İslam topraklarının Batılı emperyalistlerce paylaşılması ile başlayan işgal sürecinde; Fransızlar Cezayir ve Tunus’u, İtalyanlar Libya’yı, İngilizler Suriye ve Mısır’ı ekonomik sömürünün yanında kültürel asimilasyon kıskacına aldılar. Ümmetin serveti talan edilerek Avrupa’ya kaçırıldı. Ömer Muhtar’ın Libya’daki direnişi gibi çok sayıda direniş hareketi kanlı bir şekilde bastırıldı. Halkın tepkisine daha fazla dayanamayan işgalciler, yönetimi, bağımsızlık ilanı adı altında yerel işbirlikçilere bıraktılar. İşbirlikçi diktatörler de işgalcileri aratmadı. Emperyalistlerin işbaşına getirdiği kukla tiranlar döneminde; yokluk, yoksulluk, işkence, zindan, hicret ve darağaçları bölge ülkelerinde yaşayan halkların kanıksanmış hayatı haline geldi. Bütün direniş hareketleri bastırıldı. Muhalif hareket ve şahsiyetlere nefes aldırılmadı.
Hiç kimsenin beklemediği bir anda, Tunus’ta başlayan halk ayaklanması sonucunda diktatör Zeynel Abidin Bin Ali'nin 23 yıllık iktidarı dört hafta içinde sona erdi. Efendilerinin işine yaramaz haline gelen Bin Ali, kukla Suudi krallığına sığındı.
Tunus’taki hareketlilik Mısır’a da yansıdı ve Mübarek’in 30 yıllık kanlı iktidarı sona erdi. Son firavun, yurtdışına kaçma yerine iktidarını ordusuna devrederek Şarm eş-Şeyh’teki sarayına çekildi. Kısa süre sonra da oğulları ile birlikte bir kafes içinde mahkeme karşısına çıkarıldı.
Libya, Yemen, Bahreyn ve Suriye’de başlayan ayaklanmalar ise Tunus ve Mısır gibi kolay ve kısa sürede sonuca ulaşamadı. Direniş ve kanlı bastırma çabaları devam etmekte.
Sosyalist bloğa yakın duran Nasır, Seyyid Kutub ve Abdulkadir Udeh’in idam edilmeleri, İhvan’ın yasaklanması ve üyelerinin ağır işkencelere tabi tutulmaları gibi sayılamayacak zulümlerle Müslümanlara kan kusturan bir lider idi. 1970’te geçirdiği bir kalp krizi sonucu ölünce yerine geçen Enver Sedat İsrail ile Camp David Sözleşmesini imzalayarak iyi ilişkiler geliştirdi. İsrail ile ilişki Müslümanlara amansız baskı anlamına geliyordu. Baskı ve zulümlerin boyutu firavuni bir zirveye tırmanınca illegalite ve silahlı mücadeleye eğilim de artmaya başladı. Ve Firavun Sedat, 1981 yılında Halid İslambuli ve arkadaşlarından yediği 72 kurşunla infaz edilince, firavunluğu yardımcısı Mübarek devraldı. 72 kurşunun canlı şahidi olan Mübarek olanlardan ders almadı. Sedat’ın yolunu sürdürdü. 1982 yılında firavuni bir kafeste mahkemeye çıkardığı İslambuli’yi idam ettiren Mübarek, bugünlerde aynı kafeste mahkeme karşısında. İslambuli dimdik ayakta ve tekbirlerle haklılığını haykırıyordu firavunların kukla hâkimlerine. Ama kafesteki firavun aciz ve sedyede.
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da başlayan ve bazı bölgelerde devam etmekte olan gelişmeleri tek bir nedene bağlamak gerçekçi olamaz.
