Toplumsal hayatın en temel soru ve sorunlarından biri "Kim yönetecek?" sorusu ya da sorunudur. Toplumsal düzene, işleyişe ilişkin kararları kim, neye göre, nasıl alacaktır? Bu tartışma beraberinde siyasi sistem, rejim tartışmasını getirir. Tarih boyunca insanlar sahip oldukları anlayış, inanç ve geleneğe göre bu sorulara farklı cevaplar vermişlerdir. Bununla birlikte özellikle son bir kaç yüzyıldır toplumun bütününü ilzam edecek olan kararların bizzat toplumun kendisince ya da temsil eden kurumlar aracılığıyla alınması fikrinin giderek yaygınlık kazandığı görülmektedir. Bu anlayış ya da eğilim genelde demokrasi kavramıyla tanımlanmaktadır.
Çağdaş Demokrasi Anlayışı
Demokrasi kavramsal olarak halkın yönetimi manasına gelen Yunanca kökenli bir kelime. İlk örneği olarak M.Ö. 450-350 yılları arasında Yunan site devletlerinde görülen uygulamalardan adını almakta. Atina demokrasisinden bu yana elbette demokrasi düşüncesi ve pratiğinde çok önemli değişiklikler gerçekleşti. Çağdaş demokrasi düşüncesinin kökleri ise 16. yüzyıla uzanmakta. Bu süreçte demokrasi teorisi ve uygulamasının feodal uygulamalardan doğal hukuk anlayışına, din savaşlarından siyasi iktidara sınırlama getirilmesine kadar pek çok farklı tartışma, yaklaşım ve gelişimle şekillendirildiği söylenebilir.
Demokrasinin bir fikir ve ideoloji olarak gelişimi Batı'da, dolayısıyla Batı düşüncesinin ve toplumsal hayatının gelişmelerine göre gerçekleşmiştir. En genelde Batılı medeniyetin demokrasiye zemin oluşturan belli başlı eğilimlerinin neler olduğu düşünüldüğünde şu iki temel unsurla karşılaşırız:
a-) Bireye Güven
Kökleri 14. ve 15. yüzyıllara kadar götürülebilecek Reform ve Rönesans akımlarının özgürlük arayışları kralın, kilisenin ve feodal beyin alabildiğine ezdiği bireyin adeta tekrardan doğuşuna yol açmış; buna paralel olarak hümanizmin ve bağlı olarak bireyci felsefenin gelişimi ile birebir irtibatlı bir gelişim izlemiştir. 18. yüzyılda bilim ve teknikte yaşanan hızlı gelişme ve baş döndürücü buluşlarla birlikte insanın tabiata hakim olma çabaları da bunu ayrıca güçlendirmiştir.
b-) Rasyonellik
İktidarın kaynağının nereye dayandığı sorusuna ilahi, metafizik temeller değil, rasyonel temeller bulmanın sonucu olarak "halk" kavramı öne çıkmıştır.
Müslümanlar ve Demokrasi Gündemi
Demokrasi konusu gerek fikir ve söylem olarak, gerekse de pratik itibariyle pek çok aşamadan geçmiştir. Kapsamlı eleştiriler, yetersizliklerine, tutarsızlıklarına dair suçlamalar ve teori ile uygulama arasındaki farklılıklar nedeniyle boş bir hayal olduğuna dair iddialara konu olmuştur. Bununla birlikte doğduğu ve geliştiği zemin olan Batı'dan başlayarak tüm dünyaya taşınması gereken bir ideal olduğuna dair inanç ve bu inancı uygulamaya yönelik gayretler demokrasiyi yeryüzü çapında gündemleştirmiştir.
Demokrasi kavramına yaklaşım ve demokrasi tartışmasında alınması gereken tavır konusu son yıllarda genelde Müslümanlar ve özellikle de İslami hareketlerin gündeminde de çokça yer tutmakta. Demokrasi kavramının Batı'dan başlamak üzere tüm dünyada giderek tartışılmaz bir konum kazanması ve demokrasi fikrinin neredeyse bütün toplumlar için ulaşılması gereken bir ideal olarak algılanır olması konuya ilişkin farklı yaklaşımlar ileri sürülmesini güçleştiren bir olgu. Demokrasinin giderek adalet gibi, ahlak gibi, dürüstlük, eşitlik ve benzeri olumluluk içeren kavramlar gibi bir anlam kazanması karşı yaklaşım, iddia ya da eleştirileri daha zayıf bir zemine itmekte.
