İslamcılar, Sol ve Sağ

Abdülvahap El-Efendi

Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu'nda "İslam köktenciliği" (Islamic Fundamentalism) Üzerine gerçekleştirilen ve son zamanlarda çokça rastlanan seminerlerden birinde, okul profesörlerinden A. K. Lambton, İslam köktenciliğinin ve hatta İslam'ın kendisinin tutuculuğa (conservatism) doğru bir eğilimi olduğu fikrini ileri sürdü. İslam "vahyi bir ideoloji" olarak, kendiliğinden tutucudur ve çeşitliliği (heterodoxy), yaratıcı yorumu ve yeni normları genelde menederek insanları ebedi yanılmaz metinlere yönlendirir. İslam'ın tutuculuğu desteklediği iddiasında yeni hiç bir şey yoktur. Bu iddia son yarım yüzyılda bütün bir İslam alemini laikliğe sürükleyen tartışmanın temelini oluşturmaktadır. Sömürgecilik altında palazlanan Batı'dan etkilenmiş seçkinler ve beraberinde gelişen Batılılaşma akımı, geleneksel İslami otoritenin kendilerinin modernleşme ve ilerleme planları için engel teşkil ettiğini tartışma konusu yaptılar ve İslam'ı saf dışı etmekte de bir ölçüde başarılı oldular. Bu olgu İslamcı hareketin gerçekte İslam toprakları üzerindeki statükoya karşı bir hareket olduğunu ortaya koyuyor. Lambton'un tezini kabul edersek, tam bu noktada "statükoya karşı şiddetli bir şekilde mücadele eden tutuculuk" paradoksu ile karşı karşıya geliriz. Ama sorun bu kadar basit değil.

Çağdaş İslami hareket, 1870'lerde Cemaleddin Afgani'nin aktivizminde ifadesini buluşundan beri, özünde düzen karşıtı (anti-establisment)dır. Batı hegemonyası altındaki uluslararası düzene olduğu kadar, liyakatsiz Müslüman yöneticilere de karşıydı. Fakat bu aşamada bile tutumu bulanıktı. Afgani, birçok Müslüman yöneticiyle işbirliği yaptı ve hatta İngiltere'yle bile diyalog zemini aradı. Hareketin devamını sağlayan öğrencisi Abduh ile Afgani'nin yolları, Afgani'nin devrimci yaklaşımı yüzünden önceden ayrılmıştı. Abduh, Afgani'ye sürdürdükleri mücadelenin sonuçsuz olduğunu söyledi. Abduh-Afgani ikilisi ve arkadaşlarının birçok Müslüman yöneticinin düşmanlığını kazanması ve İngiltere'nin dergileri Urvetu'l Vuska'nın yayınını Hindistan ve ondan önce de Mısır'da yasaklamasından sonra çıkış yolları tıkanmıştı. Abduh, gelecek vadeden on öğrenci bulup, onlara kendi düşüncelerini aktarmayı önerdi. Grubun zaman içinde geometrik olarak artacağını umuyordu. Afgani, Abduh'u yılgınlıkla suçladı ve ilgisini kesti. Abduh 1905'ten ölümüne kadar Suriye ve daha sonra Mısır'da kendi eğitim yaklaşımını uyguladı.

Abduh, Mısır'ın asıl yöneticisi Lord Cromer'le bile uzlaştı, fakat buna rağmen Vakıf fonları konusundaki tasarılarını kabule yanaşmadığı için Hidiv'in düşmanlığını kazandı. Öğrencisi Reşid Rıza, Abduh'a onun Afgani'ye Sultan Abdulhamitle ilişkisi ile ilgili ettiği tavsiyeyi tekrarladı: Neden kendisinin (Abduh'un) eğitim ve cami yönetimi konusunda tasarladığı uzun dönemli reformları gerçekleştirmek için desteğini kazanmak amacıyla kralla böyle önemsiz konularda uzlaşmayalım? Abduh bu tutumu, Afgani'nin yapabildiğinden daha fazlasıyla kabullenemezdi: Açıkçası bir köktencinin ötesine geçemeyeceği bir sınır vardır. Buna rağmen bu sınırın nerde çizileceği konusu zengin bir karmaşa kaynağı olarak durmaktadır.

