Mağlup olmuş bir medeniyetin, belirleyiciliğini yitirmiş bir kültürün insanlarını; erkeklerini, kadınlarını, gençlerini, çocuklarını getirin gözlerinizin önüne. Hep bir eksikliğin, hep bir kaybedişin, hep bir şeylere sahip olamayışın, yoksun kalmanın izlerini görürsünüz gözlerinde, yüzlerinde, alınlarındaki çizgilerde ve boyunlarının büküklüğünde... Ellerine bir imkan geçti mi, önlerine bir imkân verildi mi, gözleri parlar, boynu düzelir, adeta rahatlar ama yine de gözlerinin parlaması, boynunun düzelmesi veya rahatlaması tabii değil yapmadır, sunidir. Çünkü bunlar kendi iradesiyle gerçekleşmemektedir. Hep tedirgindir, gölgesinden bile korkar. Kendini kabul ettirmek, benimsetmek için gölgesini dahi ciddiye alır, iknaya çalışır. Eline bir imkan geçtiğinde bile karşısındakinin gözlerinin içine bakar. Hiç bir zaman bütüncü olamaz, yarım oluşlar, sahte kahramanlar, basit teselliler, sıradan duygular yeterlidir onun için. Kendini kendi değerleriyle değil, başkasının değerleri ve hoşgörüsü ile savunur ve meşrulaştırır.
Türkiye'deki İslamcıların psikolojik yapısı ile sosyolojik duruş ve tutumları da buna benziyor. Yani bir alt-kültür psikolojisi egemen, kimlik ve kişiliklerine... Çünkü yıllardır dışlanan, itilen, ezilen insanların ahlaki yapısında meydana gelen değişimler, onların daha sonraki sosyal değişimlerinden ve değişikliklerinden daha önemlidir. Çünkü onun hem psikolojik hem de sosyolojik anlamda gerçek kişiliğini ancak bu şekilde yakalayabilirsiniz Bugün özellikle 80 sonrası bütün "kurumsallaşmalarına" makamsal ve statüsel değişimlerine rağmen "İslamcılar" üzerlerinden bu psikolojiyi alamadılar. Şüphesiz bunun üst-kültür gruplarından kaynaklanan sebepleri olduğu gibi, kendilerinden kaynaklanan sebepleri de vardır. Nitekim kişiliklerinin oluşmasında aşırı belirleyici olan da bunlardır.
Türkiye'de 1920'li yıllarda ortaya çıkan köklü değişimler bu ülkede toplumsal ve bireysel yapısını dinin belirlediği insanları olumsuz yönde etkiledi Bu etkilenme sonucunda bu insanlar değişimlere ne bilgisel, ne ontolojik ve ne de eylemsel herhangi bir tepkide bulunmadılar ve sadece kendi kabuklarına çekildiler. Bu çekilmenin sonucunda hem yönetimlerin hem de kendilerinin kendilerine yaptıkları baskıların, birtakım psikolojik ve ahlaki sonuçlarının olacağı muhakkaktı. Nitekim 1950'li yıllarla birlikte sistem bu insanları ezan, Kur'an edebiyatı ile sahaya çekmeyi başardı. Ancak her şeye rağmen bu insanlar yine de belirleyici üst veya egemen kültürün temsilcileri olamayacak, yapılmayacaklardı; nitekim öyle de oldu. Sadece bu süreç eklemlenmelerini hızlandırdı. 5istem adeta 30 yıl CHP'yi öne sürerek DP'ye bu insanları mecbur etti.
60'lardan sonra aynı misyonu AP yaptı. 80'lere doğru ise belki bir şeylerin farkına varmaya başlayan alt-kültür grupları bir defa da 80'lerdeki Özal misyonu ile karşılaştı. Özal'ın özellikle dindar alt-kültür gruplarındaki etkisi Menderes'den daha çok oldu. Şüphesiz burada dünyanın genelindeki ekonomik, sosyal ve psikolojik değişimlerin belirleyici etkisi gözardı edilemez. Ancak yine de 80'lerden sonra "dindarlar" hem sosyolojik hem de psikolojik anlamda üst veya egemen kültür oldukları zannına kapıldılar. Bunun için de bakan olma, milletvekili olma, dini televizyon, banka ve gazetelerini dergilerini çıkarma "sivil" örgütlerini kurma gibi kazanımları oldu. Ancak bütün bunlarda egemen kültürün yani sistemin temel değerlerinde birleştikleri için yine de hangi makama gelirlerse gelsinler alt-kültür olmaktan ve alt-kültür psikolojisinden kurtulamadılar. Demokrasi, hümanizm dediler, tabii hukuk dediler, sivil toplumculuk katılımcılık, şeffaflık, bireycilik, devletin küçülmesi, sosyalizm, liberalizm dediler. Kısası, şahitliği, faizi, başörtüsünü, çok evliliği kutsal kitaplarından çıkardılar. Ama tüm yaptıklarına rağmen hem kendilerini egemen kültüre beğendiremediler hem de kendileri olmaktan çıktılar. Çünkü kendi değerlerine ihanet eden insanlara başka değerlere mensup insanlar niçin güvensinler.
