İslami İspanya’nın Tasfiyesine Dair

Osman Sevim

Kitabın değerlendirmesine geçmeden önce Endülüs ile ilgili kısa bir girizgâh yapalım.

Bölgenin, Endülüs yani Andalucía ismini, 5. yüzyılda buraya yerleşen Vandallardan aldığı düşünülüyor. Ama bugünkü anlamı ile Endülüs, 711-1492 yılları arasında İber Yarımadası’nda Müslümanların etkisi altında bulunan bölgeye verilen isim olarak karşımıza çıkıyor. Bölge 1492 yılına kadar Müslümanların elinde kalmış olduğundan, burada yoğun bir Arap-İspanyol Müslüman etkisi hissedilmektedir. İspanya’da hüküm süren Vizigot Krallığı taht kavgaları, toplum içindeki çatışmalar ve Yahudileri zorla Hristiyanlaştırma politikasının sebep olduğu çeşitli problemlerle karşı karşıya idi. İslam ordusunun İspanya’ya geçişinde, Vizigotlarla ilişkileri bozuk olan Ceuta (Sebte) hâkimi Julianos’un da yardımları dokundu.1

Tarihçiler Endülüs’ü; Fetih ve Valiler (711-755), Endülüs Emevîleri (756-1031), Mülûkü’t-Tavâif (1031-1090), Murâbıtlar (1090-1147), Muvahhidler (1147-1229) ve Gırnata Benî Ahmer Emirliği (Nasrîler) dönemi diye altı döneme ayırır.

Reconquista Nedir?

Endülüs döneminde İber Yarımadası’ndaki Hristiyanların, yarımadadaki Müslümanların varlıklarını ortadan kaldırma amaçları ve çabalarına verilen addır. Takriben 718’de başlayan ve 1492 yılında son Endülüs devletinin yıkılmasıyla amacına ulaşan Reconquista, İspanyolcada ‘yeniden fetih’ anlamına gelir.2

Tarihçi Christiyan Guelen, önceleri yalnızca at yetiştiriciliğinde ve soylu ailelerin yüceltilmesinde kullanılan ırk kavramının, Hristiyanların İspanya'daki Müslümanları yok etme maksadıyla türlü zulümlere imza attıkları Reconquista dönemiyle beraber ilk defa inanışları zorla değiştirilen Müslümanlar (Müdeccen/Müdejars/Morisko) ve Yahudiler (Sefarad/Konversoir/Marrano) için kullanıldığını söyler. Vesselam.

***

Matthew Carr’ın “İslami İspanya’nın Tasfiyesi 1492-1614” adlı kitabı, “kan ve iman”ın arılığı takıntısının sonuçlarını anlatmaktadır. Yazar, İspanyolca konuşup Arapça yazan, İspanyollarca kötü Hristiyan olarak kabul edilen, dindaşları tarafındansa kötü Müslümanlar olarak görülen ve sınır dışı edilişlerinin ardından da İslam inancına ve anavatanları İspanya’ya olan bağlılıkları arasında kalmış olan bu sahipsiz/yersiz/yurtsuz insanların trajik durumunu gözler önüne serer.

Oldukça nesnel olarak yazılan kitap, İspanya Kralı III. Felipe’nin Müslümanları topyekûn İber Yarımadası’ndan sürülmesini öngören fermana atıfla başlıyor. Sürgün, Avrupa tarihinin o güne değin görmüş olduğu en büyük sürgündür. Ve ilginçtir, sürülen o Müslümanların hepsi, zorla Hristiyanlığa döndürülen vaftiz edilmiş Katoliklerdi. Yazarın tabiri ile onlar, İspanyolların gözünde ve gönlünde “gönülsüz mürtetler”di!

Hristiyan krallık, bir şekilde Müslüman olan ve asimile olmayı reddeden herkesi devletin güvenliği ve bütünlüğü için büyük bir tehlike ve düşman olarak kodlamıştır.

Carr, birçok İspanyol yazarın bu tenkil ve tehciri büyük bir askerî başarı olarak gördüğünü kaydeder. Mesela Vali Florencio Janer (1831-1877) bu tehciri, “dinî birlik ve devletin güvenliği” ve “modern uygarlığın temel fikir ve bileşenlerden yoksun Doğulu bir uygarlığın ortadan kaldırılışı” şeklinde yüceltiyordu. (s. 10)

16. yüzyıl Katolik monarşisi Yahudi ve Müslümanlara, Hristiyanlığa dönmeleri yönünde baskı yapıyor, reddettikleri takdirde yakılarak öldürülmelerini buyuruyordu.