Bu yüzyılda ortaya çıkan iki ana İslami hareket (Hindistan'da Cemaat-i İslami ve Mısır'da İhvan-ı Müslim'in) bu bulanık mirası devraldı. Müslümanların bulundukları siyasi ortamı değiştirebilecek duruma gelmelerinden önce eğitilmeleri gerektiğine dair Abduh'un inancını ve öte yandan da Afgani'nin bu ortam ile olan karşıtlığını taşıyorlardı. Fakat mesele eğitimin düzeni devirmekten ayrılamayacağı gerçeği ile daha da karmaşık bir hal alıyordu. Eğitmek için statükoya karşıt konum almak gerekir, bu ise onunla savaşa girmektir.

İhvan 30'ların ortasında siyasi arenada boy göstermeye başladığında, genç kral Faruk'un 1936'da krallığa yükselişi için birçok Mısırlı'nın taşıdığı kuvvetli hisler; paylaşıyordu. Mısırlılar için bu yeni bir altın çağın işaretiydi. Bu ihvan için dahi fazla bir anlam taşıyordu. Çünkü Ezher'in kurucusu Şeyh Mustafa Meragi ve dahi sonra başbakan olan Ali Mahir, Kralın en yakın danışmanlarındandı. Bu iki isim de İslamî hareketin amaçları için sempatileriyle tanınan saygıdeğer şahsiyetlerdi. Fakat Kral, herkesi hayal kırıklığına uğrattı. İhvan'ın desteklemesi ve yaptıklarını alkışlaması olgusu daha sonra karşıtlarınca hareketin tepkisel karakterinin kanıtı olarak değerlendirildi. Bu olayı basite indirgemektir, sadece suçlama Nasırcı devrim döneminin rahat bakış açısıyla yapıldığı için değil. Hasan el-Benna, Kral'ın bir gün ıslah olacağını umuyordu ve son günlerine; kadar majestelerinin huzuruna kabul edilmek için uğraşmıştı. Fakat yine de hareketin iç dinamiklerinin onu Faruk dönemi Mısır'ında devrimci bir güç, belki de varolan tek gerçek devrimci güç yaptığı gerçeği değişmemektedir. Benna 1949'da Kralın kendi verdiği bir emirle şehit edildi.

Hareket daha ilk başlarda, rakip bir gruptan (sonradan Sosyalist Parti olan; Genç Mısır Partisi) militanların içki stoklarını Şeriat'ı uygulamak amacıyla yakıp yıktıklarında ve İhvan'a kendilerini takip etmeleri için meydan okuduklarında, devrim konusu üzerinde bunalımlar yaşadı. Benna, takipçilerini bu yaklaşımın faydasızlığı konusunda ikaz etti. Ama tartışma Shabab Muhammad (Muhammedi Gençlik)'i kuran radikal bir grubun kopuşuyla noktalandı. Bu olay 1937'de meydana gelmişti, fakat radikal grup bir devrim yaratmaktan çok uzaktaydı ve kayıplara karıştı. Bununla beraber hareketin ana kolunun radikalleşmesi, Filistin meselesinin hareketi, daha sonra gücünü İngilizlere karşı ve onları desteklemekle suçlananlara karşı olduğu kadar, yerli Yahudilere ve Mısır'daki yabancı hedeflere karşı da kullanması için yönlendirilen gizli bir askeri kanat kurmaya itmesi ile gerçekleşti. Hareket için bu plansız karşılaşmanın bedeli bozgun oldu. Ayrıca bu olay İhvan'ın ateşli savunuculuğunu yaptığı 1952 devrimine hız veren bir katalizör işlevi de gördü.

