Batı emperyalizminin İslam dünyası üzerindeki hegemonyasının kurumlaşmaya başladığı 19. yüzyıl aynı zamanda İslam dünyasının belli bir uyanış içine girdiği dönemdir de. Ancak geç kalan ve oldukça sıkıntılı, zor bir geleceğin kendisini beklediği bir uyanış... Fakat buna rağmen, mevzi olarak elde edilen kısmi başarılar üst üste eklenerek gelecek nesillere yol göstermiş, onların başarılarına temel olmuştur.
İran'da başarıya ulaşan İslami mücadele, tüm İslam dünyasında, müslümanlara bir dinamizm ve coşku vermiş ve bu ülkelerde devrime ulaşmanın yolları daha bir şevkle, daha bir umutla tartışılır olmuştur. İran Devrimi'nin daha bir dinamizm kattığı Türkiye müslümanları da bu çerçevede kendi hareketlerini sorgulama ihtiyacı hissetmişlerdir. Sorgulanan noktalarsan bir tanesi de -belki en yoğunu-, harekete kimin önderlik edeceği idi: Ulema mı, yoksa aydın mı? Biz de bu yazıda, söz konusu meseleyi tartışmaya çalışacağız.
Burada gerek ulema ve gerekse aydın, birer kelimeden öte; birer kurum/grup olarak ele alınacaktır. Kelime anlamı üzerinde yoğunlaşacak tartışmanın tıkanacağı inancındayız. Ayrıca kelimelerin lügat anlamlarının sonuç itibariyle pek farklı olmadığı da ortadır. Dolayısıyla, bu iki kavram yerine konulacak yeni kavram da 'anlam' olarak farklı olmayacaktır. Bu nedenle kelimelerden ziyade; bu iki kavramın tarihi, sosyal ve siyasi boyutu ve anlamı üzerinde durulacak; 'Ulema' ve 'aydın', kelime anlamı olan 'bilgili insan' boyutundan ziyade kendi yarlığını devam ettirme çabası -ki bu çaba çoğu zaman her ne pahasına olursa olsun şeklinde tezahür etmektedir- içinde olan birer 'sosyal grup' olarak ele alınacak ve yapılan değerlendirmeler de bu çerçevede olacaktır.
Tanımlar
Türkiye'deki İslami mücadele sürecine bakacak olursak, bu yöndeki çabanın tarihinin çok da eski olmadığını görürüz. Bu tarihi 25-30 yıl olarak tesbit edebiliyoruz ancak. Bu kısa geçmiş, Türkiye İslami mücadelesinin pek çok özelliğine damgasını vurmuştur. Önde bir model olmaması, bugün yaşanılan pek çok sorunun aşılmasında sıkıntılı anların yaşanmasına neden olmaktadır. Çünkü yapılacak pek çok şey 'ilk olma" özelliğini taşıyacaktır.
Türkiye müslümanları arasında belirli bir dağınıklığın, programsızlığın, düzensizliğin göze çarptığı görülmektedir. Biraz bu dağınıklığın giderilmesi kaygısından, biraz da İran Devrimi'nin başarısının Türkiye müslümanlarında yarattığı aceleci tavırdan olsa gerek, hareketin önderliği sorunu yoğun bir tartışmanın gündemini oluşturmuştur. Mesele, hangi kesimin harekete önderlik edeceği çerçevesinde ortaya konmuş ve bu çerçevede tartışılmıştır: Aydın mı, ulema mı? Hangisi?