Ortaçağ Hristiyanları için İslamiyet bir din değil, uyduruk bir din, bir veba virüsüydü. Aquinalı Thomas (1225-1274) Müslümanlar için “Kutsal ve insani meselelerden anlamayan, her türlü ilahi öğretiden yoksun, tenhalarda yaşayan hayvani adamlardır.” der. (s. 33)

Kitapta, İspanya’daki Hristiyanların İslam, peygamber ve Müslüman algısı korkunçtur: sarazenler/paganlar/putperestler, hagarlılar, tanrının düşmanı, barbar halk vs. Buna paralel olarak Hristiyanlar rasyonel ve medenidirler! Ama yazar, “Hristiyan tarihçiler Mağriplileri ilkel, barbar olarak tasvir etmiş olsalar bile bu varsayımlarını, kendi medeniyetlerinden çok daha başarılı bir İslam medeniyetinin bu kadar yakındaki varlığı çürütüyordu.” (s. 36) diye yazar.

Oysa o dönemde Endülüs, İspanyol filolog Americo Castro’nun ifadesiyle üç dinin ahenkle bir arada bulunduğu (“convivencia”) bir mekân ve zamanı yaşıyordu. 1322-1323 tarihlerinde Valladolid ve Toledo’daki kilise konseyleri, Hristiyan, Yahudi ve Müslümanların birbirlerinin evlilik ve cenaze törenlerine katıldıklarını söylüyor ve Hristiyan kadınların Yahudi ve Müslüman arkadaşlarını ayinlere davet etmelerinden yakınıyordu (s. 47). Kısacası her üç dinin müntesipleri birbirlerine düşmanlık yaptıkları gibi uzun süre birlikte yaşamış, çalışmış, ibadet etmiş ve birbirlerini İberya’nın kalıcı birer gerçeği olarak kabul etmişlerdir.

Bir Yahudi âlimi o günkü koşulları şöyle anlatır: “Gökyüzü, Tanrı’ya edilen duaların geçişine engel olacak kadar ağır bir bulutla kapanmıştı.” O dönemde Yahudiler de tıpkı Müslümanlar gibi lanetlenmiş bir ırk ve tür şeklinde tasvir ediliyorlardı. Hristiyanlar, Yahudiliği kandan geçen ve çıkarılmayan bir leke veya kir şeklinde tasvir ediyorlardı. Hristiyanlar, Yahudileri Marrano yılanları ve şeytanın oğulları diye tasvir ederlerdi. 1449'da Yahudi soyundan gelmeleri nedeniyle devlet dairelerinde çalışması yasaklanan konversolar (Katolikliğe geçen Yahudi ve Müslümanlara verilen ad) vardı.

İspanyollar, toplumlarındaki bu kâfir enfeksiyonunu tamamen ortadan kaldırmak için yemin ettiler. Bu manada resmî ve sivil kanat hem Müslümanları hem de Yahudileri yargılama ve hatta yakarak öldürme cezası yetkisine sahip kılındılar. Hristiyan hükümdarlar piskopos, soylu ve başka bilgili ve eğitimli kişilere şöyle bir yetki verdiler: Yahudiler konumları ne olursa olsun Hristiyanlığı kabul edecekler yoksa 3 ay 40 gün içerisinde İspanyol topraklarından ayrılmaları emredilecek. Birçok Yahudi Kuzey Afrika'ya gönderilirken bazısı da Osmanlı'ya sığınmıştır.3

1497'de Portekiz Kralı I. Manuel, 14 yaşın altındaki tüm Yahudi çocuklarının anne babalarının yanından alınıp Hristiyan olarak yetiştirilmeleri gerektiğini ilan etmiştir. Kısacası devlet, istenmeyen bir nüfusu toptan ortadan kaldırma fikrini benimsemekle kalmamış aynı zamanda eşi görülmemiş bir boyuttaki kitlesel sürgünü örgütleyebilecek lojistik kapasiteye sahip olduğunu da göstermiştir. Birçok din adamı, hükümdarlarını, memleketi “hastalıklı sürüden” temizledikleri için insanların en bilginleri diye övmüştür.