Tutum Belirlemeyi Zorlaştıran İki Konu
İslami hareketler açısından demokrasi tartışmasında tavır belirlemenin belli başlı iki zorlu noktası mevcut. Birincisi, son kertede Batılı insanın ve dünya görüşünün damgasını taşıyan bir ideoloji, fikir ve pratikler bütünü olarak demokrasi konusunda ortaya konulabilecek her türlü tutumun mutlak manada Batı ile bir hesaplaşma boyutu içeriyor olması. Dolayısıyla nereye kadar kavramın içeriğinin eleştiriye konu olduğu, nereden itibaren Batı karşıtlığından kaynaklandığını ayrıştırmak zor. Nitekim İslami çevrelerde gündeme getirilen demokrasi eleştirileri, hatta tanımlamalarının pek çoğunda demokrasi ile emperyalizm, demokrasi ile kapitalizm arasında özdeşlikler kurulduğu görülebiliyor.
Ve özellikle küreselleşme adı altında icra edilen emperyalist tahakküm süreci bu algıyı daha da güçlendiren unsurlar içermektedir. Bugün tüm dünya küreselleşme adı verilen çok yönlü bir kuşatma altında. Bu çerçevede Francis Fukayama'nın "Tarihin Sonu" ve Samuel Huntington'un "Medeniyetler Çatışması" tezleri Batı'nın tüm dünya halklarına hakim olması gereken evrensel değerleri temsil ettiğine dair yaygın inancın en açık biçimde dile getirildiği tezler olarak karşımıza çıkmakta. Batı bu şekilde tüm yeryüzü halklarına zorunlu bir reçete, hatta bir kader çiziyor. Yeryüzünün henüz yeterli gelişkinlik düzeyini yakalayamamış halklarının ya bu gidişatı gönüllü benimseyecekleri ya da yok olup gidecekleri, üçüncü bir alternatifin olamayacağı propaganda edilmekte. Demokrasi bu süreçte Batı'nın zorunlu reçete kapsamında 'üçüncü dünya'ya ve özellikle de Müslüman halklara adeta açık bir dayatması şeklinde gündeme taşınıyor.*
İkinci zorluk ise demokrasi konusunda ortaya konulacak eleştiriler ya da karşı çıkışların İslam coğrafyasında hüküm sürmekte olan siyasi anlayışın despotik karakter ve uygulamalarına destek şeklinde anlaşılmaya yol açması tehlikesinden kaynaklanmakta. Yani demokrasi konusunu ideolojik temelleriyle ilgili bir çerçevede tanımlama kaygısının ya da demokrasi teorisinin pratiğe aksettirilmesinde ortaya çıkan birtakım çelişki ve açmazlara dikkat çekme çabalarının despotik iktidarlara dolaylı destek şeklinde yorumlanma riski var. Ve bu da konuyu daha objektif ve genel çerçevede yaklaşmayı belli ölçülerde zorlaştırmakta.
Demokrasiyi İki Farklı Ele Alış Biçimi
Demokrasi konusunda Müslümanlar arasında ortaya çıkan farklı yaklaşımları da ikiye ayırabiliriz: Tanım düzeyinde ortaya çıkan farklılaşma ve pratik tutum alışlara ilişkin farklılaşma. Şüphesiz bu iki konu birbirinden kopuk değildir. Genelde tanımlamaya bağlı olarak pratik tutum tezahür eder. Bununla birlikte tanım düzeyinde olumsuzlamakla birlikte pratikte zorunlu sahiplenme ya da tercih şeklinde tutum alışlar da söz konusu olabilmektedir.
