İslamda Adalet Kavramı

Ömer Mahir Alper

Adalet kavramı, her ne kadar sistematik ve felsefi bir yapı ile ortaya çıkmamış olsa da tarih boyunca gerekliliği insanlar arasında hissedilen ve varlığı ta günümüze kadar sürüp gelen bir kavramdır.

"Denilebilir ki tarihin pek az çağında insanlar bugün olduğu kadar adalet denilen o, yanıltıcı olmasa da ele avuca sığmaz, çerçeve beğenmez mefhumla bu kadar alakadar olmamışlardır."

Emperyalizmin dünyaya, tüm değerlerini dayatmaya çalıştığı bir çağda; aşağıda tanıtmaya çalışacağımız "İslam'da Adalet Kavramı" başlıklı eser İslam'ın asırlar boyu "adalet" ile İlgili deneyimini yansıtması bakımından bugünün insanına bir "ışık" olabilirse; sanırız yazar Dr. Macid Hadduri de kendini amacına ulaşmış kabul edecektir.

Kitap, İslam'ın ilk döneminden günümüz Müslüman düşünürlerine kadar İslam'da adalet kavramının gelişimini sistematik bir biçimde okuyucuya sunmaktadır.

Bunu sağlamak amacıyla yazar, "kavram'ın gelişimine siyasi, teolojik, felsefi, hukuki, ahlaki ve sosyolojik kategoriler dahilinde eğilmiştir. Ayrıca bu kategorik inceleme İslam'ın ilk döneminden günümüze dek oluşmuş her grubun veya her düşünce okulunun adalet standardını kavrayabilmek açısından da ayrı bir önem taşımaktadır.

Kitapta, İslam dışı kültürlerle temasa geçilmesiyle birlikte bu dış kültürlerin nasıl asimile edildiği üzerinde duruluyor; dışardan gelen düşüncelerin köklerine gidilmiyor.

İslam düşüncesi ile ilgili çalışmaların azlığı; gerek muhteva ve gerekse teknik yönünden, yapılan çalışmaların zayıflığı göz önüne alınırsa, başka hiç bir kitapta bu eserlerdeki kadar şümullü ve sistematik bir incelemenin olmadığı rahatlıkla görülüp anlaşılacaktır.

Kitab'ın yazarının da belirttiği gibi "fikirlerin yayılması ve mübadelesi yolu ile adaletin barışa vereceği hizmet ile ilgilenen herkese hitap edeceği" ümid edilebilir.

Bu genel girişten ve tanıtımdan sonra tek tek kitabın bölümlerine girmemiz yararlı olacaktır.

Birinci bölüm; kitaba "Giriş" olarak düşünülmüş. Burada "adaletin kaynakları" üzerinde kısa bir şekilde durulmuş; kaynağın Kur'an ve "ilahi bir ilhamın ürünü olan, peygamberlerin kendi kelimelerinde ifadesini bulmuş hadis" olarak gösterilmiştir. Adaletin kaynağını "ilahi bir ilhamın ürünü", "hikmet" gibi deyimlere bağlaması, yazarın, temel kaynaklara bakışındaki oturmamışlığını ve aynı zamanda bu konudaki yetersizliğini göstermektedir.

Bu bölümde, kaynaklarda adalet kavramının kullanımları üzerinde de durulmuştur. Kitabın asıl kapsamak istediği adaletle ilgili İslam'ın beşeri yönü olsa gerek. Yoksa Kur'ani bir bütünlük içinde kuşatıcı bir adalet nosyonu ortaya koyulmamıştır.

İkinci bölüm; "Siyasi Adalet" başlığını taşımaktadır. "Devlet mekanizmasının ana hedefi kabul edilen siyasi adalet, hükümranın iradesi doğrulusunda tecelli eden adalettir"(sh:31) Yazar İslam'da siyasi adaletin de diğerlerinde de olduğu gibi peygamber ve onu takip eden halifeler yoluyla insanlara ulaşan Allah'ın iradesinin ifadesi olduğunu belirtir.