Gerek zamanlama gerekse ortaya çıkan sonuçlar, beklenenin çok ötesinde ve herkesi şaşırtan boyutlardadır. Ne dünyadaki egemen güçler, ne devrilen diktatörler ne de ayaklanmayı başlatanlar bu sonucu öngörememişlerdi ve beklemiyorlardı. Özellikle çok bilen uzman, analizci kurum, kuruluş ve şahıslar da -tabiri caizse- çuvalladı.
Bu ayaklanma ve değişimlerin Avrupa, Amerika merkezli planlar olduğu yaklaşımları isabetli değildir. Gelenler, gidenlerden daha uşak olamazlar. On yıllarca emperyalistler hesabına çalışmış, her türlü desteği almış, uşaklığı tescilli diktatörlerin gitmesini neden istesinler.
Mısır ve Tunus’u çatışmanın devam ettiği diğer ülkelerden ayırmak gerekir. Çünkü bu iki ülkede de ordu diktatörden yana tavır almadı, göstericilere müdahale etmedi. Hatta meydanlara çıkıp sessizce değişimden yana oldukları sinyalini verdiler. Bu tavır, Bin Ali ve Mübarek’in erken devrilmelerinin en önemli nedeni olarak sayılabilir. Gelinen süreçte efendileri de onlardan umutlarını kestiler. Avrupa ve Amerika süreci planlamadılar hatta öngöremediler. Ancak gelişen sürece uygun pozisyon aldılar. Eğer diktatörlerden yana tavır takınsaydılar, yeni sürecin inşasında rol alamazlardı. Bu riski göze alamadıkları için ayaklanmaya destek veriyor göründüler.
1969'dan beri Libya’da iktidarı elinde tutan Kaddafi, 1978 yılında davet ettiği Lübnan Emel hareketi kurucusu İmam Musa Sadr’ı kaybettirdi. Hâlâ kendisinden bir bilgi alınabilmiş değil. Yine Libya dönüşü MOSSAD ajanları tarafından Malta’da şehit edilen Filistin İslâmi Cihad Hareketi'nin lideri Dr. Fethi Şikaki’nin sorumlusu da Kaddafi. Uydurduğu İslam-sosyalizm karması “Yeşil Kitap”ı ile Müslümanlara kan kusturdu. Aşiret yapısının egemen olduğu Libya’daki halkın bir kısmı da Mısır ve komşu Tunus’tan etkilenerek direniş başlattı. Ama burada ordu Kaddafi’den yana tavır alınca iç çatışma başladı. Libya için fırsat kollayan Fransa, NATO ülkelerini de arkasına alarak saldırıya geçti. Belki de NATO müdahalesi olmasaydı ayaklanma çoktan bastırılmış olacaktı. Ağır bombardımana rağmen halkın bir kısmından önemli bir destek gören Kaddafi hâlâ ayakta.
Suriye ise Kaddafi’yi örnek aldı. İran ve Hizbullah’ın desteği Esed diktatörlüğüne büyük bir cesaret verdi. 1963’ten beri Baas Partisi ve 1970’ten beri de Esed ailesinin ördüğü korku duvarlarından dolayı, halk hâlâ tam cesareti ve özgüveni elde edemedi. Ürkek ama fırsatı da kaçırmak istemeyen bir direniş var. Baas rejiminin ayaklanmayı ağır silahlarla ve ölçü tanımadan bastırma çabası da bu ürkekliği artırmaktadır. Yönetim biraz taviz verip belli reformlar yapmasaydı iş bu boyutlara varmadan sürebilirdi. Ama bu süreçten sonra Baas diktasının ömrü uzun olmaz.
Yemen ve Libya’da aşiretler, Suriye ve Bahreyn’de ise mezheplerin etkisi de dikkate alınmalıdır. Suriye’nin stratejik konumu ve İsrail karşıtlığı, yarım asırlık zulümlerin devamı için bir mazeret olarak kabul edilemez. Bu arada Türkiyeli bazı Müslümanların, -gerekçesi ne olursa olsun- kana doymayan vampir Esed ailesi ve Baas diktasına olan muhabbetlerini anlamakta güçlük çektiğimi de belirtmeliyim.