Bir Yönetim Biçimi Olarak Demokrasi
Demokrasi meselesinde nasıl tavır alınması gerektiğine dair tartışmalara geçmeden önce kavramın tanımı hususunda ortak bir kabulün ya da çerçevenin bulunmadığını kaydetmek gerekir. Örneğin, demokrasiyi bir öz, bir ideoloji şeklinde tanımlamayıp da, bir yöntem olduğunu ileri süren yaklaşıma göre demokrasi "adalet devletine" olduğu gibi "çoğunluk diktatörlüğüne" de hizmet edebilir.1 Yine demokrasinin; "bireylerin dünyayı algılama biçimine çerçeveler sunan ve davranışsal düzeneklerine ilkeler koyan bir değerler kümesi" değil, sadece "siyasal bir örgütlenme aracı" ve "toplumdaki yönetim hiyerarşisinin nasıl kurulması gerektiği konusunda teknikler ortaya koyan bir siyasal yöntem" şeklindeki tanımına da kavramın "ideolojik bir niteliği bulunmadığı" yargısından hareketle varılmaktadır.2
Uzunca bir dönem Tunus İslami hareketinin liderliğini yapmış ve halen İngiltere'de sürgünde bulunan Raşid Gannuşi de demokrasiye karşı çıkan İslamcıların "hükmullah" ile "hükmüşşaab" şeklinde yanlış bir karşılaştırma yaptıklarını; "hükmullah"ın Allah'ın yeryüzüne inip insanları yönetmesi anlamına gelmeyeceğini, aslolanın kanun hakimiyeti olduğunu söylüyor. Ayrıca "hükmullah"ın yeryüzünde Allah adına iktidar tekeli kuran kral, ulema ya da benzeri güçlere karşı bir özgürlük çağrısı olduğunu vurguluyor.3
Gannuşi demokrasiye karşı çıkan Müslümanları dini ve siyasi olanı birbirine karıştırmakla eleştirmekte; bununla birlikte dini-siyasi ayrımının Batı tecrübesinin din ve devlet ayrımı şeklinde algılanmaması gerektiği uyarısında da bulunmaktadır. Çünkü İslam, hayatın tümünü kuşatmaktadır. İslam'a göre Allah caminin de, pazarın da, okulun da fabrikanın da ilahıdır. Alanlar arasında ise şöyle bir ayrıma gidilmiştir: Bir tarafta ilahi emirlerle doldurulan bir alan vardır. Diğer tarafta ise yine akidenin çerçevesinde yer aldığı halde içtihad yoluyla doldurulmak üzere iradi olarak boş bırakılan alan bulunmaktadır.4
Bir İdeoloji Olarak Demokrasi
Buna karşın demokrasiyi sadece bir yönetim biçimi olarak görmeyip, tüm beşeri sistemlerde olduğu gibi Allah'ın ilahlık sıfatına müdahale olarak gören anlayış ise ne yönetim olarak ne de kişi hak ve özgürlükleri açısından İslam'ın demokrasiyle örtüşemeyeceği, uzlaşamayacağı görüşünden hareket etmektedir.5 Genelde selefi ve cihadi akımların etkili olduğu İslami hareketler için demokrasi konusundaki tavır doğrudan akidevi bir tutum alışın yansımasıdır. Sorunu temelde hakimiyetin kaynağı sorusu ile tanımlayan bu yaklaşıma göre demokrasi bu temel soruya verdiği cevap ile İslam'ın karşısında batıl bir tercih olarak yer almaktadır.
Aynı şekilde Mısır İslami hareketinin önde gelen isimlerinden Eyman ez-Zevahiri de demokrasiyi, yasama yetkisini Allah'tan alıp halka veren bir sistem şeklinde tanımlamaktadır. Yine Hizbu't-Tahrir de demokrasiyi Batı'nın İslam ülkelerine pazarladığı küfür nizamı şeklinde değerlendirmektedir.6
Uzlaştırıcı Formül
Demokrasinin bir yöntem ve diğer taraftan bir ideoloji olduğunu düşünenlere karşılık, Hurşid Ahmed gibi Batı medeniyeti ve siyaseti bağlamında gelişen demokrasinin ne yekpare bir kavram, ne de rakipsiz bir anlayış olmayıp; hem kavramsal, hem de etkinlik düzeyinde çok yönlülük içeren bir olgu olduğu görüşünü benimseyenler de bir anlamda ara formül benimsemiş görünmektedirler. Pakistan merkezli Cemaat-i İslami hareketinin liderlerinden biri olan Hurşid Ahmed, demokrasinin iki ana boyutunun ayrıştırılması gerektiğini ileri sürmektedir. a-) Felsefi boyut: Halkın egemenliği kavramı ve bunun sonucu olarak meşruiyetin tümüyle halkın desteğine bağlı olması. b-) Etkinlik boyutu: Yöneticilerin seçimi, siyaset ve programların belirlenmesinde halkın yönetime katılımının sağlanması.7
Demokrasinin felsefi kökleri "halk egemenliği" kavramında yatmaktadır. Bir taraftan siyasi işleyişle ilgili olarak ilahi rehberlik ve mutlak ahlaki değerlerin inkarını ya da en azından önemsizliğini içerir. Ayrıca "halk iradesi" otorite ve iktidarın gerçek kaynağı şeklinde kabul görür. Diğer taraftansa halkın yönetimi ve siyasi karar sürecinde halkın katılımı ilkelerini esas alır. Etkinlik boyutu ise eşitlik ve özgürlük, anayasallık ve kanun hakimiyeti, devletin işleyişinde güçler ayrılığı, azınlık hakları, inanç, düşünce, ifade, örgütlenme ve basın iletişim gibi temel ilkelere dayanmaktadır.
