İslami Hareket Örgütü'ne üye olmak suçlamasıyla geçtiğimiz ay tutuklanan Ekrem Baytap'ın Bayrampaşa Cezaevi'nden dergimize gönderdiği bu yazıyı yayınlarken, tüm müslümanları bir kez daha işkencecilere ve işkenceci dikene karşı duyarlı olmaya çağırıyoruz. HAKSÖZ
1993 yılının Ocak ayının sonlarına doğru basının bazı manşetleri hatırlanacaktır: "Türkiye'yi Sarsan Örgüt", "Cinayetler Aydınlanıyor!", "Emeç ve Dursun'un Katilleri Yakalandı!" gibi sansasyonel başlıklar müslümanlar için icra edilen/edilmek istenen birtakım kirli senaryoların habercisiydi. Polisin geniş hayal gücü ve sınırsız senaryo üretebilme yeteneğinin sonucu olarak bazı müslümanlar karanlıkta kalmış birçok olayın failleri olarak gözaltına alınmış ve yoğun işkenceler altında alınan ifadelerle suçlu durumuna düşürülmüştü. Haklarında idam istemiyle dava açılan bu müslümanların daha sonra mahkeme safahatında ardarda serbest bırakılmaları senaryonun ne kadar başarılı(!) olduğunu ortaya koyacaktı.
Fakat her çeşidinden yargısız infazların bolca görüldüğü bu ülkede önemli olan 'gerçekler' değil, egemenlerin amaçlarıydı. Ve bu amaçlar doğrultusunda bir çok şahısla birlikte ben de, ta başından itibaren bu senaryoya dahil edilmiştim. Gazetelerde ardarda resimlerim yayınlanmaya, ismim sürekli zikredilmeye başlamıştı. Başta dönemin Başbakanı Demirel olmak üzere bir çok yetkili zevat tarafından "elebaşlarından biri" olarak nitelenmekteydim. Enterasan olan, her geçen gün isnad edilen suçlarımın artmasıydı, suç dosyam adeta bir sayaca bağlanmış gibi sürekli kabarmaktaydı. TC koşullarında aranır durumuna düşmek kişi için peşinen suçlu muamelesini hak etmiş olmak anlamına gelmekteydi. Öte yandan, daha evvel şubede polisin konukseverliğini(!) tatmış birisi olarak, teslim olmam söz konusu olamazdı. Üstelik asılsız, delilsiz suçlamaların ortalığı tozu dumana kattığı bir ortamda, teslim olmamın "çatışmada ölü olarak ele geçirildi"ye dönüşme ihtimalini de göz önünde bulundurmak zorundaydım. Bu kovalamaca kendisine bir halı bırakmak için gittiğim eski iş ortağım olan Z. D. isimli bir müslümanın evinde daha önceden karakol kurmuş bulunan polisler tarafından gözaltına alındığım 6 Ekim gününün öğle vaktine kadar sürdü.
Apar topar Gayrettepe'ye getirildim. Yol boyunca hayatın çeşitli aşamalarla dolu bir imtihan olduğunu ve şu anda zorlu bir aşama ile karşı karşıya geldiğimi düşündüm. Zalimler karşısında bir müslümanın nasıl davranması gerektiğinin bilincindeydim. Beni bu imtihanda yalnız bırakmaması ve ayaklarımı sabit kılması için Rabbime yalvardım.
Şubede komiserin ilk sözü "İsmini söyle, yazayım." oldu. Kendisine "Kimliğimde ne yazıyorsa, onu yaz!" dedim. "Sözlü ifade et!" dedi. "Okuma-yazman vardır, kendin oku ve yaz" dedim. Kızgın bir şekilde "Öyle mi?" dedi ve gözlerim bağlanarak hemen aşağı (işkencehane)ya indirildim ve fasıl başladı. "Soyun!" dediler. "Soyunmayacağım!" dedim. Bunun üzerine iki-üç kişi üzerime çullanarak bir yandan tartaklarken, bir yandan da üzerimdeki elbiseleri çıkartmaya başladılar.