Devrime kadar ihvan ahlaki değerlerin çöküşünü ve ekonomideki yabancı kontrolü yenmekten başka, toplumsal sorunların pek bilincinde görünmüyordu. Toplum içindeki diğer güçlerle ittifaklarını sadece onların İslami açıklamaları üzerine kuruyordu. 1946'da rağbet görmeyen İsmail Sıdki rejimini yalnızca bazı İslami reformlar yapmaya söz verdiği için desteklediler. Fakat rakip futbol taraftarlarının kendi takımlarını desteklemelerinden daha mantıklı olmayan nedenlerle halkın desteğine kesin olarak sahip bulunan Wefd Partisi'ne karşı mücadele ettiler. Özel olarak toplumsal kimliklerini belirleme ya da politik bir seçim yapmayla ilgili görünmüyorlardı. Şu veya bu İslami amaca göstermelik bir hizmette bulunduğu ve İngiliz işgaline karşı sert bir tutum takındığı müddetçe destekledikleri kişi veya yönetimin halk desteğine sahip veya müfsid çevrelerin desteklediği meşruluğunu yitirmiş biri olması fark etmiyordu.

Fakat Suriye'de durum Mısır'dakinden farklıydı. İhvan burada 1940'ların sonundan itibaren oldukça militan bir toplumcu tutum takındı. Popülistler ve Batı'yla işbirliğine karşıt sol gruplarla ittifak kurdu. Suriye ihvan liderlerinden Mustafa Mübarek, hareketlerinin "İslamcı Marksizm'i" savunduğunu söyleyecek kadar ileri gitti. 1949'da İhvan, İslamcı Sosyalist Cephe'yi kurdu ve Batıya karşı savaşta öncülüğe devam etti. Bu durum 1959'da Suriye İhvan'ının lideri Mustafa Sıbâi'nin bir müddet İslamî hareket üzerinde etkisini sürdüren "İslam Sosyalizmi'" adlı kitabının yayınıyla zirveye ulaştı.

Sudan'da harekete hakim grubun kurucusu, komünist olmasının Allah'a inanmamayı gerektirdiğini öğrendikten sonra partiyi terkeden eski bir komünistti. Bu yüzden hareket daha başından radikaldi.

1949'da kurulan grup içinde, 1953-1954'de çatlama baş gösterdi. Aynı yıl radikaller dışlandı. Asıl kurucu Babikir Karrar, radikallere el-Cemaa el-Islamiyye'yi kurmak için öncülük etti. 1965'te grup Sudan politikasında çok az etki uyandıran İslamî Sosyalist Partiyi kurdu. 1970'lerde grup üyeleri, Karrar dahil, Kaddafi'nin İslamcı Sosyalizm'ini formüle etmede önemli rol oynadıkları söylenilen Libya'ya gittiler. Sudan İhvan'ının ana gurubu ise yavaş yavaş radikal sosyalist geçmişini İslami olduğu düşünülen orta yolu benimseyerek terk etti.

Ürdün'de kral karşıtı ayaklanmacılar olarak başlayan İhvan kısa sürede hareketin liderine 1957'de başbakanlık sunulacak derecede Haşimi ailesiyle uzlaşma içine girdi. Radikal karşıtların eline İslamcıların tutucu ve tepkisel karakterine saldırmak için malzeme veren benzer bir uzlaşmaya da Körfez kralları ve İhvan grupları arasında varıldı. Bununla birlikte, bu durumu anlamak için buna yol açan süreci kavramak gerekmektedir.