Bu türden kavramlar için herkesin anlaşabileceği bir tanım yapmanın zorluğu vardır. Ancak, yine de mevcut bazı tanımları burada ele alabiliriz. En genel anlamda aydın "çağdaş, pozitif, dünyevi bilimleri çok iyi bilen"; ulema ise "geleneksel bilimlerde mütehassıs" özellikleriyle tanımlanmaktadırlar. Bunun yanı sıra yapılan değişik bir kaç tanım daha mevcuttur. Mesela: "İslami düşüncede aydın Allah Rasulü'nün izini takip eden, insanları hayra, nura, iyiliğe davet eden, kötülüğe karşı savaşa çağıran ve kendi toplumlarında peygamberlerin 'mübelliğ' sıfatını taşıyan insandır. Kısacası bu aydın tevhidi toplumun bilginidir." (...) "Gerçek manada ulema ise; peygamberin varisi olma özelliğine sahip olan ulemadır." "Biz müslümanlar olarak aydınları; göklerin ve yerin ışığı olan İslam'ın, bütün bir yeryüzü genelinde ifadesi olabilecek temsilciler olarak anlıyoruz."1 "...müslüman alim olur, entellektüel olmaz."2
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu tür kavramların herkesin üzerinde mutabakata varacakları tanımlarının olmamasına rağmen; bir takım ayrıştırmalar ve tercihlerle, her ideoloji, kendi kabullendiği "öncü" insan tipini tanımlamaya, tarif etmeye çalışır, işte bu tür ayrımlardan bir kaçı: Aydın-entellektüel, organik aydın-geleneksel aydın, aydın-müslüman aydın, aydın-entellektüel-münevver vs...3
Müslümanların yaptığı tanımlamalar da, bu durumdan beri olmamıştır. Aydın ve ulema kelimelerine başlangıçta yüklenen olumsuzluklar, bir ayrım sürecine tabi tutulmuş ve başına bir "müslüman" sıfatı getirilerek olumlu bir tanıma ulaşılmıştır. Ulemanın geleneksel bilgiler içinde kendini sınırlaması ve bu nedenle de bugünün sorunlarına cevap verememesi ifade edilmiş, ardından da olması gereken ulemanın özellikleri sıralanmıştır. Aynı durum aydın için de geçerlidir. Önce pozitivist kültürün, kuru bir akılcılığın etkisindeki bir tipten bahsedilip olumsuzlanan aydın, ardından aynı şekilde başına bir "müslüman" sıfatı eklenip olması gereken bir aydın tanımı yapılmaktadır. Yapılan tanımlar da, aslında 'ideal müslüman ferd'i tasvir etmektedir.
Bununla birlikte, bu iki kavram basit birer kelime olmakla sınırlı olmayıp; birer toplumsal gruba da karşılık gelmektedirler. Dolayısıyla konunun anlaşılması basit bir lügat incelemesiyle mümkün olmamaktadır. Bu nedenle, bu kavramların -ve tabii ki, bu kavramların tekabül ettikleri kurum ve grupların- ortaya çıktıkları tarihi şartları kısaca bir gözden geçirmede fayda mülahaza etmekteyiz,
Ulema, gelenekte önemli bir statüye sahiptir. Bu, tarih içinde belli gayretlerin, başarıların sonucu olarak elde edilmiş bir statüdür. Ulema, halkla ilişkisinde, karşı tarafa verdiği güvenin sonucu olarak bu statüye sahip olmuştur. Ulemanın bu statüsü yaptığı her işin, söylediği her sözün tam anlamıyla islami doğrular, tavırlar olduğu anlamına gelmemektedir. Nitekim İslam tarihi incelendiğinde bunu doğrulayacak pek çok örnekle karşılaşılacaktır. Ancak bütün bunlara rağmen ulema, halkın gözünde önemli bir statüye sahip olmuştur.
Ulemanın kimlik kazanması Hz. Peygamber'in vefatından yaklaşık yüz, yüz elli yıl sonra gerçekleşmiştir, islam toplumunun gelişimiyle birlikte hissedilen ihtiyaçlar üzerine oluşturulan tefsir, hadis, kelam, fıkıh vs. gibi ilimlerle birlikte bu alanlarda çalışanların -ki bunlar, daha sonraki kurumlaşmış isimleriyle 'ulema' idi- önemi ve değeri artmıştır. Çünkü onlar, bu çabalarıyla o dönemde duyulan pek çok toplumsal ihtiyaca cevap vermiş; ümmetin, sosyal yaşamda karşılaştığı pek çok soruna çözüm üretmişlerdir. Bu ve buna benzeri pek çok sebep, bu kurumun doğmasına neden olduğu gibi yüzyıllar boyunca da devamını sağlamıstır.