Pratik Tutumlar
Görüldüğü üzere demokrasi konusunda farklı tutum alışlar, kavramın nasıl tanımlandığı ile birebir bağlantılıdır. Bununla birlikte kavramın içerik tanımından bağımsız olarak demokrasi tartışmasında taraf gözükenler de az sayıda değildirler. Örneğin Lübnan ulemasından Seyyid Hüseyin Fadlullah, demokrasinin "tıpkı İslam ve Hıristiyanlık dinlerinin kendilerine ait mukaddesleri olması gibi, birtakım değer ve inanışları olan laik anlayış bütününün bir parçası" olduğunu söylemektedir. İslam'ın genel olarak iki noktada demokrasiden ayrıldığını ifade eden Fadlullah, bunları a-) İslam'da nihai anlamda yasa koyucunun Allah olması; b-) İslam'ın bir şeriat ve hayatın bütün alanlarını kuşatan bir sistem olması şeklinde belirtir.8
"İslam bir şeydir, demokrasi farklı bir şeydir" diyen Fadlullah, buna rağmen "şura"nın demokrasiyle uzlaşma noktası olduğu düşüncesine sahiptir. İslam'ın hakim olmadığı bir dünyada Müslümanların özgürlük alanlarının genişletilmesine ihtiyaç duyulduğunu söyleyen Fadlullah, bazı şartlar dahilinde demokrasi düşüncesinden ve demokratik ortamdan yararlanabilmenin mümkün olduğunu belirtir. Devrimin iktidarın tek yolu olmadığını, belli şartlar dahilinde demokratik yolun da kullanılabileceğini ifade eder. Bazı şeylerden yararlanmanın onu bütünüyle kabul etme ve ona meşruluk kazandırma anlamına gelmeyeceğini hatırlatır. Meseleyi halka ulaşabilmek ve halkı bu vasıtayı kullanarak toparlayabilmek şeklinde tanımlayan Fadlullah, demokrasi ve diktatörlük arasında tercih yapmak gerektiğinde demokrasinin tercih edileceğini ama İslam mı, demokrasi mi sorusu söz konusu olduğunda elbette İslam'ın yegane seçenek olduğunu vurgular.9
Demokrasi Fikrinin İslami Düşünce İçinde Seyri
Azzam Temimi, Arap-İslam literatüründe demokrasi tartışmasının Fransa'dan döndükten sonra 1834'te Takhlis... isimli kitabını kaleme alan Rıfa Tahtavi'ye (1801-73) götürülebileeğini söylüyor. Hayreddin et-Tunusi (1810-99) de 1867'de Aqvam... isimli kitabında reform konusunu ele almıştır. Cemaleddin Afgani (1838-97) 1879'da yayınlanan bir yazısında müstebit iktidarları eleştirerek şurayı öne çıkarmış, Abdurrahman el-Kevakibi (1849-1903) ise eserlerinde Batı'nın gücünün iyi yönetiminde olduğunu vurgulamıştır. Muhammed Reşid Rıza (1865-1935) da Hilafet adlı eserinde ümmet, şura ve içtihad kavramlarını öne çıkartmıştır.10
Temimi'ye göre 19. yüzyıl İslam siyasi düşüncesi Batılı demokrasi ile şura kavramı arasında doğrudan bağlar kurmaktaydı. Fakat 1. Dünya Savaşı ve ardından hilafet kurumunun yıkılması şoka yol açtı. Sömürgecilik tehdidine karşı o zamana dek ön planda olan reform çağrısı yerini dirilişe terk etti. Tehdit artık despotizm değil, sömürgecilikti.