Her şey 1952 devrimiyle Mısır'da başladı. Bu İhvan radikalizminin doruğuydu. Bundan önce İhvan, Yemen'de kısa ömürlü Şubat 1948 devriminin aktif savunuculuğunu yapmış, ayrıca birçok İhvan üyesi Filistin'deki savaşa gönüllü olarak katılmıştı. Fakat 1952'de gerçekleşen şey, birçok İhvan üyesi için nihai bir zafer ve uğrunda mücadele ettikleri düzenin gelişi olarak algılanıyordu. Fakat çok kısa bir zaman sonra genç subayların düşmanlığının açığa çıkmasıyla, 'zafer' buharlaşmaya başlamıştı. İhvan'ın tarafını tuttuğu, General Necib bile sonradan itiraf ettiği gibi, İhvan'ın tasarılarını paylaşmıyordu. Böylece durum Nasır-Necib kavgasında dahi hangi taraf kazanırsa kazansın İhvan'ın aleyhinde olacaktı. Bilindiği gibi, zorlu iki düşmanı kendisine karşı bir darbe komplosu düzenlemekle suçlayarak maharetle iki taraftan da kurtulan, Nasır oldu. Ekim 1954'deki bu kader anı İhvan'ın sürgündeki uzun yıllarının habercisiydi.

Daha sonraki gelişmelere Nasır-İhvan karşılaşması şekil verdi. İhvan ilk önce Ürdün, Suriye ve Körfez ülkelerine sığındı. 1958'de ilk önce Suriye'nin Nasır önderliğindeki Mısır'la birleşmesi ve 1963'te de Baasçı radikallerin iktidara gelişiyle İhvan'ın oradaki varlığı tehlikeli bir hal aldı. 1962'de Sıbâi'nin halefi olan Issam Attar'ın liderliği altında, Suriye İhvanı radikal sosyalist geçmişinden uzaklaştı ve kendilerine şehirli sünnî temellerinde meydan okuyan Nasırcılığa olduğu kadar Baas'a ve diğer sol güçlere de karşıt tavır aldı. Başka herhangi bir yerdeki İhvan için olduğu gibi onlar için de tek açık sığınak Körfez krallıkları ya da Batı yanlısı Lübnan'ın liberal demokrasisiydi. İlk olarak şartların gerektirmesiyle ortaya çıkan bu ittifak, daha sonra hareketin bilinçaltında silinmez izler bırakacaktı. Altmışların ortasında Demokratik Sudan'da İhvan'ın o dönemde ki nadir yayın organlarından birinde bir yandan liberal demokrasiden övgüyle ve Suudi Arabistan Kralı Faysal'ın pan-İslamcılık politikasından sitayişle söz eden sesler duyulurken, bir yandan da komünist yanlısı askeri diktatörlerden başlayıp, İslam sosyalizmine kadar uzanan eleştiriler duyuluyordu. Süreç Seyyid Kutub'un İslam'a herhangi bir dış katkıyı radikal reddi ile ivme kazandı. Kutub'un yazdığı gibi, İslam'ı başka herhangi bir dünyevi ideolojiye benzetmeye çalışmak gereksizdir. Hareketin söylemine İslami mesajın eşsizliği hakimdi. Bu, İhvan'a, kapitalizm ve sosyalizm arasından bir seçim yapma durumundan kurtulma imkanı verdi, özelde ise onları, Nasır'ın anti-emperyalist pan-Arapçılık politikasını desteklemek zorunda olma sıkıntısından, ya da popülerliğine rağmen karşıt olmaktan kurtardı.

