Ekim ayı boyunca Türkiye’de PKK’ye bağlı YDG-H isimli örgütün başlattığı kapsamlı bir tedhiş durumu yaşandı. Bir süredir adeta “IŞİD’çi avı” şeklinde başlayan ve PKK/HDP’nin düğmeye basmasıyla 6-8 Ekim tarihleri arasında yoğunlaşan olaylar aynı dozajda olmasa da halen yer yer sürmektedir. Sadece can kayıpları bağlamında -bu yazının kaleme alındığı tarih itibariyle- 37 insanın ölümüyle sonuçlanan bu durum, ortaya her bakımdan tam bir yıkım ve vahşet tablosu çıkarmıştır. Bu durum, özellikle Eylül ayı itibariyle önemli gelişmelere konu olacağı yönünde beklenti oluşturulan “çözüm süreci”nin inandırıcılığı noktasında kamuoyunda ciddi soru işaretlerinin oluşmasına sebep oldu. Ve tabi çözüm sürecinin yol açtığı kazanımları riske etmenin yanı sıra bölgedeki Müslümanları da önemli oranda sıkıntıya sokan bir gelişme bu.
Doğal olarak hemen tüm kesimlerin ve kamuoyunun kahir ekseriyetinin gündeminde olan bu gelişme, üzerine eğilmeyi fazlasıyla hak ediyor. Meselenin köklü bir arka planı ve birçok boyutu olmakla birlikte burada bütün bu gelişmelerin Suriye özgürlük mücadelesi üzerindeki etkisi ve onunla iç içe geçen Türkiye’deki çözüm sürecine dönük yüzü merkeze alınarak bir değerlendirmeye gidilecektir.
Gerilimin Ana Aktörlerinden Biri Olarak IŞİD ve Yükseldiği Zemin
Son dört ayda Irak, Suriye ve Türkiye’deki çözüm süreci hattında yaşanan baş döndürücü hızdaki gelişmeler üç ülkenin gündemini iç içe geçirmiş bulunmakta. PKK unsurlarının Kobani ajitasyonuyla bölgede yükselttiği tedhiş olaylarının da bu üç ülkedeki gelişmelerle birlikte değerlendirilmesi zorunlu.
Konuyu IŞİD gündeminin globalleşmesini sağlayan ve örgütün tarihinde yükseliş dönemi olarak tanımlanabilecek Musul’un “fethi” sürecinden itibaren ele almakta fayda var. Hatta denilebilir ki, bugün Suriye direnişinin muhatap olduğu emperyalist müdahale ve bağlı olarak gelişen Kobani merkezli gerilim biraz da Irak’taki olaylar dizisinin salt IŞİD’e indirgenmesinin getirdiği sonuçlardır. Gelinen noktada bu gelişmelerin salt IŞİD’e mal edilmesinin yanlışlığının en azından kendisine Suriye direnişinin lehine bir konum biçen kesimler açısından anlaşılmış olması gerekiyor. Burada IŞİD olarak isimlendirilen örgütün azımsanamayacak düzeyde rolü vardı ancak söz konusu örgüt, büyük bir koalisyonun parçasıydı. Nicelik itibariyle IŞİD’in kat be kat fazlası olan Sünni aşiretler, eski Baasçıların da içinde yer aldığı Nakşibendi Ordusu vb. oluşumlar Maliki despotizminin mağdur ettiği kesimler arasındaydı. İdeolojik olarak farklı olmakla birlikte Irak’taki şartlar bunları profesyonel savaşçı konumunda olan IŞİD’e mecbur etti. Musul olayı ile başlayan olaylar dizisinde de bu aktörlerin önemli rolü vardı.