Saat 13.30'dan yaklaşık 22.00'ye kadar küfür, hakaret, falaka, askı, elektrik ve tazyikli su şeklinde 4-5 aşamalı bir işkenceden geçirdiler. Bana kesin teşhis koydukları için ağlarına büyük bir balık düştüğü inancıyla yukarıdakiler sık sık beni görmeye geliyorlardı. İşkence boyunca ağzımdan en ufak bir çıt çıkmamasının işkencecileri hayli öfkelendirdiğini görüyordum. Bu esnada sesimin çıkmaması için dilimi ve dudağımı farkında olmaksızın ısırıp, kötü bir şekilde yaraladığımı işkence seansının sonunda farkettim.
Saat 22.00 civarında beni giydirip başka bir yere götürdüler. Bir kaç soru daha sorup yine cevap alamayınca gözlerimi açtılar. Bulunduğumuz yer genişçe bir salondu. Karşımda bir adam oturuyordu. Kendini tanıttıktan sonra, ismimi sordu. Kimliğimin ellerinde olduğunu başka hiç bir soruya cevap vermeyeceğimi söyledim. Bir kaç soru daha sorup, cevap alamayınca çekip gitti. Diğerleri tekrar gözlerimi bağladılar ve işkenceye başladılar. Bu arada namaz kılmak istediğimi söyledim. Zebaniler, kendilerine böyle hitap ediyordum, namaz molası verdiler. Abdest alıp, cem ederek namazlarımı kıldım. Ayakta duracak takatim kalmadığından namazı oturarak kılıyordum. Namaz sonrası işkenceciler kaldıkları yerden devam ettiler. Bir sonraki geceye kadar bütün bir gün aralıksız işkenceyi sürdürdüler. Sekizer kişilik gruplar halinde vardiya değişerek işkenceye devam ediyorlardı. Bu süre boyunca konuştuğum tek şey Allah'ın azabının kendilerini mutlaka yakalayacağı ve yaptıklarının hesabını Allah'ın onlardan soracağıydı. Bu sözlerim işkencecileri çılgına çeviriyor, azgınlaştırıyordu. Allah'ın onlardan yana olduğunu, ezanın susmaması ve bayrağın inmemesi için çalıştıklarını söylüyorlardı.
Bir ara kendimi kaybetmişim. Kendime geldiğimde üzerime tutulan tazyikli bir su altındaydım. Gözlerimi açtığımda biraz mola verdiler. "Ne istiyorsun?" diye sordular. Su istedim. Getirdiler. İçtim. Arkasından namaz kılmak istedim. Bıraktılar. Kıldım. Yemek teklif ettiler. Reddettim. Tam bu sırada yakalandığımda üstümde bulunan çağrı cihazına "...bekliyorum." şeklinde bir mesaj geldi. Mesajı gönderenin nerede beklediğini öğrenmek için hışımla başıma toplanıp her taraftan çıldırmışcasına vurmaya başladılar. 15-20 dakika kadar süren bu dayak faslı bir şey söylememem üzerine durdu. Bu esnada biraz dinlenme fırsatı buldum.
Bir kaç saat sonra zebaniler yanlarında .... (*) olmak üzere tekrar geldiler. Gözlerimi açtılar ve bana hayatımı anlatmaya başladılar. Fiziki işkenceye ara verilmiş, psikolojik işkence devreye girmişti. Yapabilecek bir şeyimin olmadığını, boşuna direndiğimi, gereksiz yere kendime işkence yaptırdığımı, kendilerinin de müslüman olduklarını, aslında mevcut sistemin İslam'la çelişmediğini bol bol anlattılar. İrşad edici(!) bu vaazlar karşısında dayanamayıp cevap verme zorunluluğu hissettim. Ben konuşmaya başlayınca yukarıya çözülmeye başladığımı bildirmiş olmalılar ki 10'dan fazla kişi başıma toplandı. Ben "müslüman olduğunu söyleyen birinin İslam'la taban tabana zıt olan mevcut rejimi benimseyemeyeceğini, Kur'an'a iman etmenin ne demek olduğunu bilmediklerini" yarım saat kadar anlattım. Kendi inanç çelişkilerinin ortaya çıkmasının rahatsızlığıyla (veya taktik gereği) konuyu değiştirip, tekrar kimi sorular sormaya başladılar. Bu sorulara cevap vermeyeceğimi söyleyip, konuşmayı kestim. Tekrardan beni askıya aldılar.