Tartışırken, konuşurken, ortaya bir şey koyarken, kurumlaşırken, örgütleşirken hep egemen kültürün kendilerini ve yaptıklarını meşru kabul etmelerini beklediler. Bunun için de hiç bir zaman "belirleyen" olamadılar ve psikolojik tavır ve tutumları değişmedi. Dini ve onun değerlerini vahyi-nassi değil, sosyal bir biçimde algıladıkları için hep uzlaştılar, sekülerleştiler. İnançları ile ilgili haklarını bile demokrasi, liberalizm, insan hakları, evrensel hukuk ve özgürlükler çerçevesinde talep ettiler. Ancak sistemden, sistemin kendi unsurlarına ve öz evlatlarına yaptığı muameleyi, kendilerine yapmalarını da bekleme yanlışına düştüler. Sistem ise kendi açısından haklı olarak, kendisiyle uzlaşmaya çalışan bu insanlara öngördüğü entegrasyon sürecinde yapmaları gereken, yerine getirmeleri gereken şartları ortaya koydu. Çünkü sisteme göre kendi değerlerine uyup uymama konusunda eleştirilmek ve suçlanmak bazı bedellere bağlıydı. Dolayısıyla sistem kendi ilkeleriyle çelişkiye düşmek pahasına kendisiyle uzlaşmak isteyenlerden bu bedeli talep ediyordu. İslamcıların bir türlü anlayamadıkları veya anlamak istemedikleri nokta, sistemin kendilerini bir unsur, bir parça olarak kabul etmemesidir. Yine bu kabul etmeyişin arka planıdır. İslamcılar kendilerine güya yöntem olarak, köprüyü geçene kadar köprünün sahibine dayı demeyi benimsemişler ve söz-konusu değerleri bir araç olarak kullanmak istemişlerdir. Ancak kendileri araç olma tehlikelerini ve köprüyü geçme sürecinde köprünün sahibi gibi olup olmamanın risklerini düşünmemişler, hesabına katmamışlardır Demokrasi, özgürlük, liberalizm, insan hakları ve benzeri değerleri araç olarak kullanabilme durumuyla karşı karşıya gelen İslamcılar son olaylarla kendilerini ve kendi değerlerini araç durumuna getirmişlerdir. Nitekim bugünlerde söz konusu araçlara sık sık sığınmakladırlar.
Bilhassa son yaptırımlar neticesinde kendilerini "İslama" olarak tanımlayan insanların mahkeme karşısında, televizyon kameraları ve programları karşısında, birtakım makam ve mevkilerde gösterdikleri tutum ve sergiledikleri tavır, içinde bulundukları ruh hali ve alt-kültür olmaktan bir türlü kurtulamayışlarını bir kez daha gösterdi. Kendi nefislerinde İslam'ı belirleyici unsur yapamayanlar, bunu içinde yaşadıkları zaman ve mekanda elbette hiç yapamayacaklardır. Savundukları fikirlerini, benimsedikleri görüşlerini, inandıkları değerleri açıkça, mertçe müslümanca savunamayan ve sistemin tabularına dokunmadığını ispat için büklüm büklüm olan insanların psikolojilerini neyle izah edebilirsiniz? Ne idüğü belirli veya belirsiz, "çeşitli" maharetleri olan televizyon sunucularının karşısında inandığını söylediği değerleri savunamayan, karşısındaki sunucuyu bile ne müslüman olduğu ne de ondan olduğu hususunda ikna edemeyen insanları sadece takiyye kavramı ile açıklayabilir misiniz?
Müslüman olduğunu, şeriata bağlı olduğunu, yürekli bir şekilde ortaya koyamayan insanlar mağlup olmuş bir kültür ve medeniyeti diriltemezler. Onu bırakın egemen kültür ve hayat tarzı, karşı kültür haline bile getiremezler. Nitekim İslam'ın diğer İslam ülkeleri ve Türkiye'de karşı kültür haline bile gelememesinde İslamcıların içinde bulundukları bu durumun belirleyici etkisi vardır.