Ulemanın yapısının, İslam aleminin her bölgesinde aynı süreci yaşadığını söylemek mümkün değildir. Mesela, İran'daki ulemanın yapısıyla Osmanlı'daki ulemanın yapısı farklıydı ve bu farklılık günümüzde de devam etmektedir. Türkiye'de ulemanın statüsündeki değişiklik, Batılılaşma süreci ile birlikte kendini hissettirir. Devlet desteğiyle iş gören ulemanın, bu destek ortadan kalktığında etkisini kaybettiği görülür. Mali bağımsızlığını sağlayamayan ulema, kendi ayakları üzerinde duramaz ve rakipleri ile rekabet edemez hale gelir. Bu dönemde ulemanın rakibi, aşağıda değineceğimiz 'aydın'dır.*
Batılılaşma ile birlikte yeni bir zümrenin ortaya çıktığı görülür. Bu; yeni riyasetin yürütülebilmesi ve halka aktarılabilmesi için ihtiyaç duyulan yeni 'bilgin insan' tipidir. Batılı "intellectual" kelimesinden mülhem 'entellektüel' veya 'aydın' olarak isimlendirilen bu yeni kesim ile ulema arasındaki çelişki de; aslında eski siyaset ile yeni siyasetin çelişkisidir. Aydın ile ulemanın karşı karşıya gelişi, birbirinin zıddı iki zümre olarak görülmesi de bu süreçle alakalıdır. Bu iki zümrenin sahip olduğu özelliklerin farklı oluşu da, bu siyasetlerin farklılıklarıyla bağlantılıdır.
Ulema eski siyasete uygun toplumsal yapının devamı için gerekli bilgilerin uzmanıdır: Tefsir, fıkıh, kelam, hadis vs... Aydın ise, yeni siyasetin gerektirdiği yeni bilgilerin mütehassısı olarak sunulmuştur: İlm-i içtimaiyyat, psikoloji, ilm-i iktisat, siyaset ilmi
Tanımların ve Meseleyi Sunuş Tarzının Taşıdığı Zaaflar
Kurtuluş Savaşı sonrasında kurulan yeni Türk devleti laik bir kimliğe sahipti -halen de bu özelliğini sürdürmektedir. Laik-Kemalist rejim, eskiye kesinlikle yer vermeyen yeni siyasetini toplumun her alanına uygulamaya çalışmıştır: Eğitim, siyaset, sosyal hayat vs... Bilimle ilgili ayırım da bu siyasetin bir sonucudur. Eski siyasetin (yani Osmanlılık ve -niteliği tartışılır olmakta birlikte- İslam) öte dünyaya ait olduğu yaygınlaştırılmaya çalışılarak, halk üzerindeki etkisi silinmek istenmiştir. O yapının bilgileri; sosyal, siyasal, ekonomik bir hayatı olan insana hiç bir fayda vermemekte, onun sorunlarını çözmemektedir. O yapıda sadece dini meseleler tartışılmakta, konuşulmaktadır: Allah'ın sıfatları, cennet, cehennem, melekler vs... Halbuki, insanın sorunlarına cevap verecek bilgilere ihtiyaç vardır, O da, Batı'nın ilerlemesinin nedeni olan pozitif, yani dünyevi bilimlerdir.
Laik-Kemalist rejimin çizmeye çalıştığı ve gerçekle hiç bir alakası bulunmayan bu tablonun, bugün ulema ve aydını tanımlamaya çalışan müslümanlar üzerinde etkili olması ilgi çekicidir. İslami bir meselenin tartışılması; birisi dini ilimlerde, diğeri dünyevi (çağdaş, pozitif) ilimlerde uzmanlaşmış iki zümre ayrımının yapılması suretiyle İslami olmayan bir çerçeve üzerine bina edilmektedir.
