Son günlerde İslam, demokrasi, laiklik, sivil toplum vb. kavramlar sık sık bir arada tekrar edilir oldu ve gündem oluşturmaya başladı. Gerek politik çevreler arasında gerekse medyada, bu kavramlar geçidini sık sık görebiliyor ve duyabiliyoruz. Daha önce, bu denli gözle görülür bir niteliğe sahip olmayan, laik çevrelerin İslam'a olan ilgileri artık, kamuoyunu da etkiler vaziyete gelmiş bulunmaktadır. Tabii bunun bir takım önemli nedenleri var. Bir kere, her şeye rağmen dünyada gelişen İslami uyanışın ve yükselişin tezahürleri görmezden gelinemiyor. Özellikle Sovyetler Birliği ile sembolize edilen Sosyalist Blok'un çökmesinden sonra, yeryüzünde İslam'ın tek alternatif hale gelmesi, laisizmin nerede olursa olsun gözlerini kapatamayacağı bir olgu durumunda. Tam İran İslam Devrimi'nin yankıları kulaklardan silinirken Cezayir olayının yaşanması, herkes tarafından İslami yükselişin kaçınılmazlığı olarak algılandı ve yeniden pekişti. Tabii Cezayir olayı İran'a pek benzemiyordu. Demokrasi, insan hakları vs. derken Müslüman iradenin askeri cunta tarafından ilga edilmesi, demokrasi ve insan haklarının yalnızca laisizm ve kapitalizm taraftarları için söz konusu edildiğinin belgelenmesi, laik ve demokrat çevreleri oldukça zor duruma düşürmüştü. Türkiye düzleminde olaya baktığımızda Kemalizmin, büyük bir kriz içine girmiş olmasına rağmen hala mevcut sistem için tek resmi alternatif durumunda bulunması; aydınların ve gençlerin artan bir devamlılıkla İslami bir kimliği benimseme olgusu ve temayülleri, yine böyle bir gündem oluşturmanın gerekçelerini ortaya koymaktadır. Özellikle son belediye seçimlerinde Refah Partisi'nin üstelik İstanbul gibi bir bölgede birinci parti konumuna yükselmesi Türkiyeli ve hatta Batılı laik çevrelerin ilgi odağım oluşturdu.
İşte tüm bunlar artık somut bir takım adımların atılmasını, kamuoyunun gelişen olaylar karşısında bilgilendirilmesi ve aydınlatılmasını gerekli kılıyordu ve halen de bu gereklilik sürmektedir.
Bu çerçevede 27-28 Kasım 1992 tarihinde Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı [TÜSES] ile Friedrich Ebert Vakfı'nın The Marmara Oteli'nde ortaklaşa düzenledikleri "İslam ve Demokrasi" konulu uluslararası bir konferanstan söz etmek ve değerlendirmelerde bulunmak istiyorum.
TÜSES, SHP bağlantılı bir vakıf, Kemalist ve sivil toplum, çoğulculuk tartışmalarını, tezlerini savunan bir karaktere sahip Friedrich Ebert Vakfı ise asıl merkezi Almanya'da bulunan sosyal demokrat kanadın desteklediği bir vakıf durumunda.
İki gün süren konferansa dünyanın çok çeşitli bölgelerinden konuşmacılar katıldı. Açılışı Kültür Bakanı Fikri Sağlar yaptı. Her iki günde de öğleden sonraki oturumlarda birer panel yapıldı.
Konferansa katılanların çoğunluğu Batılı bir kısmı ise Müslüman kökenli idi.
Konferansa sadece Batılı konuşmacıların davet edilmesiyle yetinilmemesinin anlamı; her ikisi de Batı yanlısı ve laik olan Sudan kökenli en-Naim'in ve Pakistan asıllı İştiyak Ahmed'in "Müslüman sıfatını kullanarak" İslam'ın nasıl çağa uymadığını, İslam üzerinde değiştirmeler yapmak gerekliğini, liberal bir İslam'ın oluşturulmasının elzemliliğini savunduklarında ortaya çıkıyordu.