12. yüzyılda Endülüs Müslüman nüfusunun beş buçuk milyona vardığı söylenmektedir. 15. yüzyılın sonuna doğru ise 8 milyonu bulan İspanya nüfusu içinde sadece 500 bin ila 600 bin arası Müslüman kaldığı sanılmaktadır.

İspanyollar, tehcirin başında ekonomik buhran ve çöküntü yaşanmasın diye Müslüman sanatkâr ve zanaat sahibi kişilere dokunmak istememişlerdir. Aragon tahtının arşivindeki 14. yüzyıla ait bir belgede muhasebeci, silahtar, kilimci, trompetçi, hancı, çiftçi, göz cerrahı gibi 30'dan fazla Müslüman mesleği listeleniyor. Müslümanlar aynı zamanda boyacı, derici ayakkabıcı, zırh yapımcısı, dansçı, bahçıvan ve katırcı olarak da çalıştırılmışlardır. Dolayısıyla Aragonlu ve Valencialı soylular Müslüman iş gücünü kendi refahlarının devamlılığı açısından vazgeçilmez görmüşlerdir.

Gırnata'nın 1492'de düşmesinden sonra yapılan anlaşmada Gırnata’ya her kim hâkim, belediye başkanı veya vali olarak atanırsa atansın Mağribîleri onurlandıracak ve onlara nazik davranacaktı. Ama hiçbir vali, hâkim ve belediye başkanı bu sözünde durmayacaktır. Bu kademeli yaklaşım, değinildiği gibi esas itibariyle ekonomik ve güvenlik ile ilgili nedenlerden dolayı benimsenmiştir. Çok geçmeden, Gırnata Başpiskoposu Hernando Talavera, Hristiyanların Müslümanlara mülk kiralamalarını, Mağribî kıyafetleri giymelerini, hamama gitmelerini ve Müslüman kasaplardan et almalarını yasaklamıştır. 1498’de yine Toledo Başpiskoposu Cisneros, Müslümanların din değiştirmesi için elinden gelen her türlü fikrî ve fiziki işkence yapmıştır. Öyle ki 16 Ocak 1500'de Cisneros, kilise konseyine şöyle seslenerek böbürlenmiştir: “Bu şehirde artık Hristiyan olmayan tek bir kişi bile kalmadı ve tüm camiler artık birer kilise.”(s. 102)

Müslüman Endülüslüler Gırnata'nın 65 kilometre kadar güneyinde bulunan Alpujarra Dağlarında direnmişlerdir. Ki burada çok sayıda klasik Endülüs köyleri bulunmaktadır.

1501'de Katolik hükümdarlar, Gırnata’daki din değiştirmelere karşılık olarak Memluk sultanının Kıpti Hristiyan ve Hristiyan hacılara zulmedip saldırılar düzenlediğine dair raporlar geldikçe endişelenmeye başlamışlardı. Buna karşın hemen İspanyolların zulüm ve işkencelerine dair haberleri reddetmesi için özel bir elçi göndermişlerdir. Hatta Elçi Martyr, Hristiyanlaştırılmış Gırnatalı Müslümanların baskı kurbanı değil aksine imanlarına sırt çevirmiş korkaklar olduğunu; Yahudilerin ise hastalık bulaştıran ve veba getiren bir sürü olarak kovulduklarında ısrarcı olmuştur!

1501'de Katolik hükümet, tüm İslami kitap ve el yazmalarının yok edilmesini emretmiştir. Bir arşidük Toledo’ya yaptığı bir seyahatte İspanya'da yaşayan beyaz Mağribîlerin çokluğu karşısında hayrete düştüğünü defalarca dile getirir.

Müslümanlar için iki şık vardı: Ya Hristiyan olup İspanya'da kalmak ya da Müslüman kalıp İspanya'dan ayrılmak! Müslümanlar ayrılmak istediklerinde önemli bir şartla karşı karşıydılar. Bu koşula göre yanlarına 14'ünden küçük erkek, 12'sinden küçük kız almaları yasaktı. Bu çocuklarını birer Hristiyan olarak yetiştirmek için Hristiyan bir aileye vermek zorundaydılar. Bu kısıtlamalar kitlesel gücü kolaylaştıracak şeyler değildi ve amaçlanan büyük ihtimalle Müslümanların gitmesini engellemekti. Böylece İsabel, hem dinî yükümlülüğünü yerine getirebilecek hem de önemli bir gelir kaynağı ve iş gücünü de elinde tutacaktı.