Bu çabada, her iki kesimin de İslami olmayan bir konum/tavır içine oturtulduğunun farkına varılmamaktadır. Bu yanlış ayırıma bağlı olarak kendini gösteren yanlış konumlandırma; bu kişileri en temelde 'laik', ardından da -özellikle aydın için geçerli olan bir özellik- kuru aklın vahyin önüne geçirilmesi gibi kişiyi İslam'ın dışına çıkaracak sıfatların sahibi olarak göstermektedir. Bu hatanın bilinçli olarak yapıldığı kanısında olmadığımızı belirtelim. Böylesine önemli bir mesele tartışılırken, müslümanların meselelerinin yine ancak müslümanlar tarafından ve müslümanlarla çözülebileceğinin unutulmaması gerekirdi: Hepimizin bildiği gibi, Yüce Allah kitabında şöyle buyuruyor: "...sizden olan emir sahiplerine de itaat ediniz..." (4/Nisa, 59). Yukarıda bahsini ettiğimiz çerçevede değil bu kişilerin İslami harekete önderlik edip edemeyeceklerini tartışmak, müslüman olup olmadıklarını tartışmak bile abes kaçmaktadır. Sonra; dünya ile ahiret arasında ayırım yapmayan, hayatın her alanını kuşatan bir dinin müntesipleri olan bizler için, dini ilim-dünyevi ilim ayrımının ne anlamı olabilir ki? Fıkıh, tefsir, kelam veya hadis ilimlerinin sosyal hayat ile alakası yok mudur? Bunlar yaşanan pek çok soruna çözüm olması gayesiyle üretilmiş bilimler değil midir?
İkinci bir sorun, meselenin ortaya konuş tarzından kaynaklanmaktadır. Konu, sanki bu hareketin önderlik sorunu yalnızca bu iki zümreden birisini seçmekle halledilebilirmiş gibi sunulmaktadır. Sorun bu şekilde, yani meseleyi bütün boyutlarıyla düşünmeyi engelleyebilecek bir sınırlılıkta ortaya konulduğunda, cevaplar da doğal olarak sınırlı bir çerçevenin sahip olacağı yanlışlıkları, zaafları taşıyacaktır. Bu iki zümrenin de belli toplumsal ve tarihi şartların ürünü olarak ortaya çıktıklarını kabul ediyorsak, bugünün şartlarında yeni ihtiyaçlara binaen, yeni kurumların/zümrelerin ortaya çıkması da pekala mümkündür. Bunun arayışında olmak da, bu hareket mensuplarının en doğal hakkıdır.
Hareketin liderliğine aydını mı, yoksa ulemayı getirelimden önce; bu zümrelerin İslam'a ve mevcut sisteme bakış açıları, pratik sorunlar karşısındaki takındıkları tavırların tartışılması gereklidir. Bugün gerek ulema, gerekse aydın kesiminin pek çoğu; Türkiye'de oluşan sağlıklı İslami gelişmeye karşıt durumda iken, bu kesimler ile İslami hareketin pek çok noktada farklı düşündükleri ortada iken hareketin liderliğine bunların hangisini getirelim diye tartışmanın pek anlamı olmasa gerektir.
Tartışılması gereken diğer bir husus da, hareket için "bu tarz" bir önder arama çabasının neyi/neleri ifade ettiğidir? Bu çaba, en temelde -zımmi de olsa- aydın, ulema ve İslami hareketin birbirlerinden ayrı oldukları anlamına gelmektedir. Bu çabanın işaret ettiği bir diğer nokta ise; bu hareket içinde yer alan, mücadele veren müslümanların kendi öz güçlerine, birikimlerine güven duymamaları ve yapabilecekleri pek çok şeyi yapma hakkını kendilerinde görmemeleridir,
Aydın-ulema tartışmalarında dikkati çeken bir başka husus da, "müslüman aydın"ın 'tanzimat aydını' ile özdeşleştirilerek olumsuzlanmasıdır. Bu anlayış büyük bir basiretsizlik örneği olduğu gibi; tartışmanın seyrini saptırıcı, tartışmayı tıkayıcı bir özelliğe de sahiptir.
Sonuç
İnsanların düşünceleri, tavırları, en genel ifadesiyle nitelikleri göz önüne alınmadan eni konu tartışılmadan, hareketle aynı hedefleri ve bakış açısını paylaşıp paylaşmadıkları değerlendirilmeden; yalnızca toplumda sahip oldukları bir takım gelenekselleşmiş ve kurumlaşmış statüleri nedeniyle, hareketin önderliğini bu türden gruplara bırakmanın doğru olmayacağı ortadadır. Zira, önderlik belli gelişmelerin sonucunda oluşan, hareketin bizatihi içinden çıkan çabalarla doldurulabilecek bir mevkidir.
