mekan, uyruk veya sınıf gibi sınırları tanımaz. Müslümanlar da ebedi olarak tek bir ümmet olmaya çağrılmaktadırlar. Zira onlar, ilahın birliğine, beşeri başlangıç ve sonun birliğine, yükümlülük ve imtihan bakımlarından hayatın gayesinin birliğine, kulluk ve mükafatın kaynağının birliğine, şeriatın birliğine, kardeşlik, mal ve yönetimde ortaklık bakımlarından hareketin birliğine inanmaktadırlar.
Uyanış, dini birliğe imanından sonra genelde tarih birliğine dönmektedir. Mısır'da, İhvanu'l-Müslimin hareketinde ve yenilikçi İslam edebiyatında kendini gösteren uyanış çağrıları ortaya çıkmıştır. Mısır'da okumanın veya orada çıkan yayınlara muttali olmanın veya bunları örnek alarak bunlarla etkileşmenin neticesinde geç de olsa, yüzyılımızın yansından itibaren Arap dünyasında Uyanışın yankılarının duyulması ve buna cevap veren hareketlerin ortaya çıkması söz konusu olmuştur.
Bugünkü Uyanış, muhtemelen, sınırlan aşabilen değişik bölgeleri etkisine alan, düşünsel ve duygusal bir birlik havası oluşturan, yaklaşık tek bir edebiyatta birleşen ve geniş topraklarda bir çok insanı diğerlerine tanıştıran en büyük düşünsel-halk hareketidir. Solcu ve Milliyetçi hareketlere, kitap alış verişine, Arap iletişimine, eğitim, kanun ve Mısır sinemasının yaygınlığına ve bu ülkeye seyahatlerin fazlalığına rağmen; din ve dilden sonra Arap gençliğini ve halklarını birbirlerine yaklaştıran en büyük faktör Uyanışın bu birleştirici amacıdır. Ortak elem ve emellere gelince, bunları Uyanış kadar halk bazında taşıyan ve yayan başka bir örgütlü halk hareketi yoktur. Doğunun Araplarının, Batının Araplarıyla birleştirmede Uyanışın özel düzenleyici etkinliğe sahip olduğunu iddia etmemiz mümkün. Batı Arapları, ulusçu, solcu veya Batıcı düşüncelere, Doğu Arapları ise Milliyetçi düşünceye sahiptirler. Arap Birliği'nin kuruluşu bunu değiştirememiştir.
İslami Uyanış'ın birleştirici etkileri hakkında şunları söyleyebiliriz: O, özellikle Mısır ve Sudan olmak üzere ayrılıkçı ulusçu devlet düşüncesiyle sonuna dek mücadele etmiş ve sonuçta takriben başarılı olmuştur. Bilindiği üzere Mısır'da Firavun dönemine özenme, Sudan'da ise Afrikalılaşmaya özenme vardı ve bu özentiler onları birbirinden koparmayı hedefliyordu. Yemen Cumhuriyeti'nin kuruluşundan önce, çevresinden kopuk Arap dünyasının dışında ve kendine ait özelliklerle övünen bir devlet iken dahi, Yemen İslami hareketi Mısır'daki Uyanış hareketiyle doğrudan ilişkide olan Ali Vezir devriminde kendini göstermekteydi.
V. Uyanışın Birlik ve Ulusçuluğu Düzenlemesi
İslam, evrensel bir yönelişe sahip olmasına rağmen Uyanış hareketlerinin Arap birliğinin arzuları üzerinde özel bir amaca sahip örgütsel bir birleştirici ağ oluşturması mümkündür. Arap Dünyası'nda, Milliyetçi Örgütler -Baas, Arap Milliyetçileri gibi- vardır. Diğer bazı örgütler ise, bölgelere yayılmışlardır. Örneğin; Hizbu't-Tahrir bunlardandır ama, zikre değecek bir güce sahip değildir. Yine bu bölgede komünist hareketler vardır. Ama bu hareketler, Arap dünyasının dışındaki odakların etkisindedirler. Ulusçu partilere gelince; bunlar, kaynak bakımından genelde ülke sınırlarının dışına taşmazlar.