Nasır dönemi, İslamcı hareketin saflarında büyük bir karışıklık yarattı. Nasır'la anlaşmazlıklar genelde onun İngiliz işgaline ılımlı yaklaştığı iddiası üzerine yükseldi. 1954'de asker çekme konusunda imzalanılan antlaşma İhvan'ın yeni lideri Hasan Hudeybi tarafından İngiltere'ye savaş durumunda yeniden işgal hakkı verdiği için geçersiz ilan edildi. Fakat 1954'de Nasır'ın Batı karşıtı kesilmesinin ardından çok geçmeden hapse tıkılanlar da yine İhvan üyeleri oldu. Bu İhvan için üzerlerindeki sıkı tedbirden daha yaralayıcıydı. Birçokları, hapishaneden Fransız-İngiliz-İsrail saldırısına karşı 1956 savaşına gönüllü katılmak istediklerine dair haber gönderdi. Nasır'ın gizli polisi, onun devrimci amaçlarına bağlılığı sağlamak için hapishanedeki İhvan'lıları baskı altına alarak insafsız bir psikolojik saldırı başlattı. Karmaşık bir hal alan durum üç yönlü bir bölünmeye yol açtı: Liderlerinin Nasır'a karşıtlığının hikmetini sorgulayan genç radikaller Nasır'a bağlılıklarını bildirdiler ve ardından serbest bırakıldılar. Fakat 1937'deki selefleri ve sonraki radikaller gibi bunlar da hareketin sonraki gelişimi üzerinde bir iz bırakmadılar.

Etki iki akım arasında bölündü: Herhangi bir uzlaşmaya direnen ve Hudeybi'nin safında yer alan eski liderler ve Seyyid Kutub'tan etkilenen ultra-radikaller. İkinci akım sadece baskıcı Nasır diktatörlüğünü değil, bu vahşi rejime tahammül eden, hatta onu alkışlayan toplumu da kıyasıya eleştirdi. İslam'ın ondan tamamen yoksun olan bu topluma yeniden sunulması gerektiğine inanıyorlardı. Kutub için sol-sağ, radikal-muhafazakar, ilerici-gerici sorunsalı hiç bir anlam ifade etmiyordu. Kutub, insanları her şeyi reddedip yeniden başlamaya çağırıyordu.

Kutub'la birlikte İslamcıların kendilerini "İslami sosyalizm", "demokrasi" vb. ile tanımlamayı, saf İslam adına terk ettikleri bir dönem başladı. Fakat bu, teoride kaldı. Pratikte ise bu, Arap ve Müslüman siyasetindeki sağ ile aynı eksende olmak anlamına geliyordu. Bu yıllarda Orta Doğu'da ki krallıklar sosyalizmin 70'lerin başlarına kadar süren duraksız gelişiminden dolayı savunmadaydı. Arap ülkeleri radikalizmin karsı konulmaz yürüyüşüyle karşılaşınca, İslamcılar kendilerini dar bir köşeye itilmiş buldular. Bulabildikleri tek destek ve sığınak muhafazakar krallıklardandı.

Endonezya'da Sukarno'nun radikal rejimiyle eş zamanlı olarak Komünist Partisi'nin de çöküşü İslamcılara sevinmek ve umutlanmak için zaman ve sebep verdi. Suriye ve Mısır radikal rejimlerinin uğradıkları Haziran '67 bozgunu da haklılığın bir kanıtıydı. Nasır'ın silahı geri tepmişti ve şimdi İhvan onu iç rahatlığıyla mahkum edebilirdi. Fakat Nasır, moral destek için insanları İslam'a dayanmaya iterek İslami temaları politik söylemine kattı. Ama bu yalnızca İslama cazibeyi kuvvetlendirmeye yaradı.

Yine de İslamcıların daha, çok yol alması gerekiyordu. Suriye'deki Baasçı rejimin oturması, Irak'taki Baasçı darbe gibi çok yakındı. Sudan'da Moskova destekli solcu rejim İhvan üyelerini hapsetti ve Körfez ve Avrupa ülkelerindeki İslamcı sürgün sayısını arttırdı. 1971'de Pakistan'da, Doğu Pakistan'ın ayrılmasının getirdiği yaranın ardından iki bölgede de solcu rejimler iktidara geldi, İslamcılar ikisinde de tedirgindi, hatta Zülfikar Ali Butto'nun radikal programı için İslami sembolleri ödünç almasına rağmen. Sonuç olarak 70'li yılların başı İslamcılar için her yerde şer güçlerin kuvvet kazandığı karanlık yıllar olarak görünüyordu.