IŞİD, tarz ve yöntemiyle Suriye ile Irak’ta farklılık gösteren bir örgüt. Musul olayına kadar Irak’ta zaaflı da olsa küresel istikbar güçleri ve onların arkada bıraktığı İran’ın kuklası Maliki despotuna karşı bir direniş koalisyonu vardı. Musul’un fethi ile sonuçlanan süreci de bu koalisyon yürüttü. Maliki, Sünni unsurlarla İran ve onun Irak siyasetinin arkasındaki küresel istikbar güçleri adına bir vekâlet savaşı yürütüyordu. Onun tasfiye edilmesi sonucunu doğuran Irak’taki koalisyonun direnişi kısmi bir başarıyı yansıtmaktadır. Bu süreçte Irak intifadasının İran ve ABD’nin başını çektiği aktörleri ciddi anlamda bir korku ve paniğe sevk ettiği görüldü. İran, her ne kadar ilk etapta Hizbullah ve Kudüs Ordusu gibi bölgeye kanalize ettiği Şii holiganlarıyla Maliki diktatörlüğünü koruyup kollamak için seferber olduysa da ABD ve Suudi Arabistan’la anlaşarak Maliki’yi gözden çıkarmada gecikmedi.
Tabi ki Irak’ta hızlı seyreden gelişmeler direniş koalisyonunun istediği yönde sonuçlanmadı. Koalisyona tabiri caizse ağabeylik yapan IŞİD’in Musul başarısının hemen akabinde Bağdat’ı bir kenara bırakarak Mahmur ve Şengal/Sincar’a yönelmesi direniş koalisyonu için stratejik bir sapmaydı ki, bu durumun koalisyonda çatlaklar oluşturması ve direniş sürecini boğması gecikmedi. Bu durumun yol açtığı en önemli ve kayda değer sonuç, ABD-İran-Suudi inisiyatifinin Irak’a öngördüğü gelecek senaryosunun reelleşmesi olmuştur. Keza o günkü olayların sıcaklığı içinde Irak’a biçilen gelecek senaryoları arasında iki tanesi dikkat çekici idi. Bunlardan biri Barzani ve Türkiye’nin ABD’ye rağmen gelişen inisiyatifinde olan bölünmüş Irak senaryosuydu. Her ne kadar ilkesel olarak birlikten yana olsalar da reel durumun Irak’ta bölünmeye işaret ettiğini dillendiren Barzani-Türkiye inisiyatifi, mevcut bölünmüşlüğün resmiyet kazanması gerektiğini ima ediyordu. IŞİD’in uzun vadede bu senaryoda kendisine yer bulup bulamayacağı tartışmalı idi ama böylesi bir senaryo şayet gerçekleşseydi bu başta Sünni aşiretler olmak üzere Kürtlerin, Türkmenlerin, Suriye direnişinin ve Türkiye’nin lehine olabilirdi.
Diğeri ise ABD-İran-Suudi inisiyatifinin öne çıkardığı Malikili veya Malikisiz birleşik Irak senaryosu olarak tanımlanabilecek ikinci senaryoydu. ABD-İran inisiyatifi Sünnilerin maruz bırakıldığı sistematik zulme gözlerini kapayarak ısrarla Türkiye’ye de zararı dokunan IŞİD’le mücadele temelinde Ankara ve Erbil’i birleşik Irak senaryosuna dâhil etmeye ve örgüte karşı safları sıklaştırmaya ikna etmeye çalıştı. Daha sonra ne olduysa direniş koalisyonuna ağabeylik yapan IŞİD bir anda koalisyonun stratejik Bağdat’a yönelme hedefinden saparak Mahmur ve Sincar/Şengal gibi cılız Kürt bölgelerine yöneldi. Ve ister dış güçlerin yönlendirmesi isterse de IŞİD’in indi birtakım hesaplarla giriştiği bu hedef saptırması ABD-İran’ın daha sonra Suud’un da dâhil edildiği gelecek senaryosunun başarılı olmasına elverişli zemin oluşturdu. İlkin direniş koalisyonu çatladı, sonra dört koldan korunmaya çalışılan Maliki despotu tasfiye edildi ve sonrasında kurulan yeni siyasal sürece katılmaları için Suudi üzerinden Sünni aşiretler ikna edildi. Nihayetindeyse Sünni aşiretlerin de uzun vadede lehine olan Barzani-Türkiye inisiyatifi diskalifiye edildi. Barzani de yeni siyasal sürece katılmaya, tabiri caizse ABD’nin kucağına oturmaya mecbur kaldı. Gerek IŞİD’in Irak intifadasına yaptığı ihanet gerekse de ABD-İran-Suudi inisiyatifinin gelecek senaryosunun reelleşmesi örgütü yalnızlaştırdı. Böylece yükselişin zirvesi aynı zamanda düşüşün de başlangıcı oldu IŞİD için.