Kitapta, Müslümanlar veya Mağribîler için Mağribî ya da Berberî veya Arap melezi anlamına gelen Morisko sıfatı kullanılmıştır.

Carr, ülkede ilan edilen suç ve suçlu tanım ve profiline de mercek tutar: Hristiyan krallık, Gırnata’da başta olmak üzere, terzilerin Mağribî kıyafetleri dikmesini yasakladı. Moriskoların cuma günleri ve evlilik törelerinde içeride gizliden gizliye ibadet ve geleneklerini yerine getiremediklerinden emin olmak için kapılarını açık tutmaları gerektiğini emrediyorlardı. Moriskoların cuma günlerinde hamamları kullanmamaları ve düğün kutlamalarında, “İslami öğeleri var bunların!” denilmesin diye bir Hristiyan’ın tanıklığı olmadan evlenmeleri yasaktı. Müslümanların Hristiyan denetimi olmadan hamamlara girmeleri ve çocuklarına Mağribî isimler vermeleri menedilmişti. Yine Morisko kadınlarının el ve ayaklarına kına yakmaları ve yüzlerini örtmeleri de artık yasaktı. Sadece Hristiyanlara ayrılmış hemşirelik, ebelik, hekimlik ve eczacılık gibi mesleklerden Moriskolar, din değiştirmelerinden sonra bile menedilmişlerdir. Gırnata’daki Moriskoların, ucu yuvarlanmış bıçaklar dışında silah taşımaları da yasaktı.

1538'de Burgoslu Juan adındaki Morisko, Toledo engizisyonu tarafından “kuskus yiyip zambra yapmak”, “evine akraba ve arkadaşları davet edip onlara Mağribî şarkılar söylemek ve Arapça konuşmak”, “birbirlerine eski Mağribî isimleriyle hitap etmek” ve “eski isimlerine yeni Hristiyan isimlerinden daha çok değer vermek” ile suçlanmıştır! (s. 160)

Moriskolar, Hristiyanlara ait bayram günlerini dikkate almadıkları veya birbirlerine Müslüman isimleri ile hitap ettikleri gerekçesiyle sivil ve dinî otorite tarafından rutin olarak cezalandırılırlardı. Özellikle muhafazakâr ve hırslı engizisyoncular kendilerine vazife çıkartarak adeta birbirleriyle yarışırlardı. Engizisyon mahkemesinin verdiği cezalar kendi gelir kapısıydı aynı zamanda. Öyle ki Moriskolar kendi zorbalarının maaşlarını ödemek üzere cezalandırıldıklarından şüpheleniyorlardı.

Moriskoların, İspanya kıyılarındaki “korsan akıncılara” istihbarat sağladıklarına dair şüphesi ve Osmanlıların başarılar elde edip Müslümanları ümitlendirmesine dair raporlar daima hükümeti rahatsız ediyordu (s. 165). Moriskoların silahlı direniş benzeri seçenekleri pek söz konusu değildi; tek alternatifleri ülkeyi terk etmekti. Ama onların göç etmesi de bir süre yasaklanmıştı. Göç edip de yakalananları, hacizden idama kadar uzanan cezalar bekliyordu.

Başta Ubeydullah Ahmed el-Magravi'nin 1504’teki “oran fetvası” olmak üzere baskı altında bulunan Moriskolar için dinî çözümler sunuldu. Birçok Morisko, Hristiyan görüntüsüne paralel olarak derinlerde İslamiyet'in dünyasında yaşıyordu.4

Yazara göre, Katolikliğe karşı inatçı bir direnç gösterdikleri sıklıkla söylenen kadınlar İslami geleneklerin en dirayetli koruyucuları olmuşlardır. Bazı Moriskolar İslami kimliğini öylesine büyük bir gurur kaynağı olarak görüyordu ki bunu söylemekten hayatta vazgeçmezlerdi. Müslümanlar, kilisedeki mecburi evlilik törenlerinin ardından tercihen aynı gün içinde kendi Müslüman evlilik törenlerini düzenlerlerdi.