Burada, belli başlı tüm itikadi ve siyasi doktrinlerin siyasi adalet görüşü üzerinde durulurken, Muaviye'nin belki de kendi hilafet iddiasının Allah'ın arzusundan sadır olduğunu iddia eden ilk kişi olduğu belirtilir. Ayrıca "bütün tarih sahnesinin ilahi adaletin tecelliyatından ibaret olduğunu ileri süren cebr doktrini statükonun kabulünü ve ona itaati telkin ettiği için Emevi sarayının resmi doktrini olmuştur"(sh:45) gibi vurgularda yapılmaktadır.

Yazara göre Mürcie de "hükmün ircaı" (tehiri, kıyamet gününe bırakılması) görüşüyle halkı yönetim konusunda tartışmaktan uzaklaştırarak Emevi siyasi adalet görüşüne destek vermiş oluyordu. "Gerçi Kaderiye yanlısı bazı Mürcieler'in görüşü devlete zararlı telakki edilmekte ve bunlara şüphe ile bakılmaktadır. Ama münazarayı siyasetten ahlaki (insani) konulara taşıyan Mürcieler çoğunlukla otoritelerin gözdesidirler"(sh:48)

Üçüncü bölüm; "İlahiyat Düzleminde (Teolojik) Adalet" başlığını taşımaktadır, "ilahiyat düzleminde adaletten anlaşılması gereken, ilahiyatçıların Tanrı'nın irade ve öz vasıflarından hareketle tesis ettikleri prensiplere paralel olan adalettir."(sh:63)

Bu alanda Hadduri iki okulun ortaya çıktığını (vahy okulu ve akl okulu) ve bu iki okul arasında şiddetli tartışmaların olduğunu söyler. Daha sonra tartışmaların gerisindeki gerçek nedenin siyasi olduğunu belirtir: "Vahy ve akıl okullarının Öncüleri Kaderiyeciler ile Cebriyecilerdi ve bu iki okul arasında Emeviler'in ilk yıllarından itibaren ortaya çıkan münazaranın konusu dıştan bakıldığında insanın kendi fiillerinin faili olma kapasitesi görünüyordu. Ancak esasta ortadaki ilgi konusu siyasi idi; kelimenin gerçek anlamında teolojik sayılması imkansızdı."(sh:63-64)

Bu bölüm de tüm doktrinler ilkelerine varıncaya dek uzun uzun incelenir. Akl okulunu savunan Mutezile'nin İlahi adaletin efdal olduğunda diğer ilahiyatçılarla görüş birliği içinde olduğunu dile getirir. Ancak bunların vahiyle mündemiç adalet yanında adaletin akıl ila de kavranabileceği görüşünde olduklarını belirtir.

Çift düzeyli adalet kavramı (vahy ve akıl) yazara göre Mutezile hareketinin insanın fiillerinden dolayı sorumluluğu meselesine çözüm getirme girişiminin sonucudur.

Yazar bu bölümde "Tanrı Güzelliğinin ve Tanrı Sevgisinin İfadesi Olarak Adalet: Sufizm" ait başlığı ile sufilerin adalet nosyonu hakkında bilgiler aktarır. Ve sufi için adaletin sıradan insan fiillerinden değil, Tanrı ile doğrudan buluşma sonucu hasıl olan "ruhsal tecrübe" olduğunu ifade ederken, adalet anlayışında tüm diğer adalet nosyonlarından ayrıldığını söyler.

Dördünce bölüm; "Felsefi Adalet" adı altındadır. "Teolojik adaletin tersine, felsefi adalet, filozoflarca vahye göre değil akla göre tanım ve tesbit olunan adalettir."(sh:111) Böyle bir giriş­ten sonra yazar, "müslüman filozofların bilinçli bir biçimde aklı vahiy ile ahenk halinde tutmaya çalıştıklarını unutmamak gerektiğini"(sh:111) söyler.

Bölümde ağırlıkla üzerinde durulan filazoflar EI-Kindi, Farabi, ibn Sina ve İbn Rüşd'dür.

Yazar Yunan Felsefesi'nin özellikle de Neo-Platonik Yunan Felsefesi'nin müslüman alimlerin pek aşina oldukları Hıristiyan ilahiyat çevrelerinde yıllar yılı konuşulmuş olup, müslümanların ilgisini çekmemiş bir konu olduğunu belirterek; belki de ilk defa Kindi'nin bu felsefeyi mü'minlerin kabulüne şayan bir tarzda yorumladığını söyler.