2-3 saat kadar sonra askıdan indirip beni yukarı yetkili'nin odasına çıkardılar. İsmimi kabullenmeme yönelik baskılar devam etti. Daha sonra birisi "Gözünü açın." dedi. Karşımda ...... gördüm. Bana "Sen Kur'an'ı iyi biliyormuşsun." dedi ve Yasin Suresi'nden 6-7 ayet okudu ve "Tefsirini yap, bize tebliğ et!" dedi. Etrafta 5-6 kişi daha vardı. Bu şartlar altında kendisini muhatap alamayacağımı, gözlerinin içine bakarak ve oldukça sert bir şekilde belirttim. Hakaret etmeye başladı, sonra "Ben kimim?" diye sordu. "Seni tanımıyorum." deyince, zıvanadan çıktı. Konuşmanın başında ses tonu ve mimiklerinde görülen aşağılayıcı, kendini beğenmiş tavır, şimdi hiddetten köpürmeye dönüşmüştü. Yanındakilere "Götürün, Belgrad ormanlarında icabına bakın!" diye bağırdı.
Daha merdivenlerde işkenceciler sanatlarını icraya başlamışlardı. Ertesi gün bitimine kadar bu seansa devam ettiler. Bu arada iki defa namaz molası vermişlerdi. Akşamleyin tekrar gözümü açtılar. Her zamanki usulleriyle banyo(!) yaptırdıktan sonra kendime gelebilmem için bir saat kadar yürüttüler. Kendime gelince yemek isteyip istemediğimi sordular. İstemediğimi söyledim. "Açlık grevi mi yapacaksın?" diye sordular. "Hayır, canım istemiyor." dedim. İşkence sırasında karşılıklı diyalog olarak başka hiç bir konuşma olmuyordu. Bu arada her türlü hakarette bulunmaktaydılar. İki tanesi bir kaç defa küfür de ettiler. Terbiyesizlik yapmamalarını söyledim, bir daha etmediler. Bilahere bu zebaniler özür(!) dilediklerini de söyleyeceklerdi.
Biraz sonra 'yetkili' geldi. Bana ismimle hitap ederek, kendilerine bir cevap vermemi istedi. "Neyi hedefliyorsun? Ne yapmak istiyorsun? İsmini kabul edecek misin, etmeyecek misin?" şeklinde birtakım sorular sordu. "Adamlarını çıkar, seninle yalnız konuşacağım." dedim. Siyasi tavrımı ortaya koymaya niyet etmiştim. Çok sevinmişti, hemen bütün adamlarını dışarı çıkarttı. "Hiç bir şey konuşmamak gibi bir niyetimin olmadığını, fakat üzerimde işkence, tehdit ve baskılar sürdükçe ağzımı bile açmayacağımı, isim kabul etmeyeceğimi, işkence ve tehditlerin bittiğine mutmain olursam (zamanı onların değil, benim belirleyeceğimi vurgulayarak) özgeçmişimi, siyasi düşüncemi açıklayabileceğimi ve bana yöneltilen bazı suçlamalara cevap verebileceğimi fakat kesinlikle onların istedikleri konularda konuşmayacağımı, istedikleri sorulara cevap vermeyeceğimi" söyledim. "Bunu da işkence korkusuyla değil, sadece müslüman kimliğimi korumak, asılsız ithamlara cevap vermek ve İslami düşüncemi izah etmek için yapacağımı" belirttim.