IŞİD’in gayrimüslim Ezidi Kürtlerin yerleşik olduğu Sincar/Şengal’e yönelmesiyle birlikte sürecin öne çıkardığı bir diğer aktör de PKK oldu. PKK gibi fırsatçı bir örgüt bu krizi de lehine dönüştürmeyi başarmıştır. Süreçten güçlenerek çıkanlardan biri de PKK olmuştur. Öyle ki, Ezidileri koruma adı altında tüm anti-emperyalist iddialarına rağmen ABD, İran, Kudüs Ordusu, Hizbullah, Pêşmerge vb. unsurlarla kol kola giren PKK’nin buraya yerleşmesi hem uluslararası çapta ona adeta meşruiyet kazandırdı hem de onunla başı dertte olan Barzani’yi zora soktu, Kürt ulusal hareketi üzerindeki Barzani etkisini minimize etti. Barzani ne kadar istemese de PKK Sincar’da kalıcı olduğunu ve burayı kolay kolay terk etmeyeceğini ortaya koydu. Böylece PKK bir mevzi daha kazandı.
Uluslararası Müdahale IŞİD’den Ne Götürdü, Suriye Halkı ve Direnişine Ne Getirdi?
Güya Esed’in karşısında ve Suriye özgürlük mücadelesinin yanında yer almış gibi yapan küresel aktörlerin İran ve Esed’in bilgisi dâhilinde IŞİD’e karşı Irak’tan sonra Suriye’de başlattığı müdahalenin farklı hedeflere mebni olduğu tez zamanda anlaşıldı. Buradaki müdahalenin amacının salt IŞİD olmadığı açıktı. Bir kere işin içerisinde Esed ve ona kol kanat geren İran vardı. İkinci olarak daha müdahalenin arifesinde Suriye intifadasının en muteber unsurlarından biri olan Ahraruş Şam’ın önde gelen komutanlarının şehit edilmesi zamanlama olarak manidardı. Üçüncü olarak bu müdahalenin IŞİD dışındaki Suriye İslami direniş örgütlerini de fiilen kapsaması buradaki hesabın farklı olduğunu gösteriyordu.
İddia edildiği gibi bu müdahalenin Suriye halkına ve özgürlük mücadelesine kayda değer hiçbir katkısı olmamıştır. Peki, kime yaramıştır? İran’a, Suudi Arabistan’a, Esed’e, Rusya’ya, ABD’ye vb. bilumum birbirinin zıttı geçinen ikiyüzlü sahtekâr güce!
Bununla beraber gerek Irak gerekse de Suriye’de IŞİD bahanesiyle başlatılan emperyalist müdahalenin beraberinde birçok çelişkiyi de bir kere daha ortaya çıkardığı görülüyor. Mesela İran’ın, Hizbulesed’in ve bunların Türkiye’deki muhiplerinin öteden beri diline doladığı “direniş hattı” söyleminin ne kadar mide bulandırıcı ve gerek bunların gerekse de Esedsever solun takındığı anti-emperyalist maskenin koca bir yalandan ibaret olduğu gerçeğini bir kez daha ayan beyan ortaya koymuştur. Nitekim İran, ABD ile giriştiği bu işbirliğinin meyvelerini kısa süre sonra toplamaya başlamıştır. Sözde anti-emperyalist İran, Amerikan istekleri doğrultusunda Irak’ta Maliki’yi tasfiye etme, Suriye ve Irak’ta IŞİD’e karşı mücadelede ABD ile saf tutmasının kirli meyvelerini devşiriyor. Bu bağlamda yeni pazarlıklar ve kirli ittifaklar için Kerry ile Cevad Zarif’in Ekim ayı içerisinde Avusturya’da tek celsede tam 7 saat görüştüğünü İran kaynakları da yalanlamıyor.
