Ümmet coğrafyasının elde kalan son parçası Anadolu’nun işgaline karşı cansiperane cephelerde savaşan, cephelerin gerisinde Anadolu gençlerini ve halkını emperyalistlere karşı teşvik eden “İslami kimlikli” ilim irfan sahibi mütefekkirler; cumhuriyetin kuruluşundan sonra uzun bir süre cumhuriyet elitleri ve o günün yöneticileri tarafından çeşitli komplolarla, tertiplerle sürekli takip edildiler, provoke edildiler, isyana kalkıştıkları gerekçesiyle yargısız infazlarla idam edildiler.
Bu süreç çeyrek asır sürdü. Cumhuriyetten önce emperyalist güçlerin kılıçlarından, kurşunlarından, bombalarından kurtulan bu erdemli şahsiyetler; bu defa cumhuriyet elitlerinin gazabına uğramışlardı. Çeyrek asırlık bu kıyımdan arta kalanlar da uzun bir süre takiplerden, gözaltı ve tutuklamalardan kurtulamadı.
1970'li yıllarda Necmettin Erbakan Hocanın başlattığı siyasi hareket (MNP ve MSP) toplumun çeşitli kesimlerinden ilgi gördü. Bütün engellemelere rağmen Erbakan Hoca “önce ahlak ve maneviyat” diyerek yola çıkıyor, “ağır sanayi hamlesi” ile de ülkeyi dışa bağımlılıktan kurtarmak istiyordu. CHP ve Milliyetçi Cephe hükümetlerinde yer alarak önüne çıkan her fırsatı değerlendirmeye çalışıyordu. 12 Eylül 1980’e geldiğimizde darbe yapanların gerekçelerinden biri de Erbakan Hocanın partisinin ve hareketinin ülkeyi İran'a benzetmek istemesi iddiasıydı.
12 Eylül darbesinden önce İslami kimlik sahibi kimseler ağırlıklı olarak Milli Görüş hareketi içinde yer alıyorlardı. 12 Eylül cuntasının bazı alanlarda toplumun çeşitli kesimlerini karşı karşıya getirip çatıştırdığı dönemde “İslami kimlik” sahipleri olabildiğince bu çatışma alanlarından uzak durmaya çalışmışlardı. 12 Eylül darbesinin hiç ayırım yapmadan bütün siyasi çalışmaları suçlaması, faaliyetlerini yasaklaması özellikle “İslami kimlik” sahiplerini siyasete karşı mesafeli hale getirdi.
O dönemde İslam dünyasındaki bazı gelişmelerin (İran İslam Devrimi, Afganistan cihadı) etkisi ve Türkiye'de siyasete müdahale edilmesiyle birlikte her şehirdeki/bölgedeki “İslami kimlik” sahipleri; arkadaş gruplarıyla dinî ve siyasi sorunlarını anlama, araştırma ve çözümleme arayışlarına girdiler.
1960, 1972 ve 1980 müdahaleleri bu ülkede darbelerin gelenek haline geldiğini açıkça ortaya koyuyordu. O halde her on yılda bir yeniden başa dönmenin gereği yoktu. Darbelerle değişmeyecek, kesintiye uğramayacak bir yöntem izlenmeliydi. Bu düşünce “İslami kimlik” sahiplerini yeniden okumaya ve düşünmeye sevk etti. Bu deneyimler neticesinde “Biz ne istiyoruz ve bunu nasıl gerçekleştireceğiz?” sorusu merkezî bir sorun halini aldı.
“İslami kimlik” sahiplerinin istekleri ve özlemleri, Asr-ı Saadet modelini yeniden ihya ve inşa etmekti. Bu yüce gayeyi gerçekleştirmek için de “nebevi metot” izlenmeliydi. Böylece amaç ve araç arasında doku uyuşmazlığı olmayacaktı.
Hz. Peygamber, kişileri davet ederek şahsiyetler, bu şahsiyetlerden aileler, bu ailelerden cemaati ve daha sonra ümmeti oluşturmuştu.