Kendisinin de İslami düşünceyi benimsediğini, müslümanlara faydalı olmayı amaçladığını kendince izah etmeye çalışan 'yetkili' çekti gitti. Ardından zebaniler geldi. Bana son derece kibar davranmaya başlamışlardı. İhtiyaçlarımı sordular, sadece su ve namaz imkanı istedim. Dışarıdan şişe suyu getirdiler. (Bunu özellikle vurguluyorlardı.) Namaz için bir battaniye getirdiler. Bir tanesi bir saat kadar bana masaj yaptı. Kollarımı ve boynumu oynatabilmeye başlamıştım. Bileğim çok incinmişti, sargı sardı. Beni yukarı çıkardılar, kanapeye uzanıp dinlenmemi istediler, kabul etmedim. Yiyecek getirdiler, onu da reddettim. Sadece bir çay içtim. (Çayın zihnimi toplamak için faydalı olabileceğini düşünüyordum.)
Bu arada birisi Ankara'dan geldiğini, işkencede bulunmadığını, benimle sohbet etmek istediğini söyledi. Hiç yüzüne bakmadan kimseyle sohbet etmeyi düşünmediğimi söyledim. Bu esnada zebanilerden bazıları onlara karşı kızgın ve sert olmakta haklı olduğumu falan söylediler. Anlaşılan şimdi sıra "iyi polis" rolüne gelmişti. Kendilerine "Nasıl bu kadar karaktersiz olabiliyorsunuz? Nasıl günlerdir yaptıklarınızı unutup şimdi karşımda böyle konuşabiliyorsunuz?" dedim. Onlar da "meslekleri icabı böyle davranmak zorunda olduklarını, bu karakter olmazsa bu işi yapamayacaklarını" gayet pişkin bir şekilde ifade ettiler. Ankaralı bozulmuştu, kalkıp gitti. Bir daha da görünmedi.
Daha sonra tekrar aşağıya indirdiler. Vücudum o kadar hırpalanmıştı ki, kendimi adeta bir ceset gibi hissediyordum. Sabaha kadar büyük buz kalıplarının üzerine yatırarak, üstüme de yine buz döşeyerek tedavi ettiler. Sabah namazı vakti tekrar gözlerimi açtılar. Ayakta durabiliyordum, ama hiç bir hareket yapamıyordum. Su döktüler abdest aldım, namaz kıldım. (Namazı özellikle ifade ediyorum, çünkü bu vakitlerde işkenceciler farklı bir psikolojiye bürünmeye gayret ediyorlardı. Adeta namaz kılma imkanı sağladıkları için kendilerine şükran duymamı ister gibi bir halleri vardı. Aralarında İslami kültürü ve İslamilik piyasasını çok yakından bilenler bulunduğu dikkatimi çekiyordu.)
O gün, ikindiye kadar hareket yeteneğimi geliştirmeye çalıştılar. Bu arada kesintisiz sorgu devam ediyordu. Cevap vermek istemediğim soruları tekrar etmemelerini istedim. Kendileri bazı sorulara cevap bulmak zorunda olduklarını, bunun için her yolu deneyeceklerini ifade ettiler. Ben de "iki zıt kutup olduğumuzu, onların görevinin benden bilgi almak, benim sorumluluğumun da kendilerine bilgi vermemek olduğunu ve bunun için de her yolu deneyeceğimi" söyledim. Yemek tekliflerini yine reddettim. Akşama doğru beni 'yetkili'nin yanına çıkardılar. Beni nezaketle karşıladı. (Yukarıya çıkarmadan önce. aşağıda, onun İslamiliğini ve insaniliğini bolca anlatmışlardı.) Çay istedi ve yavaş yavaş konuya girmeye başladı. Biraz konuştuktan sonra, benim yapacağım uygun bir açıklamayla meseleyi kapatmak istediklerini ifade etti. Ben de "olayı büyütenin kendileri olduğunu, kendilerine başarı ve yükseklik payesi aradıklarını" söyledim. Bana tekrar "konuşup konuşmayacağımı ve ismimi kabul edip etmeyeceğimi" sordu. Ben konuşmamın kendi tavırlarına bağlı olduğunu, ancak her halükarda istedikleri konuda bir şey konuşmayacağımı, sadece fikri konularda konuşacağımı söyledim.