Yangın Yerinden Mal Kaçırma Örnekleri: IŞİD ve PKK/PYD
Hem Irak hem de Suriye’de gelinen nokta şunu göstermiş olmalı: IŞİD de PKK/PYD de dar çıkarlarını merkeze alan, gücü ele geçirdiğinde rahatlıkla tahakküme soyunabilen ve tam da bu pragmatist özellik dolayısıyla kriz durumlarını dar örgütsel çıkarları için rahatlıkla avantaja dönüştürebilen bir yapısal karakter arz etmektedir. Bu iki oportünist örgütün gerek Irak gerekse de Suriye’de birbiriyle giriştiği kirli iktidar rekabeti ve çatışmasının muteber Suriye direnişi ve Türkiye’deki çözüm süreci bağlamında ne tür olumsuz etkiler doğurduğu üzerinde ayrıca durulacaktır. Burada özetle denilebilir ki; bugün Esed rejimi Suriye’yi bir yangın yerine çevirmiştir. Suriye direnişi bu yangını topyekûn söndürme çabasında. Ancak tüm ideolojik farklılıklarına rağmen IŞİD de PYD/PKK de özellik de Suriye aynasında iki hırsız örgütten ibarettir. Yangın yerinden mal kaçırmaya soyunmakta, kendilerine ait olmayan kazanımların üzerine konmuş ve birbiriyle kirli bir iktidar çatışması içerisinde olan iki örgüt. Her iki örgüt de Suriye’de paralel devlet inşa etme ve bunu hem birbirlerine hem de tüm dünyaya kabul ettirme çabasında.
Mesela PKK, Suriye’de PYD üzerinden elde ettiği sözde kazanımlarla o derece bir kibre kapılmış ve o kadar şımarmış ki, “Rojava Devrimi” edebiyatıyla yere göğe sığdırılmayan bu sözde kazanımı koruma uğruna Türkiye’yi de çözüm sürecini de ateşe atmaya hazır olduğu havasına soyunmuş vaziyette. IŞİD ile giriştiği kirli savaşı kendince bir avantaja dönüştürme amacıyla Rojava diye tanımlanan Kobani ve diğer iki kantonu Türkiye’ye dayatmak için yakıp yıkmaya girişmekte. Ve uluslararası güçler de “gerici güçler”e karşı “ilerici bir müttefik” olarak gördükleri PKK’nin bu tedhişini çözüm sürecinin altını oyma ve hükümetin Suriye politikasını teslim alma maksadıyla sonuna kadar kışkırtmaktan çekinmemekte. Koro halinde dillendirilen “Kobani düşerse…” nakaratının arkasında Türkiye IŞİD’in yükselişinin günah keçisi ilan edilmekte.
Peki, Türkiye iddia edildiği gibi gerçekten de bu kirli savaşta Kürtleri, daha doğrusu PYD’yi IŞİD’e yem mi ediyor? Açık olan şu ki; PKK/PYD lobisinin tüm aksi iddialarına rağmen ne Türkiye hükümeti ve ne de Suriye direnişi PYD’ye ve Rojava olarak tanımlanan bölgeye şu ana kadar cephe açmış değildir. Hele de iki kirli taraftan biri olan IŞİD’in desteklendiği açık bir yalan ve iftiradan başka bir şey değil. Kaldı ki ille de bir yakınlık kıyasına gidilecekse gerek Türkiye hükümeti gerekse de Suriye direnişinin belirli maslahatlar kaygısıyla IŞİD’den ziyade PYD’ye daha yakın durduğu, deyim yerindeyse açık kapı siyaseti izlediği bile söylenebilir. Türkiye hükümeti ve Suriye direnişinin PYD’ye karşı intifadanın başından bu yana izlediği siyaset burada şöyle özetlenebilir:
