“Ancak tövbe edenler, ıslah edip Allah’a bağlananlar ve dinlerini Allah için ıslah edenler, işte onlar müminlerle beraberdir. Allah, müminlere büyük bir mükâfat verecektir.” (Nisa, 146)
“Topluca Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve parçalanmayın! Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün, hani siz düşman idiniz de Allah, kalplerinizi yakınlaştırdı. O’nun bu nimeti ile kardeşler oldunuz. Siz, bir ateş çukurunun kenarında idiniz de sizi oradan kurtardı. Doğru yola çıkasınız diye, Allah size ayetlerini işte böyle açıklıyor.” (Âl-i İmran, 103)
Tercihlerine göre toplum iki ana gruba ayrılır; muhafazakârlar ve değişimciler. Bu siyaset literatüründe sağ ve sol olarak da adlandırılsa da Türkiye’de saflar birbirine karışmış haldedir. Artık günümüzde hem sağ hem de sol muhafazakârlardan söz ediliyor. Muhafazakârların ortak noktaları ise sahip oldukları durumu muhafaza etme kaygılarıdır. Muhafazakârlık savunulan ve değişimine karşı çıkılan şeye göre konumlanır. Halkımızın çoğunluğu, yüzlerce yıllık Anadolu kültürünün birikmiş (İslam dâhil) geleneklerini koruyanlar olarak muhafazakârdır. Diğer yandan toplumsal yapı yanında, mevcut iktidar ve devlet açısından muhafazakârlık da toplumun çoğu tarafından benimsenmiştir. Bu da Osmanlı’dan kalan miras olarak kutsal devlet anlayışının ürünüdür. Müslüman halkın çoğunluğu bu iki alanda da muhafazakârlığını sürdürürken, devlet yapısı hakkında içten içe değişimciliğe meyillidir. Nitekim bu konuda gerek 1950’lerin Demokrat Parti gerekse günümüz AK Parti çerçevesindeki merkez sağ siyaset diğer partilere nazaran daha değişimci yapı gösterir.
Sol tandanslı söylem, Cumhuriyetin ilk yıllarında toplumsal değerler açısından olsun, devlet yapısı açısından olsun değişimci bir seyir takip eder. Her ne kadar Cumhuriyetin ilk yıllarındaki CHP zihniyeti, sol olarak nitelenemese de sol iddiasındaki ana gövdenin temelleri buraya dayanır. Bu nedenledir ki Batılılaşma ürünü olarak sol, günümüzde temel ilkeleri ile devlet ideolojisine karşı daha çok muhafazakâr söylem kullanmaktadır. Son zamanlarda gittikçe hızlanan bir yenilenme ihtiyacı bu Batılılaşmış kesimi de etkisi altına alıyor. Ama etki ne kadar kalıcı ve yapısal olur zamanla göreceğiz. Kendi içerisinde direnç gören bu söylemler, en radikal sol kesimlere kadar katı muhafazakârlık şeklinde tepki gösterebiliyor. CHP içindeki katı ulusalcı kesimin değişime direnci ve ÖDP ya da TKP gibi partilerin ulusalcı kadrolar tarafından ele geçirilmesi bunun açık göstergesidir.
Kitabi Müslümanların gerek devlet erk’i, gerekse yozlaşan ve geleneksel kalmış toplum yapısı açısından muhafazakâr olması öz itibariyle mümkün değildir. Geçmiş dönemlerde değişimin hangi alanda ve ne yönde olduğu sorgusu tam yapılmadan, Müslüman kitlenin sağcı, muhafazakâr ve milliyetçi söylemler kullanması ve bunların çatısı altında yer alması birtakım çelişkiler doğurmuştur. Günümüzde, benzer şekilde yeni oluşan azınlık milliyetçiliği ve sol söylemler yeni çelişkiler doğuruyor. Üstüne üstlük bu söylemler toplumsal açıdan sağ/muhafazakâr ve karşı milliyetçi tepkiler de oluşturur.
Son yıllarda müceddit eğilime sahip bazı Müslümanlarda bir zamanların radikal sol akımlarına benzer bir söylem ve eylem tarzı ortaya çıktı. Ama bu eğilimler paradokslar içeren ve analiz yoksunu bir görüntü veriyor. Statükoya teslim olma korkusu ile hareket eden bu kardeşlerimizde, öze dayalı değişim üzere olması gereken süreç, cahilî yapılarla benzeşme tehlikesi içermektedir.