Halen Ford Vakfı'nın Kahire merkezinde araştırma yapan Sudan kökenli Prof. Ahmed en-Naim'in tezi İslam ve liberalizm etrafında yoğunlaşıyor. En-Naim'e göre Kur'ani ilkelerin tümünün günümüzde uygulanması imkansız hale gelmiştir. Zaten böyle bir yükümlülük de yoktur. Şartlar değiştiğinde biz de daha önceki zamanla ilgili hükümleri değiştirmeli ya da uygulamadan kaldırmalıyız. Mesela kadınla ilgili Kur'ani hükümler artık bugün geçerli halde olamaz. Prof. en-Naim siz bugün kadının dövülmesiyle ilgili hükmü nasıl kabul edebilirsiniz diyordu.
Ayrıca en-Naim, bugün liberal değerlerin kabul edildiğini ve İslam'ın da liberal hale getirilmesinin mümkün olduğunu ortaya koymaya çalıştı.
Prof. en-Naim, bu kadarla kalmadı, sevgili dinleyicilerine bir de mesaj verdi: Şeriatın ne olduğunu iyi bilmelisiniz ki iyi soru sorabilseniz, mesela şeriat kadınlarla ilgili ne söylüyor, kölelikle ilgili ne diyor bunu bileceksiniz ki iyi soru sorabilesiniz.
Dinleyicilerden birçoğunun Prof. en-Naim'e "Şu İslam'ı liberal hale getirmenin ne gereği var? İslam'ı bırakıp direkt liberalizme niçin geçmiyoruz?" dediklerini salonda duyar gibi oldum.
Ama bir bayan, en-Naim'in konuşmasından çok etkilenmiş olacak ki "Prof. en-Naim'in dedikleri çok doğru, şeriat geldiğinde bir kadın olarak beni ne bekliyor?" diye hemen atılıverdi. Bayana en-Naim'den bir cevap gelmeden arkadan bir dinleyici "Üç kuma bekliyor" diye seslenince ortalık biraz karıştı. Şunu söyleyebilirim ki, en-Naim'in konuşması konferans içerisinde oldukça yüzeysel ve temelsiz kaldı. Özellikle çağdaş değerlerin hiç sorgulanmaması ve mutlak, genel geçer değerler gibi algılanması (liberalizm gibi) ve bunların İslam'a eklenmesi İslam'dan bir şeyler çıkartılması Türk dinleyicilerin büyük çoğunluğunca olmasa bile, Batılılar tarafından tuhaf karşılandığını düşünüyorum. Batılı modele balıklama dalmak bir zorunluluk olmasa gerek.
Pakistan asıllı İştiyak Ahmet de, İsveç pasaportu ile kendi ülkesi Pakistan'a girdiğini belirttikten sonra insan haklarına aykırı uygulamalardan dem vurdu. Dr. Ahmet şöyle diyordu: "Yolda yürürken bir kişi sizin için, bu adam peygambere hakaret etti diyebilir ve sizi hemen götürüverirler. Hatta mahkeme sizi ölüm cezasına bile çarptırabilir." anlaşılan Dr. Ahmet Pakistan'da olduğu süre içinde oldukça korkulu anlar yaşamış.
Biraz da Reinhard Schulze, John Esposito ve François Burgat gibi konuşmacılardan söz etmek istiyorum. Batı'da gerçekten etkili tipler.
Prof. Schulze'un özellikle savunduğu şey şuydu: Aslında müslümanlar başta laik bir çizgi üzerinde idiler. Fakat Batı sömürgeciliğinden sonra Batılılar kendilerini tanımlayabilmek için "siz laik değilsiniz" tezini geliştirdi. Bu Batı'nın kendi kimliğini koruyabilmesi için geliştirmiş olduğu bir fikirdi. Çünkü Batı'nın kendini tanımlayabilmesi ancak böyle bir zıtlık ile mümkün olmaktadır.
Tabii bu iddia ilginç görünebilir. Fakat kendisinin de kabul ettiği gibi Prof. Schulze bir paradoks içerisindedir. Siz ilk önce laisizmin Batı modeli içinde geliştiğini ve çağdaş bir sistem olduğunu ortaya koyacaksınız, daha sonra da İslam tarihi içerisinde laikliği arayacaksınız ve bulmaya çalışacaksınız.
Bize kalırsa bu iddia bir mesaj taşımaktaydı içerisinde. O da şu: Aslında sizin laikliği benimsemeniz bir problem olmamalı. Çünkü siz zaten laiksiniz. Laik bir yapınız var. O halde sömürgecilerin yerleştirdiği(?) laiklik karşıtlığını bırakın ve kendi kimliğinize(?) sahip çıkın.