“Moriskoların, kilisede esnedikleri, vücut duruşlarının doğru olmadığı veya cumaları temiz çamaşır giydikleri gerekçesiyle engizisyona şikâyet edildikleri bir durumda kimliklerini saklamaları çok kolay değildi.” Birçok Morisko bu zahmetli ve psikolojik olarak tehlikeli varoluşu hayatı boyunca sürdürmüş, çift kimlikli yaşantısını çocukları ve hatta torunlarına aktarmıştı. 7 yaşın üzerindeki tüm Morisko çocuklarının düzenli olarak ayinlere katılmaları emredilmişti. Engizisyon, Mağribîler gibi yerde yemek yemeyi bile bir suç unsuru olarak ilan etmiştir. Morisko erkek ve kadınların cuma günleri en iyi kıyafetlerini giymeleri veya Ramazan’da Morisko bacalarından duman yükselme işinden, ayrıca hanelerde Moriskoların yüzündeki sıkıntı ve kasvetten Muhammed'in mezhebine olan inancın sürdüğünü anlayabiliyorlardı. Engizisyon mahkemesinin bin bir türlü işkence yöntem ve araçları vardı. Mesela ölmeden önce Müslümanları dua edemesinler diye dillerinin kesilmesini emreden Fransız hâkimlerin aksine sadece ağız tıkayıcı kullanıyordu!

Birçok Morisko, yeraltı Eljamiadu edebiyatı ile İslami geçmişleriyle temas halinde kalmıştı. Bunlar Kastilyaca, Katalan veya Portekizce ağzıyla ama nedense hiç anlaşılmamış Arapça harfler kullanılarak yazılan el yazmalarıydı. Bu bir nevi büyük kültürel direnişti. Eljamiadu şeklindeki şiirlerin ve yazıların amacı estetik değil dinî ve kültürel öğelerin hayatta kalması ile ilgiliydi.

Kadırgalarda köle olarak kullanılan Moriskolar, İspanyol Akdeniz donanması için gereken iş gücünün önemli bir bölümünü oluştururken toplanan cezalar ve haczedilen mallar engizisyon mahkemelerinin finansal sıkıntılar çektiği o günlerde çalışanlarının ücretlerini ve masraflarını karşılamakta kullanılıyordu.

1526 yılında Kraliyet, eski yasalara ek olarak kınayı, müzik enstrümanlarının çalınmasını ve içeriği İslami olsa da olmasa da her türlü zambra (Müslüman dansı) ve leila (gece dansını) yasaklamayı uygun görmüştür. Cuma günlerinde Müslümanların kapılarını açık bırakmaları, Arapça konuşmaktan ve yazmaktan üç yıl içinde vazgeçip Kastilyaca öğrenmeleri de emredilmişti. Gırnata'da hamamlar yıkılmış, çarşaf dâhil olmak üzere erkek ve kadın için Mağribî kıyafetler tamamen yasaklanmıştı.

1567'de çekirdek bir Morisko grubu ayaklanma hazırlıklarına girişmişti. Bunlar herhangi bir direnişin onlara dayatılan gelecekten daha iyi olacağını söylüyorlardı. 1569 sonbaharında direnişin lideri Bin Umeyr bir komplo sonucu öldürülür. Direnişçilere yönelik saldırılarda hükümdar Felipe, askerleri için yağmalama ve esir alma serbestisi tanımıştı. 1570- 71 kışında en az 50 bin Morisko tehcir edilmiştir.

Hollandalı teolog ve kilise reformcusu Erasmus, 16. yüzyılın başlarında İspanya'dan gelen daveti geri çevirmişti. Yazılarının çok popüler olduğu İspanya hakkında Thomas More “İspanya'yı sevmiyorum!” demişti. Gerekçesini İspanyol toplumunun Yahudi ve Müslüman hainlerle kaynıyor olmasıyla açıklamıştı. Yine Martin Luther İspanya'yı imansız Yahudi ve Mağribîler ülkesi diye küçümsemiştir. William Shakespeare bile Mağribî Othello’ya Destemona'yı öldürürken kullanmak üzere bir İspanya kılıcı vermişti. Şüphesiz bu düşünceler İspanyol hükümdarlarını içlerindeki bu yabancıyı söküp atmaya ve dış dünyanın gözünde kendini saf hale getirmeye motive ediyordu. (s. 287)

Yazar, “Irksal veya etnik hazırlıkların kültürel egemenliği ele geçirene kadar çoğalacağı korkusu tarih boyunca tekrarlanmış bir fenomendir. Bu korku sahici doğruluklara değil öznel izlenimlere ve en kötü durum senaryolarına dayanır. Hristiyanların Moriskolara karşı tutumları da istisna değildir.” diye yazar.