Kazanılmış başarılar yoksa, sahip olunan statüler bireysel mücadeleler, başarılar sonucunda elde edilmiş değilse; tarihten gelen statüleri nedeniyle kişilerin layık olmadıkları bir mevkiye getirilmelerinin eşyanın tabiatına aykırı olduğuna tarih şahitlik etmektedir. Şöyle dönüp İslam tarihin gözden geçirdiğimizde, geçmişte de buna benzer pek çok girişimde bulunulduğunu ve sonuç olarak nereye varıldığını görmek mümkündür. Tarihte de, hareketler kendi başarılan için toplumun gözünde saygınlığı olan kişileri hareketin başına getirmek istemişlerdir. Hz. Hasan'ın, Muaviye ve zulmüne karşı çıkan müslümanlar tarafından, kendi mücadelelerinin başına getirilmesi buna bir örnektir. Ancak beslenen ümitler gerçekleşmemiştir. Çünkü Hz. Hasan, pek çok noktada hareketin tabanından farklı düşünmektedir. Bu mücadelenin sonunun müslümanlar için kötü bitmiş olduğu da bilinen bir olaydır.
Türkiye İslami hareketinin tarihinin çok eski olmadığından ve önünde örnek alabileceği bir modelin de bulunmayışından bahsetmiştik. Karşılaştığı sorunları da ancak kendi pratiğiyle aşacak ve gelecek nesillere bir örnek bırakabilecektir. Bu nedenle şu anki sıkıntıları, "ödünç ulema" veya "ödünç aydın" takımı ile çözülmeyecektir. Bu ancak, gerçek nedenlerin görünmesini engelleyecek kolaya kaçıcı bir çözümdür ve gerçek bir çözüm olmadığı zaman içinde kanıtlanacaktır.
Gerek ulemayı ve gerekse aydını dönüştürerek harekete, mücadele sürecine katmak; herhangi bir dönüştürme çabasına girmeden, bu iki zümrenin sahip oldukları özelliklerin devamını ve meşrulaştırılmasını sağlayacak çabalarla kıyas kabul etmez derecede önemlidir. Zira onları; dışlamak veya birikimleri, konumları ve sair nedenlerle uyarıya ihtiyaçları olmadığı zehabına kapılarak vahyi tebliğe muhatap ulanlar safının dışına çıkarmak İslami bir tavır değildir.
Allah katında yegane ölçünün takva olduğuna inanan bizler, sahip olunan bir takım bilgilerle insanların arasında ayırımlar koyma, kimilerini herhangi bir değerlendirme, dönüştürme sürecine tabi tutmaksızın mevzi ittifaklarla hareketin liderliğine getirme hakkına sahip değiliz. Bilinmesi gereken bir husus da, takvanın birikim veya soy sop kuvvetiyle ölçülmediğidir. Takva, kişinin Allah'ın emirlerini kapasitesini sonuna kadar zorlayarak yerine getirme çabasıdır. Hiç kimse, sahip olduğunu düşündüğü özellikler nedeniyle kendisini bu çabadan müstağni görme (mesela, bildiği şeyleri pratiğine geçirmeme! veya başkalarına önceleme (mesela, başkalarının çabalarına rağmen onları sınırlama, kendisinin gerisinde bırakma çabası) hakkına sahip değildir. Aynı şekilde, hiç kimse bu tür İslami olmayan davranışlar karşısında; bu hareketleri meşrulaştırıcı, olumlayıcı tavırlara girme hakkına da sahip değildir.
Yapılan tanımlardaki ulema ile aydın kelimelerinin yerine "müslüman" kelimesini koyduğumuzda pek farklı bir şey çıkmayacaktır. Yani, ulema ile aydın tanımları, yalnızca müslümanlar arasında bir takım tali özelliklere sahip insan tasvirlerini içermektedir. Müslüman'dan asıl istenen ve müslümanların da önem vermeleri gereken Allah'ın razı olacağı şeyleri yapmalarıdır. Allah Teala da Kur'an'da, 'bilen, ilim sahibi' insanlardan bahsederken bu tür insanları kastetmektedir; yoksa şu veya bu tür ilimlerde uzmanlaşmış kişileri değil.6 Kur'an'ın kullandığı anlamıyla, her müslüman birer "bilim sahibi"dir. Zira bilinmesi gereken en önemli şeyi bilmektedirler: Her şeyi yaratan ve her şeyin maliki, ilahı, rabbi Allah'tır. Yalnızca O'na ibadet edilir ve yalnızca O'ndan yardım dilenilir.