Fakat hemen bu karanlık tünelin sonunda bir ışık vardı. 1970-71'de Nasır'ın ölümünün ve mirasçılarının tasfiyesinin ardından İslamcılar nefes alacak bir ortam buldular. Nasır'ın halefi Sedat, petrol zengini Körfez ülkeleri ile yakın ilişkiler kurdu. Bu durum İslamcıların patronu olmuş bu ülkeler Sedat ve İslamcıları birbirine yakınlaştırma fırsatı verdi. Fakat Sedat'ın kısıtlı liberalizmi yalnızca yekpare bir İslami hareket için değil ama aynı zamanda bir kısmı da Sedat'a muhalif farklı gruplara da ortam hazırladı. 1971 aynı zamanda Komünistlerin komşu Sudan'da güç kavgasını kaybedişine de tanıklık etti.

70'li yıllar Sol'un İslam aleminde bütün cephelerde geri çekilişine de şahitlik etti. Ekim 1973 savaşı ve sebep olduğu petrol krizi Sedat'ın Körfez'deki muhafazakar yandaşlarının itibarını artırdı. Esat'ın yönetimi altındaki Suriye bile sosyalizmden bıkkınlık işaretleri gösteriyordu ve yavaş fakat sağlamca ekonomisini liberalleştirmeye çalışıyordu. Mısır'ın başını çektiği politika, daha sonra Sudan, Irak ve Cezayir'e de sıçrayacaktı. 1971'de Cemaat-i İslami'nin öncülük ettiği ajitasyonlar sonucu Butto devrildi. Aynı yıl Sudan'da ihvan dahil karşıt liderlerin katıldığı bir Milli Uzlaşma Hükümeti kuruldu. Cemaat-i İslami üniversitelerde üstünlük kurmaya çalışırken, Mısır'da ihvan ihtiyatlı bir uyanışa öncülük ediyordu.

Fakat çok geçmeden olayları kötü gitmeye başladı. Sedat, 1977'de Kudüs'ü ziyaretiyle ve bundan da önce 1974'te ve 77'nin başlarında Müslüman radikallerle çatışmalar sonucunda kendisini İslamcılarla bir çatışma ortamına soktu. Cemaat-i İslami'nin Ziya ül-Hak'ın askeri rejimiyle kurduğu ittifak bir takım problemler doğurdu. Ayrıca hareketler kendi içlerindeki radikallerin liderlerinin uzlaşmacı tutumuna karşı koyması dolayısıyla iç problemlerle karşı karşıya gelmeye başladılar.

Ve, İslami hareketlerin çevresini kökten değiştiren İran İslam Devrimi. Bu 1981'de Sedat'ın radikal İslamcıların elleriyle ortadan kaldırılışı ile birlikte İslam dünyasında politik söylemin mahiyetini değiştirdi. Yaklaşık 30 sene mili söyleme hakim olan solcu devrimciler yetersizliklerini ve başarısızlıklarını itiraf etme ve Müslümanların örneğine hürmet gösterme konumuna geldiler. Devrim ayrıca İslami söyleme anti-emperyalist ve Batı karşıtı radikal hisler kazandırdı. İsrail ve Amerika'ya karşı hayrete şayan zaferleri Ümmet'e çok zor zamanlarda yeni bir soluk getiren Lübnan'daki radikal İslami gruplar da devrimden etkilendi.