Yazara göre, 1588'de Kral Felipe'nin danışmanı “İspanya'nın bir gün kendi etini yiyecek canavarlar beslediğini” kulağına fısıldamıştır. Moriskoların fiziksel olarak ortadan kaldırılması toplu katliamdan daha merhametli bir alternatif olarak ortaya çıkmıştır artık! Birçok bürokrat Moriskoların ölümü hak ettiğini ve bu yüzden sürgünün merhametli bir seçenek olduğuna dair kanaat taşır.

İspanyollar 24 Eylül 1609 sabahı ‘Büyük Sürgün’ün fermanını bildirmişlerdi. Böylece Kral Felipe, “kanlarını içip İspanya’yı ele geçirmek isteyen iç düşmana karşı” sonunda harekete geçmişti! Boşaltılan her yere Hristiyan çapulcular giriyor, her yeri yağmalayıp her şeye el koyuyorlardı.

Yazar, klasik tenkil ve tehcir manzaralarını çarpıcı bir şekilde kaydeder: Müslümanları gemilerle götüren Hristiyan kaptanlar genelde yolcularına gidecekleri yere sağ salim ulaştıklarına dair belgeler imzalatıyor ve sonrasında da onları soyup, öldürüp aynı işleri tekrarlamak için tekrar İspanya'ya dönüyorlardı. Bu durumdan İspanyol hükümeti haberdardı ama. Malaga'da Hristiyan memurlar Moriskoları ihraç etmeden önce onların topraklarını ve varlıklarını komik bir şekilde düşük miktarlara satmaları için zorluyorlardı.

İspanyollar bu tehciri her yıldönümünde büyük bir coşkuyla kutlayıp durdular.

Kral Felipe’nin Müslümanlara ait her şeyin hatırasını İspanya'dan silmek gayretinde olduğunu ama bunda hiçbir zaman başarılı olamadıklarını görmekteyiz. Belki inanç ve ırki bir “arındırma” konusunda başarılı oldular ama İspanya mimari yapısı ve peyzajında, edebiyatında ve mutfağında Arapçadan İspanyolcaya geçmiş binlerce sözcük yaşamaya devam etti.

Moriskolar, Mısır, Anadolu, Balkanlar, Lübnan, Yunanistan ve Sahra'nın güney kısımlarına dalmışlardır. En büyük Morisko grubu Mağrib’e gitmiştir. Moriskolar, Kuzey Afrika hükümdarlarına asker, kâtip, çevirmen, tüccar ve diplomat olarak hizmet etmişlerdir.

Gittikleri her yere kültürlerini de götürmüşler ve yaşamaya kaldıkları yerden devam etmişlerdir.

Sonuç Yerine

Mısırlı Ali el-Carim (1881-1949), “Endülüs’e çok ağıt yakıldı, belki hiçbir ölünün kabri başında bu kadar gözyaşı dökülmedi!” diye kaydeder. Yine Faslı tarihçi Muhammed el-Makkari (1582-1632), Endülüs’ün yükselişi ve düşüşü üzerine şunları söylemiştir: “Allah gerçekten de tüm toprak ve malların sahibi, kime dilerse onu bahşediyor!”

Kitapta, sayfa 42’de Kurtuba Başpiskoposu Paul Alvarus, 9. yüzyılda İslam medeniyeti karşısında “büyülenen” Hristiyan gençlerden yakınırken, aslında, Avrupa topraklarında medeniyet zirvesini ve temsilcilerini de istemeden ve belki de bilmeden gösterir. Ama reconquista ile beraber (ki bunu sayfa 288’de rahip Pedro Aznar Cardona’nın gözlemlerinden okuyoruz) bu medeniyeti nasıl yerle bir ettiklerini ve temsilcilerini ne hale getirdiklerini hayretle ve içimiz acıyarak okumaktayız!