Kuşkusuz ki Batılılaşmış sol, süreç içerisinde medyadan entelektüel birikime, sanattan kurumsal tecrübeye kadar oldukça birikim kazandı. Geliştiremediği (ya da kazanamadığı) önemli noktaları ise halkın genel desteğini kazanamaması, değerleri ile barışamaması ve hâkim devlet yapısından tam bağımsız yapı oluşturamaması olarak sıralamak mümkün. İslami değerlere duydukları öfke de güvenirliklerinin zedelenmesinin önemli nedenleri arasında.
Hızlı değişimin argümanı olarak devrim; Avrupa dillerindeki karşılığı ile revolution ve Arap dilindeki karşılığı ile inkılâp yeniden yapılanma içerir. Her iki yaklaşımda bir paradigma/değerler sistemi inşa eder ve eskiyi yıkıp yerine yenisini kurmak açısından yapıcıdır. Maalesef bizde, devrim sadece yıkıcılığın ve karşı çıkışın adı olarak yerleşmiştir. İçi boşaltılmış, hoyratça harcanmış ve halk kitlelerinden koparılmış bu kavramı aynı metotlarla kullanmak bize birçok şeyler kaybettirir.
“Rabbinin ismini zikret ve her şeyi bırakıp yalnız ona yönel. O, doğunun da batının da Rabbidir. O’ndan başka ilah yoktur. Öyleyse O’na teslim ol! Onların söylediklerine sabret ve yanlarından güzellikle ayrıl.” (Müzzemmil, 8-10)
Kavramların büyüleyici özellikleri bazen efsaneler üretir. Efsaneler yine bazen yenilgiyi kabullenemeyen veya göremeyenlerde illüzyonlar/gözbağcılık oluşturur. Ali Şeriati’nin tabiriyle; körü körüne bağlılık içeren aşk yerine bilinçli bir bağlılık olan sevgi ile yaklaşılmalı. Davamız; topluma cephe almış ve kör bir aşkla bağlanılmış dava yerine, toplumu sevmeye, ıslah etmeye yönelmiş dava olmalı.
Muhafazakâr Müslümanların özellikle müceddidî/Kur’an merkezli Müslümanlara karşı muhalefetlerinin ve hâkim sağ iktidarlara eklenmiş duruşlarının yanlışlığına karşı, dikkate alınması gereken bir nokta var. Muhafazakâr Müslümanlar genel anlamı ile İslami değerlere öfke ve düşmanlık duymuyorlar. Eleştirel yaklaşım ile ıslah edilmesi gereken bu kesime karşı olabildiğince saldırı öyle hale geldi ki Kemalizm, Batılılaşma, seküler laiklik, militer yapı artık gündemden gittikçe uzaklaşıyor. Varsa yoksa muhafazakâr Müslümanlara karşı öfke, hatta hakaret… Eleştirel ıslah ile ama eklenmeden mücadele yürütenler de kolaylıkla karşı cepheye atılabiliyor. Oysa toplum ve siyasi kavramlar değişirken hâlâ değişmez ilkeler (gerçek bir muhafazakârlık olarak) yerinde duruyor.
“Onlardan bir topluluk şöyle diyordu: ‘Allah’ın helak edeceği ve şiddetli bir ceza ile cezalandıracağı topluma niye öğüt veriyorsunuz?’ ‘Rabbinize karşı bir mazeret olsun ve belki sakınırlar!’ diye cevap verdiler.” (Araf, 164)
Bu toprakların kangrene dönmüş bir problemi var. Çok kültürlü, kavimler mozaiği halindeki yapıdan “tek ulus” yapısına dönüşümün genetik uyumsuzluğu zulüm üretiyor. Ulusçuluk anlayışının tarumar ettiği topraklar karşı ulusçulukları doğuruyor. Hassasiyetin oluşması ile her türlü argümanlar da kolaylıkla üretilir. Etnik ulusçuluğu meşrulaştırmak için, Kur’an’ın İsrailoğulları kıssaları ve Lenin’in azınlık milliyetçiliğinin anti-emperyalist yönünü vurgulaması söylemleri olabildiğince işlenir. Oysa hedeften kaçan, aynı ulusçuluk paradigmasının toplumu nasıl ifsat ettiğidir. Zira azınlık ulusçuluğu hak aramanın ötesine, yeni bir ulus inşa çabasına dönüşmüş durumdadır.