Yazar değişik derecelerde de olsa Kindi ile Farabi'nin akıl ile vahyin ahengini kurmaya çalıştıklarını; İbni Sina'nın ise adalet kavramında doğacı olduğunu ve böyle bir endişe taşımadığını iddia etmektedir.

İbni Rüşd'ün İse adaletle akli ve ilahi olmak üzere iki düzeyde ilgilendiğini, bunların ikincisinin kemalin vücut bulması, birincisinin ise beşeri aklın kusurlu ürünü olarak değerlendirildiğini ifade eder.

Beşinci bolüm; "Ahlak Düzleminde Adalet" başlıklıdır. Bu bolümde de adalet, felsefi adalette olduğu gibi ilahi ve beşeri diye iki düzeyde ele alınmıştır. "Ahlaki Adalet ve İstemlilik İstemsizlik Öğretileri" başlığı altında yazar, Haricilerin belki de adalet konusundaki tartışmaları ilk başlatan düşünürler olduğunu ve sadece siyasi cepheyi değil, ahlaki sonuçları bakamından da konuyu ele aldıklarını belirtir.

Yine bu başlık artında yazar, inananların istemlilik konusundaki ihtilaflarını otoriter kaynaklarda (Kur'an ve Sünnet) bu konunun lehinde ve aleyhinde bir kayda rastlanılmamasına bağlamaktadır. Tabii bu düşünce oldukça şaşırtıcıdır. Kur'an'da istemliliğin lehinde birçok ayet vardır. Burada kitabın üçüncü bölümünden bir bölüm aktarmak uygun olacaktır: "Mutezililer şu soruyu soruyorlardı: Eğer bütün insan fiilleri Tanrı tarafından belirlenmiş idiyse, insan niçin cezalandırılsındı?"(sh:71)

"İlahi Erdemlerin ifadesi Anlamında Ahlaki Adalet" alt başlığı altında Ahlak konusunda temayüz etmiş üç düşünür özellikle ele alınmıştır: Miskeveyh, Gazali ve el-Tusi. Burada geniş bir izah verildikten sonra Miskeveyh gibi Gazali'nin de yalnızca Yunan ahlak felsefesine müracaat etmekle kalmayıp Yunan ahlak anlayışını İslami gelenekle bağdaştırma çabası vermiş müslüman düşünürlerin yazılarından da yararlandığı belirtilir.

Altıncı bölüm; "Yasal Adalet" başlığını taşıyor. Burada çeşitli alt başlıklar olmakla birlikte biz "Yargısal Prosedür" başlığı altındaki birtakım tesbitleri vermek istiyoruz. Burada yazar, işleyişi açısından yargısal sürecin çeşitli baskılara maruz kaldığını belirtir. Oysa ilke olarak "kadı"nın muhtariyeti vardı diyor.

"Tarihsel olarak, başlangıçta alimler bağımsız yargı (içtihad) peşindeydiler... Dördüncü yüzyıldan sonra, yani taklid içtihadın yerini aldığında, otoriteyi elinde bulunduran mahalli yönetime karşı durumu zayıflayan alimler, eldeki hukuka riayet açısından aralarında farklar da doğduğundan, kendilerini iyice zayıflamış ve savunmasız buldular. Siyasi otorite karşısındaki söz hakkını da hemen tamamı ile kaybettiler."(sh:213)

Ayrıca yazar, yargısal adaletin diğer cephelerine nazaran daha büyük pratik önemi olduğunu belirterek, birçok mü'min açısından da itikadın kendisinden bite daha fazla önem taşıdığını söyler.

Yedinci bölüm; "Kavimler Arasında Adalet" başlığını taşıyor. Yazar konuya girerken milletler arasındaki adaletin gerçekte tüm uluslarca ortak bir mukavelenin ürünü olmadığını, hegemonyası söz konusu olan bir ya da birkaç ulus tarafından belirlendiğini hatırlatır. Ayrıca, adalet çerçevesinde Dar'ul-İslam ve Dar'ul-harp kavramlarını irdeleyerek, cihad ile İlgili açıklamalarda bulunur.