Böylece Prof. Schulze konferansın amacına uygun mesajlar vermiş oldu.
Prof. Dr. John Esposito, İslam dünyasını yakından tanıyan biri. Gannuşi, Hurşit Ahmet, Turabi, Enver İbrahim gibi kişilerle belirli bir diyalogu ve yakınlığı var. Konferansta diğerlerine oranla daha objektif ve gerçekçi bir izlenim uyandırdı. Hatta Prof. en-Naim ile zaman zaman atışmaları oldu.
Esposito demokraside tutarlı olmak gerektiğini belirterek demokrasi oyununda kuralları bozanların laik taraf olduğu gerçeğini dile getirdi.
Esposito'ya göre fundamentalistlere karşı da toleranslı olunmalı ve onların da demokratik çerçevede iktidara gelebilmelerine imkan tanınmalı idi. Uzun vadede bu daha yararlı olacaktı.
İslami hareketlere baskı uygulamak şiddeti doğurmaktadır. Tıpkı düdüklü tencere gibi. Bunun olmaması için onları demokratik platformlara çekmeliyiz. Onların da demokratik kurallar gereğince istediklerini söylemeye ve yaşamaya hakları vardır.
Ayrıca Esposito, Cezayir örneğini dile getirerek bunun demokrasi çerçevesinde hiç bir anlamının olamayacağını vurguladı.
Soru kısmında dinleyicilerden biri, "Unutmayalım ki Hitler de seçimle başa gelmişti.'' diye sorduğunda darbeci zihniyetin örtülü bir biçimde savunusunu yapıyordu.
François Burgat'a gelince, Dr. Burgat öncelikle kendisinin bir Batılı olduğunu, dolayısıyla İslam toplumlarını anlamaya çalışacağını belirttikten sonra; laiklik ve demokrasinin Batı'ya özgü tarihsel şeyler olduğunu ortaya koymaya çalıştı.
Katılımcılık, laiklik gibi kavramlara İslam toplumunun kendi geleneği içerisinde bakılmalıydı. Çünkü her toplumun kendine özgü bir tarihi süreci vardır ve kurumlaşmalar o düzlemde gerçekleşirlerdi.
Bu nedenle Dr. Burgat, örnek olarak iletişim Yayınları tarafından basılan Gilles Kepel'in Tanrının intikamı adlı eseri bu çerçeve içerisinde eleştirdi. Çünkü İslam dünyasında Batı'da olduğu gibi bir din-akıl çatışması yaşanmamıştır. Öyleyse Tanrı'nım akıldan intikam alması söz konusu olamaz.
Ona göre, Yahudi, Hıristiyan ve İslam fundamantalizmi aynı şeyler değildi. Tanrının intikamı yalnız Hıristiyan fundamantalizmi için geçerli olabilirdi. Yahudilik ve İslam fundamantalizmi için değil.
Şu da belirtilmeli ki eğer İslam fundamantalizmi laikliğe karşı çıkıyorsa bu onun akla, aydınlanmaya karşı çıkma, siyasi, ekonomik bağımsızlıktan sonra üçüncü aşamayı temsil eden kültürel bağımsızlığı elde etme çabasıdır.
Kısacası Doğu'da laikliğe karşı çıkma Batı'daki anlamıyla değerlendirilemez. Doğu'daki laiklik karşıtlığı sömürgeciliğe bir tepkiyi ifade etmektedir.
Dr. Burgat, zaman zaman Prof. en-Naim'i de Turabi'yi eleştirisinden dolayı eleştirdi. en-Naim, Turabi'yi demokrasi ve insan haklarına saygılı olmamakla eleştirirken, Dr. Burgat "Turabi'den önceki yönetim daha mı demokrattı?" biçiminde bir eleştiride bulundu.
Ayrıca İştiyak Ahmet'in İslami hareketleri Suudi parasına bağlamasını da eleştirerek İslami hareketlerin iç dinamiklerle açıklanması çerçevesinde konuştu.
Fakat şunu belirtelim ki, Dr. Burgat tüm bu açıklamalarına rağmen bir çözüm önerememekte, muğlak bir tavır sergilemekteydi.