Reşid Rıza'nın halkasında bulunan ve Menar Dergisi'nin okuyucularından Hasan el-Benna (1904-1949) hem İngiliz sömürgeciliğine, hem de Filistin'de Arap isyanının hedefi olan Siyonist tehdide karşı güçlü ve kitlesel bir örgüt oluşturmaya karar verdi. Hasan el-Benna'nın hareketinin temel gayesi halkı sömürgeciliğe ve onun olumsuz, yıkıcı etkilerine karşı harekete geçirmekti. Böylece hilafetin tekrardan canlanabileceği ümit ediliyordu. Benna, iki kez parlamento seçimlerine iştirak etmesine rağmen siyasi partileri ümmetin birliği için tehlike taşıyan oluşumlar olarak görüyor ve reddediyordu. İki dünya savaşı arası dönemde liberal eğilimli aydınlar ise topyekün batılılaşma kampanyası yürütmüşler, din ve devletin ayrılmasını savunmuşlardı.
Buna karşın Seyyid Kutub (1906-66), Mevdudi'nin (1903-79) cahiliyeye dönüş teorisinden etkilendi ve gerçek Müslümanların (tali'a, yani öncüler) hem cahili devletten hem de toplumdan kopmaları ve ayrı bir toplumsal yapı oluşturmaları gerektiğini savundu. Mevdudi, el-hakimiyetül beşeriyye'nin pratikte bir kişinin, aile ya da sınıfın hakimiyetine dönüştüğünü düşünmekle birlikte Batılı demokrasinin kusurlarından arınmış bir sistem olarak şura ile demokrasiyi özdeşleştiriyordu. Bu konuda ıslah edilebilirlik anlayışına sahipti.
Seyyid Kutub ve takipçileri içinse demokrasi eleştirisi Batı eleştirisiydi. Batılı demokrasilerin Arap ve İslam alemine karşı düşmanca politikalar izlediği düşüncesi hakimdi.
Suriye İhvanı'nın önde gelen isimlerinden Said Havva da demokrasiyi reddediyordu. Bilahare demokrasiye karşı çıkmanın intihar anlamına geldiğini, konuya sadece teorik-ideolojik açıdan bakmanın gerçekliği kavramada zaaf oluşturduğunu; Müslümanların çoğunluk teşkil ettiği ülkelerde demokrasinin zaten İslam'ın hakimiyeti anlamına geleceği; azınlık dahi olunsa faydalı bir sistem olduğunu savundu. Havva'nın 1980'de başlayan sürgünü 1988'de Amman'da ölümüne kadar sürdü. Bu dönem zarfında fikri planda önemli bir dönüşüm geçirmişti. Elbette demokrasiyi bir amaç, hedef değil; İslam'ın hakimiyeti için araç olarak düşünüyordu.
Öte yandan Malik bin Nebi (1905-73) ise "İslam'da demokrasi var mı?" sorusuna zaman ve mekan perspektifinden bakıldığında "yok" cevabı verileceğini fakat kavramların tarihsel çağrışımlarından yalıtılıp, ideolojik etkilerden bağımsızca tanımlandığında farklı sonuca ulaşılacağını savunuyordu.
Nasıl Yaklaşmalı?
Tüm bu tartışmalar, farklı tavır alışlar ve değerlendirmeler demokrasi meselesinde kolay ve genel bir yargıya varmanın zorluğuna işaret etmekte. Bu noktada net ve kuşatıcı bakış açısı eksikliği vahim sonuçlara kapı aralayabiliyor.
İslami çevrelerde dillendirilen demokrasi karşıtı söylem genellikle İslam'ın başka ideolojik ve siyasi referanslara karşı ayırıcı ve üstün konumunu vurgulama sadedinde gündeme gelmektedir. Bununla birlikte gerek temel referansları gerekse de pratiği nedeniyle demokrasiyi eleştirmek, zaaflarına, çelişkilerine dikkat çekerek İslam'ın daha üstün olduğunu ya da farklı bir toplumsal, siyasal sistem önerisi getirdiğini söylemek başka bir şeydir; ne demokrasi teorisi, ne de pratiği açısından hiçbir tutarlı ilişki ve irtibatı bulunmayan birtakım uygulamaları baz alıp demokrasiye savaş açmak, mahkum etmek başka bir şeydir.