Yönetici ve yakın çevresinin refah içinde servetlerine servet katarken halkın yokluk ve yoksulluk içinde olması, İslami değerlere saldırı, özgürlüklerin kısıtlanması, insanların onurları ile oynama gibi nedenlerle halklar patlamaya hazır duruyordu. İnternet, televizyon gibi paylaşım ve haberleşme ağı sayesinde oluşan cesaret ve özgüven de patlamayı tetikleyen önemli faktörlerdir.
Türkiye’nin İsrail’e karşı aldığı tavır ve özellikle Erdoğan’ın Davos çıkışı, bölge halklarının özgüvenlerine olumlu katkılar sağladı. Gazze saldırısı, Refah sınır kapısının kapatılması ve Mısır-İsrail aşkı da halkın öfkesini kamçılayan tersine etkenler oldu.
İslami Hareketlerin Rolü
Ayaklanmaların başlangıcında yer alan insanların ekseriyeti, planlı ve stratejik bir süreci esas alan bir mücadele ve hareketin mensupları değildir. İçlerinde bu tarz insanlar da vardı. Ama çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu ve belki de ağır bedeller ödememişliğin verdiği cesaretle alanlara çıktılar. Gittikçe kitleselleşti olaylar. İşin başında muhatap alınacak insanlar bile yoktu ortada. Ama eylemler tırmandıkça ve ciddiyet kazandıkça cesaretlenen tecrübeli kadrolar da sahneye indi. Gerek İslami gerek diğer ideolojik hareketler, önceleri arka planda kalmayı tercih ettiler. Destekleyici ve uygun fırsatı kollayıcı bir konum aldılar. 1982 Hama olayları ve Mısır’daki toplu tutuklama, suikast ve idamlar tecrübesinden yola çıkarak tedbirli davrandılar, ayaklanmaların İslami bir kimliğe dönüşmesinden özellikle kaçındılar. Ayaklanmaların bir parçası ama tek başına sürükleyicisi olmadılar. Gerek Kuzey Afrika’da gerekse Ortadoğu’da zaten zayıf olan sol hareketler, 70’li yıllardan itibaren daha da gerilediler. Ulusalcı/milliyetçi hareketler de etkili olamadı. Bu nedenle organizeli ve etkili tek muhalefet İslami cemaat ve hareketlerdi. Organizeli olma avantajı nedeniyle İslami hareketlerin sonuca ulaşmada ciddi etkisi oldu.
Korku Duvarları Yıkıldı
Yaşanan gelişmelerle birlikte İslam coğrafyasında bir iklim değişikliği yaşandı. Müslümanlar ve bölge halkları zorlu kıştan serin ama -rahmeti ve zahmeti bol- yağışlı bir ilkbaharla buluştular. Tiran-başkanlar çetin kışa girerken, tiran-krallar hâlâ sonbaharlarını yaşamaktadırlar.
Henüz bölgede taşlar yerine oturmuş değil. İsyanların varacağı nokta çok belirgin hale gelmedi. İsimler değişse de rejimler ve bu rejimlere ait kadroların nerdeyse tamamına yakını yerinde duruyor. Özellikle Mısır ve Tunus’ta eski tiranların ordusu hâlâ etkin durumda.
Suriye, Yemen, Libya, Bahreyn ve emperyalistlerce hâlâ korunmaları devam eden krallıkların akıbetini şimdiden kestirmek zor. Ama onlar da hiçbir zaman eskisi gibi kalamayacaklar. Mevcut diktatörler başta kalsalar bile muhalefetin sesi daha gür çıkacak ve zulümler aynı dozajda devam edemeyecektir.
Bölgede emperyalist ve İsrail muhipliği daha fazla süremez.