Benimle ilgili şu an ne düşündüklerini, yakalanmamdan kimlerin haberdar olduğunu sordum. ...... dışında hiç kimseye haber vermediklerini, ilgili masa ve oradaki yetkililerin dışında hiç kimsenin durumu bilmediğini söyledi. "Peki ne yapmayı düşünüyorsunuz?" dedim. "Kendilerinin de bu konuda kararsız olduklarını, önceleri çok ümitlendiklerini, ancak şimdi karamsar olduklarını, hiç olmazsa daha önce deşifre olmuş konuları kabul etmemi, yalan da olsa bir kaç açıklama yapmamı beklediklerini, yukarıdakilerin de bu endişe içinde olduklarını" belirtti.
Ben "ifadelerimde kesinlikle yalan konuşmayacağımı, kendilerine karşı İslami kişiliğimi koruyacağımı, konuşmak istemediğim konuların kişiliğim ve inancımı korumaya yönelik olduğunu, kendilerine karşı korku ve zaafiyet içinde olmadığımı, daha önce inancım ne ise aynı inancı burada da koruduğumu ve ömrümün sonuna kadar koruyacağımı" uzun uzun ifade ettim. "Kahraman mı olmak istiyorsun?" diye sordu. "Hayır, bir müslümanın yapması gereken şeyi yapıyorum." dedim. "Biz senin inancını terk etmeni istemiyoruz ki, bazı yanlış anlayış ve amellerinize karşıyız." dedi. Bu arada üç veya dört defa telefon geldi, durumun nasıl gittiğini soruyorlardı. "Henüz bir şey yok, konuşuyoruz." diye cevap veriyordu. En son telefonda "Gelebilirsin." dedi. Biraz sonra ...... ve bir kişi daha birbiri peşi sıra geldiler. O esnada fark ettim. Kapının arkasında ve yan odada bir sürü adam bizi dinliyormuş. Hepsi teker teker selam vererek gelip oturdular. Kendi açılarından deşifre olduğunu ifade ettikleri konularda fikri teatide bulundular. Konuşmanın akışı içerisinde "Sen silahın gerekliliğine inanıyor musun? Silah gereksiz bir şey mi?" dedi. "Silahın bir güvenlik ve koruma aracı olduğunu bütün dünya kabul ediyor. Ben de güvenlik ve korumada hem fert, hem topluluk için silahın gerekliliğine inanırım." dedim. Konuşmamın bir yerinde "...... Siz hükümet için propaganda malzemesi oluşturdunuz." dedim. "Hükümeti bu işe karıştırma, hükümete laf atma." Diye ..... uyardı.
Daha sonra havayı yumuşatmak için "Bazı isimler zikrederek, örgüt liderlerinin gözaltına alındıklarında, tavırlarının benimki gibi olmadığını, işkence görmemek için kendileriyle (emniyet yetkilileri) pazarlık yaptıklarını, önemli olaylara açıklık getirdiklerini, önemli isimler verdiklerini" söylediler. Ben, "Müslüman olduğumu, onlarla kıyaslanamayacağımı, ancak inancımı yitirmemle böyle bir şeyin olabileceğini, kendileriyle anlaşmamın bu anlama geleceğini, inancımı koruduğumu, düşünce ve fikirlerimi terk etmediğimi, etmeyeceğimi" uzun uzun anlattım.