PYD, intifadanın ilk yılı boyunca söylemde kendisinin Suriye özgürlük mücadelesinin doğal müttefiki olduğunu iddia etti. Bu dönemde direnişin doğal olarak PYD’den beklentisi daha önce Qamışlo Serhıldanında olduğu gibi PYD’nin başını çektiği Kürt ulusal hareketinin intifadaya aktif olarak katılması yönündeydi. Daha sonra bölgesel ve küresel konjonktür PYD/PKK’nin elini güçlendirdi, fırsatçı siyasetine elverişli zemin oluşturdu. Örgüt bir yandan Esed ve arkasındaki güçlere yaslanarak bölgedeki etkinliğini artırmaya çalıştı, diğer yandan da savaşı bölgeye taşımak istemediğini söyledi. Ama Esed rejiminin bölgedeki varlığına ses etmezken direnişin bölgedeki etkinliğini artırmasını engelleyici politikalar izledi. Bir süre sonra Nusra ile çatışma bahanesine sığınarak Suriye direnişini oluşturan tüm örgütlerle ilgili ‘çete’ tabirini kullanmaya başladı. Yer yer yaşanan gerilim dışında gerek Suriye direnişi gerekse de sürgündeki siyasi muhalefet hiçbir zaman PYD ve Kürt bölgesinin gücünü yabana atmadı, topyekûn cephe açmadı. Tam tersine gerek Türkiye hükümeti gerekse de Suriye direnişi ve siyasi muhalefeti ta başından beri PYD’ye özetle şunu söyledi: “Esed’e tavır al, mücadeleye katıl; geleceğin Suriye’sini beraber kuralım. Direnişe aktif katılmıyor ve savaşı kendi bölgene çekmek istemiyor musun; o zaman en azından direnişin aleyhine ve Esed’in lehine olma!”
Dolayısıyla IŞİD’in şimdilerde Irak’tan da devşirdiği güçle takviye ettiği PYD ile mücadele cephesi, çeşitli bilinçli iftiralardan da beslenerek global çapta gündemin merkezine oturmuş, Suriye gerçeği bu gündemde buharlaşmış gözükmektedir. Suriye’de 3,5 yıldır Esed’in sistematik katliamları karşısındaki suskunluğunu kamuoyuna izahta zorlanan sözde küresel sorun çözücüler, dünyanın dikkatini “IŞİD tehdidi”ne çekerek Suriye gerçeğini adeta tersyüz etmişlerdir. Öyle ki bu sahte gündem altında Irak’ta küresel istikbardan güç alan Şii mezhep diktatörlüğünün Sünnilere yönelik izlediği sistematik katliamlar, Suriye’de 3,5 yıldır süren vahşet ve bunun yol açtığı insanlık dramı buharlaşmış; bunlar gündemden düşmüş-düşürülmüş ve birbirini yiyen iki kirli paralel devlet inşası IŞİD ile PKK asıl gündem haline getirilmiştir.
IŞİD Merkezli Gelişmelerin Suriye Direnişine Etkisi
Maalesef IŞİD örgütünün basiretsiz icraatlarından da beslenerek ortaya çıkan bu sonuçlar bir araya toplandığında tüm bunlar Suriye direnişi üzerinde şu olumsuz etkileri doğurmuş görünmektedir:
Özetle, IŞİD’in Irak’ta Kürt bölgelerine saldırıları;
- Türkiye-Barzani inisiyatifinin Irak’taki etkisini kırdı.
- Direniş koalisyonunda çatlak oluşturdu, zayıflattı. Sünni aşiretleri İbadi rejiminin kucağına itti.
- Uluslararası şer güçlerin fiilen Irak ve Suriye’de etkin olmasının bahanesine dönüştü ve hava müdahalesine elverişli zemin oluşturdu.
- PKK’nin işine yaradı, onun uluslararası çapta fiilen meşrulaşmasını sağladı.
- Kürt ulusal hareketi üzerinde ılıman Barzani çizgisini etkisizleştirdi, PKK inisiyatifini artırdı.
Yine IŞİD’in Suriye’de Rojava’ya saldırıları;
- Suriye muhalefetine yakın Kürt örgütlerini zora soktu. Bu unsurların PYD/PKK tarafından daha fazla tahakküm altına alınmasına neden oldu, manevra alanlarını daralttı.
- PKK’nin Kürt toplumu üzerindeki ajitasyona ve zorbalığa dayalı tahakkümünü artırdı; kitleyi etnik milliyetçi temelde seferberlik psikolojisine soktu ve milliyetçi histerinin daha fazla kirletmesini sağladı.
- PKK’ye hem Türkiye hem de Suriye Kürtlerinden rakip unsurlara karşı saldırı ve yok etme siyasetini güçlendirme avantajı verdi.