Alt-kültür psikolojisine sahip insanlar kendilerine sunulanı kabul ederler, kabul etmek zorundalar. Çünkü üreticilikleri, "yaratıcılıkları" yoktur. Uzlaşmaktan ve içinde bulunduğu anı benimsemekten başka çaresi ve çıkar yolu yoktur. Köle ahlakı, her şeyle uzlaşma ve her şeyi hoş görme temel özellikleridir. Karşı kültür psikolojisinde olan insanlar ise üreticidir, sürekli düşünür; isyan ahlakına sahiptir, muhalefet etmeyi, kendini diri tutmayı iyi bilir. Kendisinin belirleyici ve egemen olması gerektiğini çok iyi bilir ve bunun için içinde yaşadığı sistemle kesinlikle uzlaşmaz.
Dolayısıyla müslümanım diyebilen insanlar sistemin kendisiyle uzlaştığı ya da uzlaştırıldığı noktaları değil, uzlaşmadığı noktaları öne çıkarmalıdır. Bu şüphesiz karşı kültür olabilmesinin ilk şartı olacaktır. Sistemin temel kurumlarına kendini müslüman olarak tanımlayan insanların geçmesiyle veya gelmesiyle sistemin müslümanlaşacağını, İslamlaşacağını zannetmek aptallıktır. Aksine pratik; bu yolla müslümanım diyen insanların dünyevileştiğini göstermekledir. Söz konusu İslamcılar demokratik şartların ve özgürlüklerin kendilerinin kısmen işlerine yaramasını öylesine kanıksadılar ki, adeta İslam'ın demokratik parlamenter bir ülkede halkın tercihi ve seçimler sonucunda gerçekleşebileceği zehabına kapıldılar. Bilhassa 50 sonrası değişimler ve 80 sonrası oluşumlar, onların bu zehaplarını iyice güçlendirdi. Ancak aynı İslamcılar, kendilerinin sistem tarafından istismar edildiklerini, kullanıldıklarını pek fazla akıllarına getirmediler. Hatta kendilerinden önce sosyalistler ve milliyetçilerle ilgili sistemin tercihleri, tecrübeleri ve örnekleri olmasına rağmen. Kuşkusuz bu akla getirmeyisin yine en önemli sebebi, kısmi egemenliğin ve sahip olmanın İslamcılara sağladığı suni kazanımlar ve beklentilerdi. İslamcılar bireysel ve grupsal kazanımlarının nefisleri üzerindeki etkisini bile kıramadılar. Meşin ve kadife koltuklar, altın uçlu kalemler ve saatler, makam arabaları, ikametlerine ayrılmış meskenler ve tatil merkezleri, uçaklı-helikopterli eğitim seminerleri ve konferans gezileri, İngiliz kumaşından elbiseler, nescafe ile kafa dinleyip, cola ile ferahlamalar, İslami [!] mayo ile (haşema) serinlemeler, vs. İslamcıları cezbetti. Dolayısıyla bu cezbediş onların mevcut kazanımlarını ve konumlarını meşrulaştırmaları yönünde bir yöntem ve ahlâk geliştirmelerine sebep oldu. Ondan sonra da olanlar oldu
Her şeye rağmen biz hâlâ bazı İslamcıların "sözleşme"den dem vurmasını, demokratik değerleri ve demokratik ortamı müslümanlar için uygun görmesini, sürekli yükselen değerlere sarılmasını söz konusu alt-kültür psikolojisinin dışa vurması, yansıması olarak görüyoruz. Dolayısıyla bugün artık İslamcılar siyasal, bireysel, grupsal tecrübelerini toptan gözden geçirmeliler. Bütüncü olamayışlarında teorideki ve pratikteki eklektik tutumlarının önemli payı var Öyleyse yarım oluşların, alışkanlıkların, basit kazanımların İslamcılar tarafından terk edilmesi, sosyolojik ve psikolojik anlamda alt-kültür konumundan kurtulabilmelerinin bir başlangıcı olabilir. Pratikte daha karşı kültür konumunda bile olmayan İslamcıların ve onların birikimlerinin sisteme alternatif olabilmesi mümkün değildir; veya sistemin herhangi bir sebeple çözülmesinden sonra İslamcıların belirleyici konuma gelmesi bile onların kısa sürede tıkanmalarını engelleyemeyecektir. Çünkü müslümanlar için iktidara gelmek, belirleyici olmak, egemen olmak amaç değil, sadece bir araçtır.