Bu olgu İslamcıların gündemine cevaplandırılması gereken çok önemli soruları beraberinde getirdi. Soruların ve cevaplarının doğası Tunus'taki İslamcı hareketin söyleminde ve İran'da yıllardır süren İslami bir düzende devletin ekonomideki rolüyle ilgili tartışmada görülebilir. İslami Yöneliş Hareketi 1978'den beri toplumun karşılaştığı somut ekonomik, sosyal problemlere nasıl tepkide bulunmak gerektiği sorusunu araştırdı. Ve Müslümanların sömürü ve ekonomik eşitsizlik gibi konularda bir tavır takınması gerektiği sonucuna vardı. Ekonomik olarak mahrum sınıfların lehine radikal bir solcu tutum takındı.* İran'da benzer bir tartışma İmam Humeyni'nin ekonomide devlet müdahaleciliği çözümüyle son buldu. Milli İslami Cephe tarafından öncülük edilen Sudan'daki İslamcı hareket (İran dışındaki en büyük İslami kitle hareketi ve en detaylı somut programa sahip olanı) içinse cevap Tunuslu meslektaşlarının cevabına yakındı. İslamcıların geri kalan kısmı içinse, cevaplamak bir yana, henüz sorunun açıkça ortaya konulduğundan bile söz etmek mümkün değil.

Tunuslu durum ve Kutubcu reddiyecilik uçları arasında, birçok görüş farklılıkları mevcut. İnsanlar sosyal adalet, demokrasi, eşitlik, zulme karşıt tavır alma, yabancı hakimiyeti ve toplumsal ve siyasal daha birçok değerlerden söz ediyor. Fakat sorun bu noktada başlıyor, bu sorunlarla uğraşmalı mıyız? Ve neden; Kutub'la birlikte mevcut toplumun sorunları bizi ilgilendirmez, çünkü onlar İslami olmayan toplumların problemleridir, ki planladığımız toplumda asla bu tür sorunlarla karşılaşmayabiliriz, demeyelim? Fakat şurası açık ki, bu konularda sessizlik başlı başına bir kabullenmedir. Müslüman olmayanların bile bu konuda ayağa kalkmaları beklenirken, bir kimse Filistin sorunu hakkında İhvan'ın Filistin kolu ile birlikte bu gelecekte bir İslami devletin sorunudur deyip sessiz kalabilir mi?** Nasıl olur da İslamcılar İslami bir görev olan kötülüğe karşı direnmekle, sessiz kalmayı uzlaştırabilirler? Müslümanları birçok konuda seslerini yükseltebiliyorlar, öyleyse hangi konuda sessiz kalınılacağına nasıl karar verilecek?

Yukarıda kısaca gözden geçirdiğimiz İslamcı hareketin tarihine bir göz atarsak, görürüz ki, onların sessizlikleri ve hatta bildirileri muhafazakar güçler lehine işledi. Bu bir suçlama değil, zira İhvan'ın Kral Faysal'ı desteklediği ve Nasır'a karşı olduğu -ki ikincisi zulmederken, birincisi onları destekliyordu- için suçlanamaz. Fakat sorun şu: bu bilinçli bir seçim miydi yoksa şartlar mı onları buna itti? İslamcılar oturup bu politikayı tasarladılar mı yoksa ehven-i şer tercihi mi yaptılar?

Prof. Lambton'un ortaya koyduğu İslam'ın muhafazakar yapısı ile ilgili iddiaya dönersek, soru muhafazakarlıktan kaçınılarak cevaplandırılmalıdır. İslam değişimi engelleyici bir güç olarak davranmıştır. Fakat, çağdaş İslami hareketin düzen karşıtı bir rakip olarak sola karşı mücadele etmiş olması ve diğer taraftan düşmanlarının muhafazakar düşmanlarıyla taktik ittifaklar yapmak zorunda kalmış olması nedeniyle, bu tavır alış siyasal koşulların bir sonucudur, doğrudan İslam'la bir ilişkisi yoktur. Koyu sosyalist olarak başlayan Suriye İhvanı Hafız Esad'ın ılımlı sosyalist rejimiyle yaşam mücadelesine girerek noktalandı. Fakat Suriye Baasçılarının düşmanı olan Saddam Hüseyin'in Baasçı rejimiyle ittifaka girdi. Eğer Ürdün İhvan'ı Kral'a karşı savaşmış olsaydı, muhtemelen Suriyeli Baasçıların yardımına başvuracaktı. Bunun yerine, kendi ülkelerinin lideriyle uzlaşmayı seçerek Kaddafi ile ittifaklarına son veren Sudan İhvan'ı gibi, onlar da kendi ülkelerindeki şeytanı seçtiler. Malezya'daki İslami Gençlik hareketi, Kuveyt, Katar ve diğer Körfez ülkelerindeki gruplar da aynı yolu izlediler.