- Suriye muhalefetini batıya karşı zora soktu. Muhalefette bölünme ve iç çekişmelere sebep oldu.
- Uluslararası arenada Suriye gündemini saptırdı. Esed rejiminin uyguladığı vahşet gündemden kalktı, yerini “IŞİD tehdidi” aldı.
- Uluslararası şer odaklarının direnişi terörize etme siyasetine imkân sağladı. Suriye direnişinin muteber unsurlarını koalisyon ile IŞİD arasında tercihe zorladı. Bu çerçevede direniş güçleri arasında iç tartışmalara sebep oldu.
- Dış dünyada Suriye direnişinin imajını sarstı. Direnişin Suriyeli Kürtlere cephe açtığı yalanının tutmasına zemin sağladı.
- PYD/PKK’nin uluslararası düzlemde pazarlık gücünü artırdı, elini güçlendirdi.
- Esed-İran-Rusya koalisyonunu rahatlattı.
- Türkiye’yi hem çözüm süreci hem de Suriye politikası noktasında güç durumlarla yüz yüze bıraktı. Esed muhiplerine, çözüm süreci karşıtlarına ve bilumum çapulcuya moral verdi. Hükümeti Suriye politikası ve PKK üzerinden daha fazla yıpratmaya kapı araladı. Uluslararası alanda Suriye politikasında yalnızlaşmasına sebep oldu.
Çatışmanın Türkiye’ye Yansıması: Ajitasyon ve Vandalizm
Bugün Türkiye’de PKK’nin yoğunluk kazandırdığı şiddetin açık bir vahşet boyutuna vardığı ve de vandalizme dönüştüğü vakıa. Bu vandalizmin, yakıp yıkma tapıcılığının amaçları üzerine çok şey söylendi. Tüm bu amaç saptamaları arasında Kobani/Rojava gerekçesi ve buradaki IŞİD-PYD/PKK çatışmasına sıkça atıf yapıldı, yapılıyor. Ve tabi diğer birçok alanda olduğu gibi gerçeklik burada da çarpıtılıyor, köklü arka planı olan gelişmeler yeniymiş havasında sunularak algı operasyonlarına girişiliyor.
Buradaki söz konusu gündemin yeni bir gelişme olmadığını hatırlatmakta yarar var. Keza IŞİD ile PKK Suriye Kürdistanında en az 2-2,5 yıldır kirli bir iktidar çatışması yürütmekteler. Son Kobani gerilimi üzerinden meseleyi uluslararasılaştıran temel faktör sözde küresel sorun çözücülerin IŞİD’le mücadele önceliği üzerinden start verdikleri yeni süreç olmuştur. Yoksa PKK “Rojava Devrimi” adı altında idealize ettiği bu kirli yapı etrafında ilk kez seferberlik oluşturmuyor. Aksine örgüt buradaki kazanımlarını korumak için çeşitli atraksiyonlar içerisinde olagelmiştir. Hatta Suriye’nin Dostları grubundaki ülkelerin dikkatini çekmek ve onların gözüne girmek için bir ara Ankara ile de temasa geçmiş, Suriye muhalefeti ile arasını düzeltmeye çalışmış, Barzani ve onun Rojava’daki uzantılarını uzunca bir süre oyalamayı ve dahi kandırmayı bile başarabilmiştir. Yine bu bağlamda Türkiye’deki çözüm sürecinin sunduğu nimetlerden de sonuna kadar yararlanmıştır. Ama öte yandan da bölgesel ve küresel konjonktürün sunduğu elverişli zemini de fırsatçı siyaset temelinde pazarlık gücünü hep zinde tutmaya ve bu bağlamda Esed ve arkasındaki güçlerle de arayı bozmamaya özen göstermiştir.
Önemli bir diğer nokta da şudur ki; PKK, çözüm sürecinin en iyi işlediği zamanlarda bile Suriye’deki kazanımları risk altında olduğu sürece silahsızlanmanın hayal olduğunun altını çizmiştir. Daha birkaç ay önce silahsızlanmanın çözüm süreci bağlamında ağırlıklı bir gündeme dönüştüğü bir vasatta Kandil bir açıklama yapmış ve Suriye’deki duruma dikkat çekerek bunu dillendirenlerin hayal gördüğünü açıkça ifade etmiştir.