Allah elçisinin mücadele ettiği Mekke toplumunda olabildiğince kabile yapısı hâkimdi. Hatta birçok durumda himaye mevzuu gibi kurumsal yapılardan yararlanıldı. Diğer yandan Kitab’da bu kabile isimleri geçmez. Kur’an mesajında gerek Kureyş kabilesi için, gerek Medine’de Evs ve Hazreç adlı iki kabile ve gerekse de hicret sonrasında Ensar ve Muhacir arasında sürekli kalplerin yakınlaşmasından, ‘ilaf’tan söz edilir. Kur’an, çevre bedevi kabilelerin sosyolojik, kültürel yapılarından ve özelliklerinden de söz eder. Dikkatli okunursa, bedeviler için ne topluca bir kötüleme ne de gereksiz övgü vardır. Bu anlatımlar gerçekten ıslah edici, kalpleri yakınlaştırıcı bir yaklaşımdır.
Burada sormak gerekir:
Öfke Üreten Ulusçuluk Söylemi Ne Kadar İlaf/Yakınlaşma Üretir?
Ezilen bir halkın haklarını savunmak ile bu halka yeni bir ulus modeli sunmak arasındaki fark ve sınır nedir? Öyle ki bir tarafta “Türk İslamcılığı”, karşı tarafta da “Kürt ülkücüsü” diye bir kavram üretildi. Belki bu tanımlamalar sosyolojik olarak kullanılmak isteniyor ama fiiliyatta olabildiğince öfke ve düşmanlık üretiyor.
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını ıslah edin ve Allah’tan korkun ki merhamet olunabilesiniz.” (Hucurat, 10)
“Yeminleriniz sebebiyle iyilik yapmanıza, takva sahibi olmanıza ve insanların arasını bulmanıza Allah’ı engel kılmayın. Allah, her şeyi işitendir, bilendir.” (Bakara, 224)
Kitabın nüzulü zamanında geleneksel, kitabî muhafazakârlığın temsilcileri Medine Yahudileri, Habeşistan ve Rum devleti; örfî geleneklerin temsilcisi ise Ebu Talib liderliğindeki hamiyet sahipleridir. Mekke müstekbir sistemi inatçı mücadelesi boyunca bir tek Müslümanı davasından döndürememiştir. Buna karşılık Habeşistan hicretine katılanlardan 3-4 tanesi Hıristiyanlığa geçer, hatta birisi alkolik olarak ölür. Yine Medine Yahudileri oldukça ikiyüzlü ve ihanet faaliyetlerinde bulunurlar ama Allah elçisi onlarla ortak devlet bile kurar. Ebu Talib’in sürekli davasından taviz vermeye davet ettiği Allah elçisi, “Amcacığım!” diyerek muhabbet beslediği Ebu Talib’e “Bir elime ayı bir elime güneşi versen yine davamdan vazgeçmem!” şeklinde cevap vermiştir. Şimdi vicdan sahiplerine soralım: Allah Elçisi, kimlere karşı öfke duymadan, ıslah içeren davet yapıyor? Kimlere karşı ise “Elleri kurusun!” ya da “Kahrolası nasıl da ölçtü biçti!” tabirleri ile mücadele yürütüyor?
“Şuayb, ‘Ey halkım, benim, Rabbimden bir belgem olduğu ve bana güzel bir rızık verdiği halde, O’na karşı gelebileceğimi düşünüyor musunuz? Size yasak ettiğim şeylerde, size aykırı hareket etmek istemem. Sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Başarım yalnız Allah'a bağlıdır. O’na dayandım, O’na yöneldim.’ dedi.” (Hud, 88)
Yozlaşmaya ve Bizi Davamızdan Saptıran Muhafazakârlığa Karşı Derin, Uzun Vadeli Bir Mücadele Nasıl Olur?