Demokrasi ile Despotizm Arasında Tercih Yapmak Akli ve Ahlaki Bir Gerekliliktir!
Her şeyden önce eleştirinin tutarlılığı açısından bu bir sorundur: Özellikle İslam coğrafyası baz alındığında ortada iç tutarlılığa sahip ve işleyen bir demokrasi yoktur ki; zaafları ya da zararlarından yola çıkılarak kendisine karşı cephe açılmayı gerekli kılsın! Dolayısıyla İslam toplumlarını zorba rejimler altında yöneten otoriter-totaliter diktatörlüklerle ve bunların doğurduğu zulüm ve baskı uygulamalarıyla mücadele etmek yerine sadece söylem ve propaganda düzeyinde mevcut bulunan demokrasiyi hedef tahtasına oturtmak anlamsız; ayrıca da tehlikeli bir yaklaşımdır.
Muhalif bir hareketin, ideolojik-siyasi bir oluşumun daha özgür hareket edebileceği, kitlelere mesajını ulaştırma ve örgütlenme noktasında nispeten daha az engelle karşılaşabileceği ortamları tercih etmesi doğaldır. Bu yönüyle sadece İslami hareketler açısından değil, her türlü muhalif hareket açısından baskıcı totaliter sistemler yerine bireysel ve toplumsal gelişime nispeten daha fazla imkan sağlayan demokratik ortamların tercih edilmesi gayet anlaşılabilir bir tutumdur. Anlaşılmaz olan, daha doğrusu kabul edilemez olan şey İslami mücadele için daha elverişli koşulları tercih etmek değil; temel taleplerin yer değiştirmesi, kimlik düzeyinde bir eksen kaymasının yaşanmasıdır.
Bu noktada demokrasi düşüncesinin özünde seküler ve hümanist bir dünya görüşü temelinde yükseldiği gerçeğini görmezden gelen tutum öncelikle olguyu yanlış tanımlama ve değerlendirme hatasına düşmekte. Ayrıca bu tutum İslami kimlik ve taleplerin gölgelenmesi ve giderek buharlaşması tehlikesini de barındırmakta. Burada en temel yanlışlardan biri İslami meşruiyet zemininin çarpık kullanımı olmakta.
İslam'ın, ayrıntısıyla belirlenmiş bir yönetim ve siyasi düzen vazetmediği; sadece eşitlik, adalet, şura ve benzeri genel prensipler belirlediği ve herhangi bir sistemin bu ilkelere uyması halinde İslami meşruiyet açısından cevaz göreceğine dair yaklaşım en temelde İslami meşruiyet kriterinin içini boşaltmakla malûl bir yaklaşım. Bu görüş sahiplerinin yaklaşımları baz alınacak olursa neredeyse İslami olmayan bir sistem kalmaz! Ortada açık ve muhkem İslami bir model yoksa herkes kendi anlayış ve amelini mutlaklaştırma, meşrulaştırma çabasına girişecek ve birbirine taban tabana zıt anlayış ve pratiklere dahi İslamilik kılıfı geçirilecektir. Oysa İslam gerek bireysel, gerekse de toplumsal hayata ilişkin açık, bütüncül ve ayrıntılı bir sistem sunmuş; hayatı dini-dünyevi; siyasi-ahlaki diye ayırmamıştır. Dolayısıyla hayatın belli alanlarının farklı dini-ideolojik kökenli anlayış ve kavramlarla tanımlanması ve doldurulmasına cevaz vermez.
İslami Kimlik ve Taleplerimiz Farklı İdeolojik Birikimlerle Gölgelenmemelidir!
Bu noktada İslami kimliğin bağımsız ve bütüncül yapısının öncelenmesi gerektiğinin altını çiziyoruz. Yani İslam ve Müslüman kimliğimiz demokrasi ya da bir başka ideoloji, düşünce ya da sistemin gölgesinde, onunla birlikte veya içiçe geçirilmek suretiyle tanımlanamaz. Dolayısıyla gerek bireysel gerekse de toplumsal düzeyde talebimiz ve mücadelemiz İslam olmalıdır, sadece İslam!