Kobani ajitasyonu süreci öncesinde onunla benzerlik arz eden “Rojava’da katliam var!” kampanyası PKK’nin “Rojava Devrimi”ni Türkiye’ye, Suriye muhalefetine ve dünyaya dayatma operasyonunun son etkin örneğiydi. Hatırlanacağı gibi, Suriye intifadasının üçüncü yılında İran’ın da akıl hocalığıyla PYD/PKK lobisi sahte deliller temelinde “Rojava’da katliam var!” yaygarası koparmış; bu iftira ve ajitasyon siyaseti ise tıpkı bugün gibi Suriye’nin asli gündemini saptırmış, direnişi zayıflatmış, Esed’in elini güçlendirmiş, Türkiye’deki çözüm sürecinde kırılmalar yaratmıştı. Ve yine bugün HÜDA PAR üzerinden olduğu gibi o günlerde de Özgür-Der ve İHH üzerinden Müslümanlar hedef tahtasına konulmuştu. Tıpkı o gün olduğu gibi yine bugün de bu Rojava lobisi İran gibi bölgesel güçler; uluslararası medyadaki AK Parti, çözüm süreci ve Suriye direnişi düşmanı kesimler ve Türkiye’deki liberaller ve solculardan geniş destek almıştır. Buradaki amaç ise belli: Çözüm sürecinin dibini oymak, Suriye direnişini zayıflatmak ve bu direnişin destekçisi olarak serpilen AK Parti hükümetinin Suriye politikasını teslim almak.
PKK’nin çözüm sürecinde daha üst aşamalara geçileceği söylenen böyle bir vasatta en az iki yıldır çatışma halinde olduğu IŞİD ile Kobani’de girdiği savaştan kalkarak “Rojava Devrimi” ajitasyonuna yeniden sarılması ve üstelik de bunu çözüm sürecinin devamı noktasında temel şarta dönüştürme ısrarı düşündürücü. Anlaşılan örgüt, IŞİD’in global ölçekte bir tehdit addedilmesini fırsata çevirerek Rojava paralel devletini bu elverişli koşullarda dayatma planını devreye sokmuş vaziyette. İzlediği tarz ve geliştirdiği retorikle açıkça Rojava’nın kendisi için çözüm sürecinden daha değerli olduğunu hissettirmekte. PKK doğrudan Apo’nun 5 Ekim’de düğmeye basmasıyla son süreçle birlikte Rojava uğruna gerekirse tüm diğer kazanımlarından vazgeçmeye ve yine bu uğurda Türkiye ve Kürdistan’ı baştan aşağıya yakmaya hazır olduğunu ilan etti sanki.
Nitekim bu süreçte ortaya konulan vandalizm 90’lı yılları aratmamıştır. Bununla birlikte yol açtığı yıkıcı bilançosuyla, tüm bu yakıp yıkmaların gerekçesi olarak ileri sürülen IŞİD’i bile fazlasıyla gölgede bırakacak bir mücadele anlayışına sahip olduğunu kanıtlamıştır. HDP’nin mide bulandırıcı bir pişkinlikle yıkımın faturasını HÜDA PAR’a ve hükümete yıkma çabasını ve bu yöndeki beyanlarını yine bizzat örgütün daha başka etkili şahıslarının beyanları yalanlamaktadır. Özellikle de YDG-H’nin sosyal paylaşım sitelerinde kendisine ait hesaplarda yaptığı kan dondurucu paylaşımlar PKK’nin siyasi kanadının yalanlarını ortaya saçmaya yeter de artar bile. Bu örgüt Kobani ajitasyonundan kalkarak gerçekleştirilen tüm yıkım ve katliamları hem de idealize ederek sahiplenmiştir. Bununla da yetinmemiş gerek olaylar öncesinde, gerek olaylar esnasında ve gerekse de an itibariyle önüne gelenleri pervasızca IŞİD’çi olarak etiketleyip kendi tedhiş kadrolarının hedefi haline getirmiş ve getirmektedir. PKK’nin vurucu timi bu çakallar sürüsü bir yandan baskı ve katliamla “Rojava Devrimi”ni dayatmaya çalışmakta, diğer yandan da bir süredir hükümetin çözüm sürecinin maslahatı adı altında göz yumduğu icraatlarıyla PKK’nin “Demokratik Özerklik” ideolojisinin bölgede fiilen tesisinin provasını yapıyor görünmektedir.