Birçok kimsede muhafazakâr Müslümanlara karşı ölçüsüzce tavırlar, düşmanlık ve öfke var. Salih amelden bahsediyoruz. Sulh/barış ile aynı kökten kelime nasıl çatışmacı bir zihniyete çevrilir?
Yozlaşmanın derin tehlikesini sezen(!) kardeşlerimiz, bir mücadele söylemi ve tarzı üretiyorlar. Bu söylemde daha çok muhafazakâr Müslümanlara karşı düşmanlık var. Solun düştüğü hatalar tekrar ediliyor. Burada biz kitlelere değil iktidarlara cephe alıyoruz diyebilirsiniz. Buradaki birinci sorun kitlelerin sizi nasıl algıladığı sorunudur. İkinci sorun iktidar olarak tanımlanan siyasi hiziplerin homojen olmadığıdır. Unutmayalım ki Ebu Talib de Daru’n-Nedve’nin müdavimiydi. Biz tabi olup itaat etmeyi değil, üslup, tavır ve eylem biçimlerini konuşuyoruz.
Ateş düştüğü yeri yakar derler, insanın canı yaranın olduğu yerdedir. Bütün bu açılardan “Sorun nerede ise ona daha çok eğilmeli ve o konuda muhakkak tavır belirlenmeli!” şeklindeki yaklaşım anlaşılabilir. Ama ondan başka sorun yokmuş gibi davranmak, sistematik mücadeleyi günübirlik problemlere hapsetmek ve bu konularda problemli kesimlerle aynı çatıya girmek ne anlama gelir? Bu yanlışlar toplumdan koparır ve resullerin mücadele metotları da böyle değildir.
Tarih devrimci çıkışları nedeniyle istibdat rejimlerince derdest edildikten sonra toplumu “Her türlü zulme müstahaksınız, çünkü bize destek olmadınız!” diyerek suçlayan köksüz devrimcilerle doludur. Yine tarih, toplumsal dayanışma oluşturmadan direnenlerin baskı ve katliam karşısında nasıl dağıldıkları örnekleri ile doludur. Aşkla bağlandığı davası uğruna kendini feda eden ama toplumsal kurumsallaşmayı, dayanışmayı sağlayamamış bireysel romantik devrimcilik geleceğe ne sunabilir ki?
Muhafazakârlara ıslah ile yaklaşılmalı ama yanlışlarına tabi olunmamalıdır. Zulüm sistemine karşı çıkılmalı ama ona muhalefet iddiasındaki ifsat ideolojileri ile aynı konuma düşülmemelidir.
“Islah et, ifsat edenlerin yoluna uyma!” (Araf, 142)
“Onlar yeryüzünde fesat çıkarıyorlar, ıslah etmiyorlar.” (Şuara, 152)
İyi bir entelektüel, kitlelerin taleplerini iyi okuyandır; iyi bir devrimci, kitlelerin taleplerine karşılık verendir. Yarım bir okuyuş ile kitlelerin taleplerini karşılayabilirsiniz. Toplumu sürüklemek yerine önüne geçer ve rüzgârla olabildiğince yelkenlerinizi şişirirsiniz. Toplumun zaaflarını ıslah etmek yerine, onlara tabi olursunuz. Her halükarda rüzgâr kesilir ya da kesilmez, gideceğiniz yeri Allah bilir.
Kitabın mirasçıları ise zaaflarını/şeytanlarını kontrol altına alan, talep oluşturan/rüzgâra boyun eğdirendir. Zaten ilim ve hikmet denilen şey de bu değil mi?
“Süleyman ve Davut’a hikmet ve ilim verdik. Tesbih etsinler diye dağları ve kuşları Süleyman’ın hizmetine verdik. Bunları yapan biz idik. Savaşta korumak için zırh yapma sanatını öğrettik. Peki, siz şükrediyor musunuz? Şiddetle esen rüzgârları da hizmetine sunmuştuk. Rüzgâr onun emriyle, bereketlendirdiğimiz yere doğru eserdi. Biz her şeyi biliyorduk. Denize dalan ve bundan başka işleri de gören şeytanları da ona boyun eğdirdik. Onları gözeten de bizdik” (Enbiya, 79-82)