Bir de Prof. Dr. Marvin Zonis'ten söz etmek istiyorum. Prof. Zonis, ABD Hava Kuvvetleri'nden ayrılmış bir akademisyen, İran, SSCB, ABD dış politikası, uluslararası politika konularında pek çok çalışması var. Prof. Zonis İran'da Demokrasi başlıklı bir konferansla katıldı.
Prof. Zonis'e göre İran'daki devrim, İslam'ın zorunlu bir sonucu değildir. Bu insanın kendi kültürüne ve onun yorumlanmasına bağlı bir olgudur. Humeyni, yorumlar yapmış, içtihadlarda bulunmuştur. Dolayısıyla Prof. Zonis, İran'ı tam anlamıyla fundamantalist olarak isimlendirmede zorlanıyor. Prof. Zonis'e göre İran'daki bu harekete isim vermek zor. Belki neo-fundamentalizmden söz edilebilir.
Yine ona göre Rafsancani şu anda meclise hakim durumda. Radikaller, mecliste pek etkili görünmüyor. Fakat vakıflar genel olarak radikallerin elinde. Bu da İran'da demokrasiden çok, katılımcı bir yapıyı sergiliyor.
İran'ın ekonomik yapısı oldukça kötü. Bu yüzden Rafsancani, olayı ideolojik ve dini sloganlarla götürmek zorunda. Çünkü Rafsancani ekonomiyi düzeltebilecek durumda değil. Bu nedenle halka şu imaj verilmek isteniyor: Bakın, biz ekonomik olarak iyi değiliz, ama din olarak iyiyiz.
Yine Prof. Zonis'e göre, Rafsancani'de gittikçe daha saldırgan ve radikal bir tutum almak durumunda. Başka türlü zaten ayakta kalamaz. Örnek verecek olursak İran'ın son olarak adaları alması, Hizbullah'ı desteklemesi ve gittikçe silahlanması bunu gösteriyor.
Tabii Prof. Zonis'in söyledikleri oldukça tartışılır şeyler. Bir kere hükümet-halk ayrımını keskinleştirmek o kadar kolay görünmüyor. Ayrıca halk gerçekten Prof. Zonis'in tablosundan çıktığı kadar aptal mı? Bize göre yönetimle-halk arasında belli bir uçurum koyup yöneticileri sinsi tipler olarak çizmek de pek doğru görünmüyor.
Soru kısmında "İran'ın silahlanmasını böyle problem haline getirdiğiniz halde neden İsrail'in silahlanmasını tehlikeli görmüyorsunuz?" sorusuna da Prof. Zonis'in cevabı oldukça ilginçti: "Ben atom bombasının İran'da olmasındansa İsrail'de olmasını tercih ederim. Çünkü İran ne yaptığını bilmiyor; İsrail ise böyle değildir."
Yukarıda da belirttiğimiz gibi konferansların öğleden sonraki oturumu panellere ayrıldı. Birinci günkü "Demokrasi ve Laiklik / Türkiye Deneyimi" konulu bir paneldi. Oturum Başkanı Milliyet Gazetesi'nden Altan Öymen. Katılanlardan ikisi Türk, diğer ikisi ise daha önce konferans verenlerden idi: Bir Alman ve İngiliz gazetesinin Türkiye yorumcuları idiler. Türk olanlar, Fehmi Koru ve Sabri Sayarı idi.
Sabri Sayarı konuşmasında buraya aktarmak istediğim ilginç bir anısını anlattı. Sabri Sayarı, doktora yaptığı dönemlerde bir gün İnönü'yle görüşmüş ve şunu sormuş: "Niçin çok partili bir sisteme geçtiniz?" İnönü'nün cevabı ise: "Atatürk bunun bir denemesini yaptı, baktık ki kurduğu sistem tutmamış; bundan vazgeçti. Şimdi biz sistemin tutup tutmadığını denemek istedik."
Panelistlerden Fehmi Koru ise, dikkatlerin üzerinde en fazla yoğunlaştığı günün tek konuşmacısıydı. Ağır Kemalizm eleştirisinde bulundu. Sovyetler Birliği ile Türkiye Cumhuriyeti'ni, her ikisini de diktatör, devletçi ve dine karşıtlığı yönlerinden dolayı birbirine benzetti ve kıyasladı.