Bu süreç hem bizi yetiştirecek hem de siyasal, sosyal,ahlaki ve hukuki açıdan erdemli nesiller ve topluluklar oluşturacaktı. Bu grupların her biri “hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten alıkoyan bir cemaat olmak” için çalışıyordu. Çünkü bir Müslüman için bu bir zaruretti, siyasal kimliğin de meşruiyet kaynağı idi, aynı zamanda imanın da bir gereğiydi. Buna inanan “İslami kimlik” sahipleri kendilerini bundan vazgeçirecek her girişimi, her teklifi, her tehdidi bir tuzak görüyor, sistem ve sahipleri ile uzlaşmadan “ilke ve ahlaki duruşu” korumanın daha muhkem bir zemin olduğunu görüyorlardı. Bu duygu ve düşünceleri korumayı, kaybettikleri her imkâna tercih ediyorlardı.
“İslami kimlik” sahiplerinin dinî esaslardan yola çıkarak sisteme ve onun uygulayıcılarına yaptıkları eleştiriler/muhalefet herkesin dikkatini çekiyordu. Sistemin yaşadığı krizi dışarıda kalarak yaptıkları eleştiri/muhalefet de bir “ağırlık merkezi” oluşturuyordu.
Bu krizin sebebi sadece sistemin uygulayıcıları değil, aynı zamanda sistemin kendisiydi. Bu anlayış şöyle bir neticeye götürüyordu: Meşru olmayan sisteme meşru çözüm önerileri sunmak boş çaba olacaktır ve çözüm önerileri İslami bir renk taşıdığı için kabul de edilmeyecektir. Boşlukta kalan çözüm önerilerini, uzun bir süre siyasi yasaklı kalmış, Meclise girememiş “Milli Görüş” İslami kavramların içini uyumlu bir hale getirerek doldurdu.
“İslami kimlik” sahipleri sisteme eleştiride Refah Partisi ile yakınlaşırken ancak çözüm konusunda farklılaşan bir durum ortaya çıksa da RP merkez, “İslami kimlik” sahipleri çeper konumundaydı. Bütün grupların muhalif söylemleri RP’nin hanesine yazılıyordu.
“İslami kimlik” sahiplerinin ilkeli duruşları,İslami davet ve tebliğ konusundaki fedakârlıkları,çevreleri ile birebir ilgilenerek arkadaşlık ve kardeşlik duygularını geliştirmeleri,birbirlerinin sevinçlerini ve kederlerini paylaşmaları tabii olarak yerelde herkesin dikkatini çekiyordu.
Siyaset; kendi alanında ve bürokrasideki yozlaşma nedeniyle, temiz kalmış, kirlenmemiş, güven veren şahsiyetlere ihtiyaç duyuyordu. Sosyal demokrat ve liberal partilerin tekliflerine mesafeli davranan “İslami kimlikli” kimseler Refah Partisi'nin teklifini daha sempatik buluyorlardı.
Allah için söylemek gerekirse Refah kadrolarının ekseriyeti ilkeli, erdemli ve idealist kimselerdi. İddialarını bu vesileyle ispatlama imkânı yakalamışlardı. Bunun için de vatandaşlar arasında ayrım yapmadan hizmet vermeye çabalıyorlardı. Kamunun imkânlarını en ekonomik ve en etkin bir şekilde kullanmaya çalışıyorlardı. Özellikle belediyelerdeki başarılar hem bir sonraki seçimi garantiliyor hem de işe giren gençlerin ailevi ve ekonomik sorunları daha gerçekçi olarak karşılanmış oluyordu. Hâlbuki İslami çalışma yapan “İslami kimlik” sahiplerinin elinde yüzlerce okumuş, okul bitirmiş gençler vardı. Bu gençlere iş sağlama imkânları yoktu. Bu gerçek, gençleri de “İslami kimlik” sahibi aktörleri de Refah Partisi'ne karşı daha sempatik kıldı.
Bu yakınlaşma hayata atılacak gençler için bir çare olmuştu. Bu gelişmeler bir taraftan “İslami kimlik” sahipleri için de muhafazakâr Müslüman halk için de oldukça motive edici olup onlara üstün bir moral ve ümit veriyordu. Diğer taraftan emperyalist güçler ve içerideki işbirlikçileri “İrtica geliyor!”, “Ülke elden gidiyor!” iddiaları ile daha önce planlandığı gibi “çalışma grupları” ile ülkenin hem siyasetine hem ekonomisine hem de gençlerine ve toplumun temel dinamiklerine 28 Şubat’ta müdahale ettiler.