Kimlik tanımı ve temel talepler düzleminde sahip olunması gereken bu hassasiyetin korunamaması beraberinde eklektik kimlikler olgusunu getirebilir. Özellikle İslam dışı güçlerden kaynaklanan baskıların hafifletilmesi ve İslami çalışmaların önlerindeki engellerin kaldırılması, hareket alanlarının genişlemesi gibi kaygılarla zaman zaman demokratik talep ve yönelimlerin öne çıkartılmasının süreç içinde değişik İslami çalışmalar bünyesinde bir kimlik kaymasına yol açtığı görülmüştür. Oysa sahih İslami kimliğin konjonktürel kaygılar ve değişen ortamlardan bağımsız tanımlanmak zorunda olduğu açıktır.
Bununla birlikte İslam'ı beşeri bir ideoloji ve birikim demek olan demokrasi ile sentezleme yanlışının karşısında durmak demokrasiye karşı cihad açmayı gerektirmiyor elbette. Bu tutum bir başka yanlış, ortaya çıkarmaktadır. Demokrasiyi kendisiyle her zeminde mücadele edilmesi gerekli bir büyük tehlike, bir irtidat çağrısı olarak değerlendirip, mahkum eden yaklaşımın da zulmü ve zorbalığı meşrulaştırmaya yönelik bir söyleme kapı aralama tehlikesi mevcuttur.
Sonuç itibariyle demokrasi düşüncesi ve pratiğinin insanlığın siyasal-toplumsal hareketliliği içinde diğer beşeri ideolojik alternatiflere nazaran daha tercihe şayan bir konumda bulunduğu gerçeğini tespit ile birlikte, Müslüman olarak asıl hedef ve yükümlülüğümüzün İslam'ı kendi bütüncüllüğü içinde kavramak, gündemleştirmek ve hayata aksettirmek olduğunun altını çiziyoruz.
Dipnotlar:
*- Aslında emperyalizmin demokrasiyi sadece saldırganlığını meşrulaştırma gayretlerinin bir parçası olarak öne çıkarttığı biliniyor. Hemen hiçbir konuda tutarlı ve dürüst davranmayan emperyalistlerin, demokrasi ihracı konusunda da tutarlı ve dürüst olmadıkları gayet açık. Toplumsal ve siyasal düzenin halkların özgür iradeleriyle belirlenmesi anlamında bir demokrasi pratiğinin öncelikle sömürgeci ve yayılmacı statüko güçlerinin muhalefetiyle karşılaşacağı şüphesizdir. Nitekim bu yöndeki eğilim ve taleplerin emperyalistlerce sürekli ertelenmekte ya da bastırılmakta olduğu görülmektedir.
1- Hüseyin Hatemi, "Demokrasi Bilmecesi", Yeni Zemin, Haziran 1993.
2- Ergün Yıldırım, "Türkiye Siyasal Geleneğinde Demokrasi", Yeni Zemin, Haziran 1993.
3- Azzam Temimi, "Demokrasi: Çağdaş İslami Tartışmada Dini ve Siyasi Ayrımı", Encounters, Mart 1998.
4- Temimi, a.g.m.
5- Süleyman Arslantaş, "Seyyid Kutub'un Demokrasiye Bakış Açısı", Haksöz, Ocak 1997.
6- Temimi, a.g.m. [Öte yandan Hizbu't-Tahrir, tanım düzeyinde demokrasiyi çok sert biçimde reddetmesine rağmen değişik dönemlerde seçimlere katılmıştır. Örneğin 1951'de hareketin kurucusu Takiyüddin Nebhani, aday olmuş fakat Baas partili aday karşısında seçimi kaybetmiştir. 1954'te Hizbu't-Tahrir o dönemde Ürdün'ün yönetiminde bulunan Batı Yaka'da 4 adayla seçimlere katılmış, fakat sadece Tulkarim'de başarılı olmuştur. Ahmed ed-Daur seçimleri kazanmasının ardından kral ve vatan üzerine yemin etmiş ve yeminine "Allah'a" ibaresini de eklemiştir. Bkz. Süha Taci-Faruki, Hizbu't-Tahrir ve Hilafet, Yöneliş Yay., 1998, s. 18-26.]
7- Hurşid Ahmed, "İslam ve Demokrasi: Bazı Kavramsal ve Çağdaş Boyutlar" The Muslim World, Bahar 2000.
8- Seyyid M. H. Fadlullah, "İslam ve Demokrasi", Dünya ve İslam, Yaz 1991.
9- Fadlullah, a.g.m.
10- Azzam Temimi, "İslami Siyasi Düşüncede Demokrasi", Encounters, Mart 1997