Sorular bakımından en çok soru sorulan kişi oldu. Hatta bir ara "Siz nasıl Sovyetler'le Türkiye Cumhuriyetini veya Lenin'le Atatürk'ü kıyaslarsınız?" diye bir soru soruldu. Fehmi Koru böyle bir sorunun kemalistler için bir gelişme demek olduğunu, çünkü yakın zamana kadar bu tür benzetmelerin kemalistlerce bir övünç meselesi olduğunu belirttikten sonra; "zannediyorum Kemalizm'den de vazgeçilecek" deyince dinleyicilerden biri kendini tutamayıp "Kemalizm ölmez." diye bağırdı.
İkinci günün öğleden sonraki paneli Boğaziçi Üniversitesi'nde Prof. Dr. Binnaz Toprak'ın yönettiği "İslam ve Demokrasi" başlıklı bir paneldi. Panele konuşmacı olarak davet edilenlerden Abdulkerim Sürüş ve Şerif Mardin katılamadılar. Onların yerine konferansçılardan katılanlar oldu. John Esposito bunların arasındaydı. Yine konuşmacı olarak Boğaziçi Üniversitesi'nden Doç. Dr. Nilüfer Göle katıldı.
Nilüfer Göle daha önceki panellerde konuştuklarından pek farklı şeyler söylemedi. Ama yine de laik çevrelerce ilginç bulunmuş olabilir.
Göle, Türkiye'de ve hatta dünyada artık üniversite bitirmiş Müslüman sayısının arttığını, Türkiye olarak düşünürsek, birçok üniversitesi mezunu, doktor, mühendis vs. olduğunu, üniversitelerde bir hayli başörtülü Müslüman kızın bulunduğunu belirterek Türkiye'de artık bir Müslüman aydın kesimi olgusunun kabul edilmesi gerektiğini savundu.
Soru kısmında İsmail Kara söz alarak bir takım açıklamalarda bulundu ki bizce bu tutarlı ve anlaşılır açıklamalar değildi. Kara, konferansta ve panelde ortaya konan problemlerin çağdaş İslami hareketlerden kaynaklandığını, oysa çağdaş İslami hareketlerin Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh çizgisindeki modernist akımın bir devamı olduğunu belirtti. Hatta Hasan el-Benna'nın, bu şahısların kurduğu matbaayı devraldıklarını belirterek de buna bir örnek vermiş oldu.
Bize göre böyle bir tutum bugün dünyada gelişen ve yükselen İslami uyanışı bir anlamda dışlamak demektir. Belki bu uyanış tam kişiliğini ve kimliğini kazanamamış, bir takım modern eğilimlerden etkilenmiş bulunmaktadır. Ve şunu belirtmek gerekir ki çağdaş İslami hareketler modernizmi sorgulama sürecine girmiş ve girecektir. Ayrıca ne kadar modernist oldukları da tartışma konusudur.
Bir anlamda çağdaş İslami hareketlerin bizimle, gelenekle bir ilgisi yok diye problemi ortaya koymak ne derece çözüm getirici olmaktadır. Burada İsmail Kara'nın bu tarz açıklamalarının bizi üzdüğünü belirtmiş olalım.
Sonuç olarak diyebileceğimiz şu ki, "İrtica ve Demokrasi" konferansı yerine "İslam ve Demokrasi" adlı bir konferansın tertibi dahi Türkiye'deki İslami uyanışın güç kazandığını ortaya koymaktadır. Artık bu tür konferans, panel, açık oturumlar hepimizce malum olduğu üzere sık sık tekrarlanmaya devam edecektir.
Bu konferans ve panellerde de açıkça görüldüğü üzere artık laisizmin ortaya koyacağı bir çözüm kalmamıştır, "İslam ve Demokrasi" konferansı da açıkça şunu ortaya koymuştur: Tamam, bizim artık öneride bulunacak, çözüm getirecek bir gücümüz kalmamıştır. Demokrasi, laiklik, kemalizm, insan hakları, özgürlük, barış gibi kavram ve düşüncelerin hepsini tüketmiş bulunuyoruz. Ama hiç olmazsa İslami yükselişle beraber olmayın. Bakın onların da çözüm getirecek bir şeyleri bulunmamaktadır. Yaşasın yeni dünya düzeni, yaşasın liberalizm(!).