Yine de soru cevaplandırılmış değil. İslamcı hareket tabiatı itibariyle sol karşıtı mıdır? Bu kısıtlı zamanda soruyu cevaplandırmak iddiasında değiliz. Fakat bir kaç noktaya temas edebiliriz. İlk olarak Suriye, Tunus ve Sudan İslamcıları'nın deneyimleri sol kanat ve İslamcı temalar arasında mümkün bir senteze yönelik, Kaddafi'ninki de dahil böyle hiç bir sentez görünür, makul bir başarı kazanmamasına rağmen. İkincisi, sosyalizm İslam ülkelerine Komünistler ve İslam'a bakışı şüpheli olan Müslüman olmayanlar tarafından ileri sürüldü. Sosyalizmi din karşıtı felsefi temelinden ayırmak mümkün değildi ve hala öyle. Üçüncüsü, muhafazakar ülkeler İslami gaye ve ilgi olarak kavranılan şeylere bir çok kaynak adarken, Solcular küstah bir din karşıtı tavır takındılar. Bu onlara birçok yenilgi ve başarısızlığa mal oldu. İran bu durumu tersine çevirdi, fakat çok geçmeden dışarıda anlamlı bir etki yapmasını kısıtlayan mücadeleler içine sokuldu. Ve ondan sonra bile İran siyasi radikalizmine rağmen toplumsal konularda oldukça muhafazakar kaldı.

Nihai soru İslamcıların tavırlarını değiştirmelerine yol açacak yeni şartlar için değil her türlü şartta takınabilecekleri bir tavrın arayışı olmalıdır. Kendilerini şu veya bu diktatörün vehimlerinden kaynaklanan düşüncelerine yaklaşmak zorunda olmaktan kurtaracak, İslam'ın gerçek hükümlerini yansıtan ahlaki bir tavır. Sorun budur!

Dipnotlar:

*- El-Efendi'nin sol ve sosyalizm kavramlarını kullanırken bu kavramların ideolojik yapısından çok, teknik anlamlarına ağırlık verdiği görülüyor. Bununla birlikte -kapitalizm, sağcılık, demokrasi, liberalizm v.b.- sol ve sosyalizm kavramları da temelde ideolojik içeriğe sahip kavramlardır ve içeriklerinden mutlak olarak yalıtılmaları söz konusu olamaz. Bu noktada İslam'ın, mustazaf-müstekbir ikileminde tercihini mustazaflardan yana yapmış olması ve İslami adalet kavramının en genelde uluslararası ilişkilerden üretim ilişkilerine kadar uzanan geniş bir sosyal alanı kapsaması olgusunu yabancı ideolojik kavramlarla ifade etmek sentezci (müşrik) anlayışları çağrıştırır. (Dünya ve İslam)

**- FKÖ'nün kuruluşu öncesi dönemdeki tartışmalara ve sonrasında silahlı mücadeleye yaklaşımı açısından İhvan'ın tutumu eleştirilebilir. Fakat özellikle iki yıldır aralıksız devam eden İntifada ve Hamas'ın İntifada içindeki seçkin konumu göz önüne alındığında, El-Efendi'nin İhvan'ın Filistin kolunun Filistin sorununda sessiz kaldığı seklindeki yargısının kesinlikle haksız bir suçlama olduğu görülmektedir.