Normalleşmeye doğru giderken yapılan ilk seçimlerde yerelde yine Refah kadroları, merkezde “Anayol-M” koalisyonu doğdu. Bu koalisyonun uyumsuzluğu 28 Şubat müdahalesinin bıraktığı enkazı kaldırmaya yetmedi. Yolsuzluklar,artan enflasyon hükümeti erken seçime götürmek zorunda bıraktı.
2002 seçimlerinde “3Y” (yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla) mücadele edeceğine halkı ikna eden yasaklı lider Recep Tayyip Erdoğan'ın kurduğu Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) tek başına hükümeti kuracak güçte iktidara geldi. Gerçekten bu sayılan “3Y” ile mücadeleyi kim dürüstçe yaparsa bu, onu büyütür muhaliflerini de küçültür. Çünkü yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla mücadele bir toplumun iflahı, terki de felaketi için yeterlidir.
AK Parti, Abdullah Gül'ün başbakanlığında hükümeti kurmuşken II. Körfez krizi patladı. Bu kriz Türkiye'ye kilit bir rol verdi. ABD ve müttefikleri işgalin maliyeti ve güvenlik endişesiyle Türkiye üzerinden Irak’a müdahale etmek istiyordu. Recep Tayyip Erdoğan, hem Türkiye’yi tehdit eden “terör unsurları” ile daha etkin mücadele etmek hem de “Büyük Ortadoğu Projesi”nin bir bileşeni ve önemli bir aktörü olmak için bu tezi destekliyordu.
3 Mart 2003'te Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yapılan oylamada AK Parti içindeki muhtemelen İslamcıların çoğunlukta olduğu vekiller, CHP ile ortak hareket ederek ABD ve müttefiklerinin Türkiye üzerinden Irak’ı işgal etmesini engellediler. Bu,iktidar partisi içindeki bir grubun açık muhalefeti idi. AK Parti her yönüyle yeni olmasına rağmen bunu olgunlukla karşıladı.
Bilahare yapılan bazı düzenlemelerle Recep Tayyip Erdoğan, Siirt’ten milletvekili seçildi ve başbakan olarak hükümeti yeniden kurdu.
Sonraki dönemlerde 367 krizi ve 27 Nisan e-muhtıra olayı, “İslami kimlik” sahiplerini tereddütsüz AK Parti’yi desteklemeye zorladı.
Arkasından 12 Eylül 2010 referandumu halka cumhurbaşkanını seçme yolunu açacağı için “İslami kimlik” sahibi kimseleri ‘Evet’ kampanyasına kattı.
Suriye krizinde mültecilere “açık kapı politikası” uygulaması ve Suriye rejimine karşı Suriye halkını desteklemesi de AK Parti’nin aynı şekilde “İslami kimlik” sahipleri tarafından desteklenmesini getirdi.
Dershanelerin kapatılması gündeme gelince Fethullahçılar açıkça cephe almaya başladılar. Örgütün Doğu ve Güneydoğu'daki silahlı eylemleri ile “çözüm süreci”de buharlaştı. “İslami kimlik” sahipleri ümmetin sorunlarına karşı kayıtsız kalan, Siyonistlerle ve emperyalistlerle iş tutan Fethullahçılara karşı, Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında İslam’a ve Müslümanlara karşı kin duyan darbeci ulusalcılara karşı ve “Kürt kimliği”ne yaklaşımından ve “çözüm süreci”nin de mimarı olduğu için hükümeti desteklediler.
“İslami kimlik” sahipleri murakabelerinde “3Y” ile mücadelede zaman zaman bazı zaafların yaşandığını dost meclislerinde dillendirmekle beraber AK Parti’yi desteklemeye devam ettiler ve bu esnada 15 Temmuz darbe girişimi yaşandı. Katledilen 250 evladımızın, yaralanan binlerce insanımızın -siviller kısmının- önemli bir yekûnu “İslami kimlik” sahiplerinin yetiştirdiği kimselerdi. “İslami kimlik” sahipleri o gece darbeye karşı önemli roller üstlendiler ve siyasete sahip çıktılar.