İyi polis rolünün sökmediğini gördüklerinde zebaniler devreye giriyor ve sanatlarını icraya devam ediyorlardı. Bu şekilde işkence günlerce devam etti. Bu süre içinde hiç yemek yemedim. Ayrıca direncimin çözülmesi için uyumama müsaade etmiyorlardı. Yine işkence süresince beni hiç hücreye götürmediler, sürekli olarak işkencehanede kaldım. O berbat, sefil hücre ortamının işkencehaneden sonra insana beş yıldızlı otel gibi geldiğini yaşayanlar bilirler. Bana bu lüksü tattırmaya niyetleri yoktu.
Günlerce sonra, bir akşam beni ilk defa iki saat uyuttular. Tabii gözlerimi kapattığım gibi gitmişim. İki saat sonra iki kişi kollarıma girerek beni kaldırmaya çalıştılar. Her tarafım taş kesilmişti. Uyuduğuma pişman olmuştum. Hiç bir hareket yapamıyordum. Bir kaç saat masaj yaptılar, ancak biraz hareket yapabilecek duruma geldim. Uyandıktan sonra fiziki işkencenin bittiğini tahmin etmiştim. Daha doğrusu vücudumun işkence kaldıracak bir hali kalmamıştı. Kanuni gözlemaltı süresinin bitimine az kaldığını zannediyordum. Çünkü vücudumdaki izleri ve yaraları kapatmaya çalışıyorlardı. Bana karşı davranışları değişmişti. (İyi polis rolünü oynuyorlardı.) Paramla yiyecek almaya başladım. (Bisküvi ile beraber süt veya meyve suyu.) Yine paramla bana ilaç aldılar. Son dört gün tamamıyla iyileştirmeye yönelikti. 24 saatte iki saat uyumama müsaade ediyorlardı. Morartı ve şişkinliklerin inmesi için büyük buz kalıpları arasında suyla banyo yaptırıyorlardı. Gündüzleri de merhem ve masajla geçiyordu. Hep dinleyici durumundaydım.
'Yetkili' bir ara, (9. veya 10. günde, benden ümitlerini kestikten sonra) "Yatıp kalkıp seni bir bir yerde kıstırmak için dua edeceğim. Senin gibi zararlı birinin yaşamasına kesinlikle müsaade etmeyeceğim." diye yemin etti. Ben de "İstediğin şeyi yapabilirsin." dedim. Tabii zebaniler, nasıl böyle konuşursun diye tekrar saldırdılar.
Tutuklanmamdan iki gün önce beni başkalarıyla birlikte basının önüne çıkarttılar. Ne üzerimde, ne de başka bir yerde bana ait hiç bir suç aleti yakalanmamasına rağmen, çeşitli yerlerden topladıkları bir çok "aksesuar"ı önümüzdeki masaya yığmışlardı. Üstelik kesinlikle alakam bulunmayan birtakım olaylarla beni ilişkilendirmeye çalışmaktaydılar. Sanırım, tüm senaryoların boşa çıkmasının rahatsızlığı içindeki polis hiç olmazsa bir şeyler tutturma gayretiyle beni peşinen mahkum etmiş olmalarını haklı çıkartmayı hedefliyor, tükürdüğünü birden bire yalamayı göze alamıyordu. Bu arada ilk birkaç günden sonra yoğun işkence ve namüsait şartlar sonucunda tarih ve zaman mefhumunun belli-belirsiz bir hal aldığını belirtmeliyim. Zamanı ancak zebanilerin vardiya değişimi ve namaz vakitlerinden tahmin etmeye çalışıyordum. Bu yüzden zamana ilişkin burada geçen ifadelerimde yanlışlar bulunabilir.
Son gece uyuyup dinlenmem için beni hücreye aldılar. Öbür gün DGM'ye çıkardılar. Şimdi H Blok sakinleri arasındayım. Bu mektep bize de kısmetmiş.
Rabbimden günahlarımın bağışlanmasını diliyorum.
* Yazıda geçen bazı yetkililerin isimleri Terörle Mücadele Kanunu'nun hışmına uğramamak için metinden çıkartılmıştır.