Okuyucu, bu ve benzeri kaynaklarda, hakkaniyetle yazılmış kitaplarda, ‘kan’ veya ‘inanca’ bağlı oluşturulmak istenen homojenliğin/tek tipçiliğin doğurduğu fermanlara, cinnet hallerine, çaresiz insan manzaralarına; gasp, kıyım ve sürgünlere, işkence, ağıt ve ölümlere tanıklık ediyor. Belki tüm bunları vesile kılarak -geleceğimizin heba olmaması adına- hep birlikte şu sorular üzerinde tartışmalıyız:

1) Kendimizi gerçekten tanıyor muyuz? “Kim olduğumuza” dair sınırları belli bir tanım ve meşru bir tasavvurumuz var mı?  

2) Sahip veya ait olduğumuz bir “sözleşmemiz” var mı? Varsa eğer tanımı, temeli, anlamı, çapı ve kapsama alanı nasıldır, ne kadardır?

3) “Ben tasavvurumuzu” oluştururken edindiğimiz kültür, bilgi ve maruz kaldığımız algıların yani “damarlarımızdaki bilginin” duygu ve düşüncelerimiz üzerindeki etki veya belirleyiciliğini test etme olanağına sahip olduk mu? “Öteki” ile ilgili bilgi, tanım ve tanımlamalarımızı gözden geçirdik mi? Müktesebatımız meşru ve makul mü? Adil ve ahlaki mi?

4) Kendimizden başlayarak, seçkinci, tek doğru taşıyıcı ve tek kurtuluşu hak eden (!) “ben” tavır ve tasavvurlar karşısında ne gibi tavır ve duruşlar sergileyebiliriz?

5) Farklı kişi, inanç, tutum ve tavır sahibi kişi veya kişilerle bir arada, bir ortak payda etrafında yaşamaya, paylaşmaya, yarışmaya, aynı havayı teneffüs etmeye nasıl bakıyoruz veya nasıl bakmalıyız?

6) Bizi bu dünyaya gönderen irade, bizden ‘kazanmamızı’ değil ‘iyi oynamamızı’ bekliyor, istiyor. Bunun farkında mıyız?

7) “İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır.” Birey, grup veya toplum olarak böyle olup olmadığımızı kontrol edebiliyor muyuz?

8) “İslam toplumunda çalışma başkaları içindir.” der Sezai Karakoç. Yalnız “maddi îsar”ı değil “fikri îsar”ı da yüklenecek kahramanlardan olmak istiyor ve bunun için çaba sarf ediyor muyuz?


1- Roger Garaudy, “Endülüs'te İslam” kitabında Aryusçuların bizzat Müslümanlara yardım ettiğini anlatır.

2- Lütfi Şeyban, Reconquista’nın başarıya ulaşmasının sebeplerini şöyle sıralar: Fiziki ve coğrafi şartların ‘tam hakimiyeti’ engellemesi, Hristiyan halkın yeniden bölgeye iskân edilmesi, Hristiyanların askerî gücü, kilisenin motivasyon gücü ve Hristiyan idealleri için çabalarının sürekliliği (mesela, Papa’nın askerlerin günahlarını affetmesi veya “Kastilya’nın Büyük Dişi Arslanı” İsabel’in diz çöküp duaya durması ve kişisel mücevherlerini savaş için bozdurması vs.), Müslümanların tavırları ve toplumsal zaaflar. Yani başarının bir kısmı Hristiyanların kendi gayret ve çabaları, bir kısmı da Müslümanların zayıf ve güçsüz olmalarından kaynaklanmış olmaktadır.

3- Yazarın Endülüs-Osmanlı ilgi ve ilgisizlikleri; ilişki ve ilişkisizlikleri ile ilgili doyurucu bir bilgi vermemesi eksiklik olarak kaydedilmelidir. Geniş bilgi için Lütfi Şeyban’ın “Mudejares ve Sefarades” isimli kitabına bakınız.

4- İbrahim Kalın’ın “Moriskolar, Oran Fetvası ve Müslüman Endülüs’ün Sonu” başlıklı makalesine bakınız.