Bu üst üste gelen darbeler ve kritik eşiklerde “İslami kimlik” sahipleri hükümetin olumlu tutumlarını açıkça desteklediler. Ancak olumsuz gördüklerine aynı şekilde açıkça muhalefet etmeyi ihmal ettikleri tespiti yapılmakta ve bu eleştirilmektedir. Bu eleştiriler doğru mudur? Doğruysa sebepleri nelerdir?
Öncelikle AK Parti ile birlikte siyasette iktidar ve muhalefet ilişkileri çok sert ve gerilimli geçmektedir. Kampanyalarda hakarete varan sataşmalara tanık olmaktayız. Bütün bu çatışmalar toplumun algısını yönlendirmeyi hedeflemektedir. Gerek iç siyasette ve gerekse dış siyasette taraflar da bileşenler de devamlı değişmektedir. Ayrıca iktidarın “Ya bendensin ve karşı taraftansın!” tutumu, muhalefetin ise olumlu bile olsa her eleştiriyi sahiplenmek için yelpazeyi genişletmesi, İslami kesimleri pervasızca karalayan trollerin sanki himaye görüyormuş gibi algılanması vs. böylesi bir ortamda “İslami kimlik” sahiplerinin siyasi muhalefet yapma imkânı da neredeyse kalmamaktadır.
“İslami kimlik” sahibi kimselerin muhalefeti “iktidar hırsı ve iktidar şehveti” ile değil adil şahitlik ile kayıtlıdır. Kendi aleyhine veya en yakını aleyhine de olsa iktidar veya muhalefet aleyhine de olsa şahitliğini adil bir şekilde yapmaya bir zaruret olarak inanır. “Şahitlerin zarara uğramamasını temin etmek” iktidarın sorumluluğundadır.
“İslami kimlik” sahipleri şuna inanır: Hiçbir iktidar ve hiçbir insan lâ-yüs’el / sorumsuz değildir. Ve yine inanırlar ki “din nasihattir” hem liderler için hem de ümmet için. Hem iktidar hem de muhalefet için.
Adaletten sapmamamız gerektiğini söylemenin, kurunun yanında yaşın yanmaması konusunda ikaz etmenin, hukukun ilkelerinin korunmasında ısrar etmenin, bürokratın veya güvenlik görevlisinin keyfi tutumunu ifşa etmenin bizim geleneğimizde adı nasihattir, tembihtir, öğüttür. “Öğüt mümine fayda verir.” buyuruyor Rabbimiz.
“İslami kimlik” sahibi kimselerin sert muhalefetini engelleyen sebeplerden biri de ülke yönetiminin neredeyse her noktasındaki olumsuzluklardan Sayın Cumhurbaşkanı’nı sorumlu tutmalarıdır. Yürütmenin başı olarak Cumhurbaşkanı’nın kendi kendisini sorumlu tutması mesuliyet bilincindendir. Vazifesini ihmal eden, yetkilerini aşan veya kötüye kullanan hem halka karşı hem de Cumhurbaşkanı’na karşı suç işlemiş olur. Bunu görmezden gelen, üzerini örten, destekleyen de hem insanlık hem de vatandaşlık görevini ihmal etmiş olur.
İktidarın STK’ları denetlemesi ve halkın yararına olan projelerini desteklemesi onun sorumluluğudur, bunu susturma amaçlı görmek ne kadar yanlış ise desteği kaybederim endişesi ile susmak da en az o kadar yanlıştır. “İslami kimlik” sahipleri Müslümanların gücünü kıracak her türlü çekişmeden kaçındıkları gibi “iyilik ve takva üzere yardımlaşmayı, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmamayı” esas alırlar.
Emaneti ehline vermek nasıl bir sorumluluk ise emaneti üzerine alanlar ise iki kat sorumludurlar. Bütün insanlığın “dinini, canını, onurunu, malını, neslini ve aklını korumak” iktidarın da muhalefetin de görevidir. İktidarlar bizi Allah’ın karşısında savunamaz ama Allah bizi her iktidara karşı korur.