Yaşanan olayların getirdiği en önemli değişim; ümmet içinde oluşturulan mağlubiyet ruhunun sona ermesi ve korku duvarının aşılmasıdır. Diktatörlerin güçlü olduğu, yıkılamayacağı algısı ve bunun doğurduğu korku engeli alabora oldu. Dağılan, bağları kesilen ümmetin yeniden iletişim, yardımlaşma, dayanışma şansına kapı aralanmış oldu.
Mısır, çağımız İslami hareketlerinin en güçlü kaynağıdır. Afgani ve Abduh ile başlayan şehit İmam Hasan el-Benna ile süren İslami hareketin öze dönüş süreci, Seyyid Kutub’un şehadeti ile bereketlendi ve bütün İslam dünyasında tomurcuklanmaya başlandı. Ama kışı sert ve kasırgalı bu coğrafyada kitleselleşme imkânı bulamadı. Özellikle Nasır’ın son dönemi ile Sedat ve Mübarek dönemlerinde artan baskı ve şiddet nedeniyle Mısırlı Müslümanlar dünyanın değişik ülkelerine hicret ettiler. Böylece hareketin Mısır’ı aşan evrensel boyutu doğmuş oldu. Ya hicret ya da marjinal gruplar halinde varlıklarını sürdüren Müslümanları uzun ve sorumluluk isteyen bir süreç beklemektedir. Gelinen aşama, vahiy ile şekillenen bir toplumu inşa çabasının tam zamanıdır.
Ancak görünün o ki, gerek Mısır’da gerekse Tunus’ta Müslümanlara en yakın hareketler, AK Parti modelini örnek alıyorlar. Hatta aynı isimle partiler kurmaktadırlar. Aynı durum Gazze için de geçerlidir. Sanki Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri Türkiye’yi arkadan takip ediyorlar.
Mısır’da İhvan-ı Müslimin, organizeli ve köklü en önemli güçtür. Yaşanan ayrışmalar, bölünmeler nedeniyle güç kaybına uğrasa da aynı çizgiden gelen bu havzanın talepleri birbirinden çok uzak olmaz. Bu nedenle yeni Mısır’ın inşasında İhvan önemli bir aktör olacaktır. Mısır’da İhvan-ı Müslimin ve diğer İslami hareketlerin rakibi liberal, sol, milliyetçi, laik parti ve örgütler değil ordu olacaktır. Zira hâlâ yönetimi elinde tutan ordu, İslam düşmanı Mübarek’in oluşturduğu bir ordudur. Ama Mısır’daki şekillenme, bölgenin şekillenmesinde çok ciddi bir şekilde etkileyici olacaktır.
Bunalım geçirmekte olan dünyanın yegâne kurtuluş reçetesinin alternatifsiz İslam ve İslami hareketler olduğu aşikârdır. Müslümanlar lehine iklim evirilmesi yaşansa da henüz elde edilmiş ciddi bir kazanım yoktur. Sadece zaman ve zemin sağlıklı ve uygun hale gelmiştir. Sağlıklı, kuşatıcı, sahiplenici bir şekilde sorumluluk üstlenecek Müslümanlar, ümmetin ve dolayısıyla insanlığın huzura kavuşmasını sağlayacaklardır. Henüz işin başındayız. Karanlık geceyi söküp atan şafağın huzmeleri yayılmakta. Sabaha Kur’an’la uyanmalı ve aydınlık bir gün için onu kitlelere sunmalıyız. Mazlumlara özgürlük muştusu, yoksullara aş, topluma barış ve hürriyet taşıyacak birbirine merhamet ve şefkatle kenetlenmiş ümmet olmanın tam zamanı. Rehavet, ‘hoş görünme’ adına inançlardan taviz verme veya toplumun öteki kesimlerini yok sayma politikaları ile fırsat kaçabilir. Hemen şimdi ve bir basiret üzere yol alınmazsa rahmet yağmurlarının yağması ertelenmiş olur.
Yarın geç olabilir!