Tüm dünyada meydana gelen İslami mücadele süreçleri, Türkiye müslümanları için de bir kıvanç ve olumlu yönleriyle birer örnektir. Ancak bu hareketlerin Türkiye şartlarının da göz önünde bulundurularak iyi tahlil edilmesi gerekmektedir. Yüzeysel bir şekilde ye bire bir aktarmacı bir tarz, Türkiye İslami hareketi için pek geçerli sonuçlar çıkarmayacaktır.
Burada yapılması gereken, müslümanların ihtiyacını hissettikleri yeni bir "öncü" tipinin yaratılmasıdır. Bu model, ne yapılmak istendiği ve nerede yapılmak istendiği (yani; İslam'ı algılayış tarzı ve bu anlayışın gerçekleştirilmeye çalışıldığı coğrafyanın özgül koşulları) ile çok yakından alakalıdır. Hareketin niteliğini de; liderden ziyade, sahip olduğu espriler, bakış açılan belirler. Bu noktalarda hareketle uyuşmayan bir takım insanları hareketin önderliğine getirmek, yarar değil zarar doğurur. Öyleyse, bu değerlerin uygulanacağı, hayata geçirileceği zeminlerin iyice irdelenerek, her konuda yeterli derecede bilgi, birikim ve meseleleri çözme yeteneğine sahip önderleri çıkartacak mekanizmaların oluşturulması gerekmektedir. Bu; uzun, yorucu ve sıkıntılı bir çabadır. Ama İslami hareketin başarısı için "ödünç aydın/ulema" çözümüyle kıyas kabul etmeyecek derecede faydalı bir çabadır. Bugünün müslümanları yarının müslümanlarına bir miras bırakmak istiyorlarsa ki biz bunun Allah'a ve gelecek nesillere karşı bugünün müslümanlarının bir sorumluluğu olduğuna inanıyoruz, bu mekanizmaların oluşturulması için üzerlerine düşeni yapmak zorundadırlar.
Dipnotlar:
1. Bu tanımlar için bkz.: "İslami Hareketle Aydın ve Ulema", Girişim Dergisi, Haziran-1990, S. -25.
2. Bkz.: Savaş Ş. Barkcin, "Müslüman Aydın-Müslüman Entellektüel", Bilim ve Sanat -Bülten. Mayıs-1991, s. 3-4.
3. Bu ayırımlar için bkz.: Antonio Gramsci'nin Aydınlar ve Toplum, (Alan Yayıncılık, İstanbul-1985) isimli eserine; Hürriyet Gösteri Dergisinin "Aydın-Entellektüel-Münevver" dosyasına ve Ali Şeriati'nin konu ile ilgili çeşitli yazılarına bakılabilir.
4. Bu çerçevede Modern Çağda Ulema, (der. Ebubekir Bagader. iz Yayıncılık, (İstanbul-1991]; Türkiye'de islamcılık Düşüncesi, Hzr. İsmail Kara. 2. Baskı, Risale Yayınları, (İstanbul-1989): ve ayrıca Prof. Dr. Erol Güngör, islam'ın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Yayınları. 4 Basım. (istanbul-1986) isimli eserlere bakılabilir.
5. Osmanlı'nın son döneminde ortaya çıkan yeni 'bilgili insan" tipinin ilgilendiği konular hakkında daha genıs bilgi için bkz.: H. Zıya Ülken, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, 2. Baskı, (İstanbul-1979).
* - Ödünç ulema", "ödünç aydın" tabirleriyle; çeşitli bahanelerle kendilerini hareketin dışında veya üstünde tutmaya çalışan ulema ve aydınlar kastedilmektedir.
6. Bu hususta bk;.: 2/120:3/7.18; 12/58, 7S; 13/43; 32/B-9; 35/28; 46/4 Ayrıca ılimsiz oluşla ilgili olarak da bkz.: 15/25; 22/3; 30/29