Geriye, muhtelif isimler taşıyan İslami örgütler kalmaktadır. Bunlar, genel kullanım doğrultusunda özet olarak, bölgedeki en geniş ağa sahip olan İhvan-ı Müslimin'e nisbet edilmektedirler. Gerçekten eskiden İhvan, Mısır'a komşu ülkelerde yayılmış ve üyeleri buralara dağılarak, merkezlerine bağlı fer'i örgütlerin kuruluşlarına katkıda bulunmuşlardır. İhvan-ı Müslimin, ilk yıllarda Arap dünyasına mahsus bir örgütlenmeydi ve o zamanlar bu bölgeye dahi tamamen ulaşmış değildi. 1950'li yıllarla birlikte ortaya çıkan baskı, ihvan merkezinin susmasına ve diğer bölgelerle ilişkilerinin kesilmesine yol açtı. Ama muhtelif gelişmeler, İslam davetini yüklenerek onu yayılma ve büyüme eğilimine sokmuştur, İhvan ismi ise, İslam davetini, yaymaya ve genişletmeye çalışan farklı bir medeniyet realitesi halini almıştır. İhvan, Arap dünyasındaki örgütler için genel olarak kullanılan bir adlandırma biçimi haline gelmiştir. İhvan-ı Müslimin'in evrensel bir örgüt olduğu söylenir. Oysa o, böyle bir örgüt olmaktan ziyade bir sembol olmaya daha yakındır. Gerçekte bunlar, bölgesel örgütler olup, organik ilişkileri veya tek piramitsel bir yönetimleri yoktur. Bunların arasında, ortak görevlere matuf sağlam ilişkiler olmayıp, ait olma duygusu, sembolik liderlik ve tek isim faktörü söz konusudur. Hatta belli bir bölgede yaşayan İhvan grupları dahi, örgütlenme bakımından birbirlerinden farklılıklar arzetmektedirler. Bazı bölgelerde yaşayan İslami hareketler ise gerek vakıalarıyla olan yoğun ilişkilerinden ve realist metotlarından dolayı gayet açık bir suretde kendilerine has isimleri ve örgütleriyle ortaya çıkmakta ve sadece İslam ümmeti dahilinde genel olarak Uyanış akımına mensubiyeti kabul etmektedirler. Tunus ve Sudan'daki İslami hareketler, bu son tür hareketlerden olup, birliği amaç olarak gören ve bölgesel faaliyeti bu amaca ulaşmada kaçınılmaz bir yol olarak öngören fıkhi nazariyelere sahiptirler. Onlar bunu, Allah Rasülü(s)'nün risaletindeki evrenselliğe ve metodundaki bölgeselliğe kıyas etmektedirler. Bilindiği üzere Allah Rasulü (s) davetini, aşiretinden Mekke'ye, ardından Mekke çevresine, daha sonra bütün Araplara ulaştırmıştır. Devleti de Medine'den başlamış daha sonra Yarımadayı kapsamına almıştır. Sonraları ise Daru'l-İslam'ın çevresinde yaşayanlarla muhatap olunmuş, bunların bir bölümüyle cihad edilmiş, Raşid Halifeler döneminde ise bütün dünyaya yönelinmiştir.
Uyanış taraftarlarının, Müslümanların saflarını birleştirmeye yönelik gayretlerine rağmen, gerek vakıanın engelleyici faktörleri gerekse ulusçuluğun bölücü etkileri, onların bu ideali gerçekleştirmelerine imkan vermemektedir. Dünyada komplo ve sadece İslami bir tehdidin var olduğu şeklinde sahip olunan tüm kanaatler, aslında bölgede yaşanan olayların arkasında tek bir Siyonist veya emperyalist merkezin gizli olduğu şeklinde inanılan vehimlerin değişik bir türüdürler.
Ortada olan şey, emperyalist saldırılar karşısında direnen ve kişiliğini koruyan ve gücünü dinden alan İslami hareketten başkası değildir. Sözünü ettiğimiz vehim; fıtratın vahyinden ve birleştirici gizli kuvvetin, (tek basına sebeplere ve zahiri olaylara hükmeden Allah'ın elinin) Allah'ın yolundan ayrılan ve kainatı düzenleyen sır olarak O'ndan başkasını arayanların duçar oldukları korku ve kusur vahyinin tecellisinden başka bir şey değildir.
Çev.: Muharrem Tan
Mecelletü Minberil-Hivar sayı: 8, Kış 1987