Cihad konusunda açıklamalarda bulunurken daha önce savunma ve saldırı savaşı diye bir ayrım yapılmadığını fakat daha sonraları gerek iç problemlerden dolayı, gerekse Moğol istilası ve Haçlı Seferleri gibi dış faktörlerden dolayı alimlerin "islamiyet'e düşmanlıkları gerekçesiyle diğer toplumlara karşı yapılan cihad konusundaki görüşlerini, yani cihadın haklılığı ile ilgili görüşleri gözden geçirmek gereğini duyduklarını; neticede 'ümmete kafirlerle her yanda ve sonuna kadar mücadeleyi emreden bir görev olarak' anlaşılan cihad nüvesinden (espirisinden) geriye pek bir şey kalmadı"(sh:228)ğını belirtir. Özellikle İbn Teymiye'nin bu şartlar altında klasik cihad öğretisinin beyhudeliğini kavradığını belirtir; ve onun yeni bir cihad anlayışı ortaya koyduğunu söyler.

Sekizince bölüm; "Sosyal Adalet" başlığını taşımaktadır. Bu bölümde çeşitli sosyal düşünürlerin konu ile ilgili görüşleri verilmekte ve sosyal adalet kavramının gelişimi irdelenmektedir. Bu çerçevede Ebubekir et-Turtuşi'nin adaletle ilgili görüşlerine yer verilirken onun, nebevi adaleti destekleyen toplumsal bir sorumluluk duygusu olmadığı takdirde, yani hükümdarlar adaleti tatbike zorlanmadığı sürece, adalet yerine zulmün süreceği kanaati belirtilir.

Yazar, tarihte İslam toplumunun içine düştüğü sıkıntıları anlatırken, İbn Teymiye'nin hedeflediği adaletin yeni bir değerlendirme olduğunu söyler. İbn Teymiye yeni bir kavram getirmiştir ki adına "Siyaset-i Şeriyye" denmektedir. Yazara göre, Siyaset-i Şeriyye bünyesinden çıkan, adına "sosyal adalet" diyebileceğimiz, gayesi toplum çıkarına hizmet olan yeni bir kavramdır bu. "O çağda İslam çökmekte olduğundan, sosyal adalet "o şevket"in iadesine giden bir yol olarak düşünülmüştü. Kesin ifadesiyle Teymiye "sosyal adaletin şartları iyileştireceği ve İslam'ın gücünü eski yerine iade edeceği" görüşündeydi."(sh:241)

Daha sonra Necmeddin et Tufi'ye geçen yazar; onun kamu çıkarının yazılı bir kaynakla (Kur'an, Sünnet) çatışması halinde, "ilahi Yasa'nın ana gayesinin halk çıkarının korunması olduğu ilkesinden hareketle" maslahata öncelik tanınması gerektiğini savunduğunu söyler. Bölüm'de İbni Haldun ve İbn El-Ezrâk'ın önemli görüşlerine de yer verilmiştir.

Son bölüm; "Modern Çağda Adalet Kavramı"na ayrılmıştır. Burada çağdaş adalet kavramında görülen değişiklikler anlatılmıştır. Ayrıca İslam düşünürlerinin çağdaş Batı karşısındaki tutumları irdelenmeye çalışılmıştır. Yazar Batı karşısında İslam Dünyası'nda iki okulun ortaya çıktığını söyleyerek bunların İhyacı (fundamantalist) ve Modernist okullar olduğunu belirtir.

Bölümde her grubun veya okulun düşünürleri görüşleriyle birlikte ortaya konulmaya çalışılmıştır. Ayrıca Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh gibi düşünürlerin öncü rolleri belirtilmiştir.

Yine bu bölümde, Batı'dan gelen düşünce ve kavramlar üzerinde durulmuş, İslam Dünyası'nda oluşturduğu olumlu ya da olumsuz tepkiler gösterilmeye çalışılmıştır.

Batı'dan alınan bir takım kanunların ve hukukun yerleştirilmesinde görülen zorluklar sonucu nasıl İslam'ı bir dayanak arama çabaları olduğu üzerinde durulmuş, Modernist'lerle İhyacıların mücadelesi verilmek istenmiştir.

Ayrıca ihvan-ı Müslim'in, Cemaat-i İslam'ı gibi hareketlerin adalet anlayışları gösterilirken, İran İslam Devrim'i lideri Ayetullah Humeyni'nin düşüncelerine de yer verilmiştir.