Son olayların bilançosu alabildiğine ağır. Tedhiş olaylarında can veren 37 insan ve ocağı sönen onlarca aile… Tüm bunların yanında yakıp yıkılan ve kullanılamaz hale getirilen okullar, dershaneler, Kur’an kursu vb. eğitim kurumları, araçlar, iş yerleri, bankalar, marketler vs...
Tek başına aşağıdaki örnekler bile “Demokratik Özerklik” paralel devletinin yarınlarda bölge halkı ve Müslümanları için öngördüğü gelecek senaryosunun şifreleri niteliğindedir:
- Yakup Çelik: 23 yaşındaki Yakup, tam 16 yerinden bıçaklandı. Aynı zamanda zihinsel özürlü olan Yakup’un tek suçu sakallı olmaktı. Hilal Kaplan’ın deyimiyle sormakta yarar var: Burada zihinsel özürlü olan gerçekte kim; Yakup mu yoksa ona 16 bıçak darbesi çekenler mi?
- Gönül Kalkanlar: PKK, 8 aylık hamile olan 30 yaşındaki Gönül Kalkanlar’ın bulunduğu arabayı yakacak kadar gözü dönmüş ve alçalmış bir örgüt. Hastaneye gitmek üzereyken yolda PKK’lilerin şiddetine maruz kalan Kalkan ailesinin tüm çırpınışlarına rağmen araçları yakıldı. Ve olayların şokuyla bu hanım bebeğini kaybetti. Görüldüğü gibi burada cezalandırılanların savunmalarının hiçbir anlamı yok; yüce adalet adına örgüt kararını vermiştir. Suçludurlar ve infaz edilmeleri gerekir! PKK ve önderliği için Türk milliyetçileri “bebek katili” diyorlardı. Bu algıyı değiştirme yönünde doğru dürüst bir çabaya girmeyen zihniyet, herhalde bundan sonra artık “rahimdeki bebek katili” diye tanımlansa yeridir. Bu ise açık bir firavunlaşma temayülüdür. Firavun ile aynı suçtan anılmaktan daha büyük bir alçalma olabilir mi?
- PKK’nin bu süreçteki vahşetinden Suriyeli muhacirler de payını aldı. Esed’in yapamadığını onun PKK’li Şebbihaları yaptı; PKK vahşeti muhacirlere de dokundu. Kızıltepe’de biri Suudi diğeri de Suriye uyruklu bir Kürt muhacir kafaları ezilerek katledildi. Vandallar akraba olan bu iki muhacirin üzerindeki parayı almak için önce kafalarını taşlarla ezmiş, sonra soymuş ve sonra da “IŞİD’çi” diye yaftalamıştır. Fehad İbrahim Elduveric (45) Suudi Arabistan uyruklu bir mühendisti. 4 çocuk babasıydı. Suriye rejiminden kaçan kayınbiraderi Muhammed İbrahim’i ziyarete gelmişti. Daha önce de olduğu gibi akraba ziyareti yapmak, muhacir yakınlarının altı aylık ev kirasını ödeyip ihtiyaçlarını karşılayacaktı. Şayet öldürülmeseydi ertesi gün memleketine dönecekti. Ama kayınbiraderi İbrahim’le birlikte PKK vahşetinin kurbanı oldu.
- Yasin Börü: 16 yaşındaki Yasin PKK vandalizmi her anıldığında hatıra gelecek ilk sembol isim olacak yaşta. PKK’li vandallar kurban eti dağıtımı ibadetini icra ederlerken onu ve arkadaşlarını katlettiler. Yasin’i kovaladılar, dövdüler, vurdular. Yetmedi üçüncü kattan aşağı attılar. Bu da yetmedi ölüsünü linç ettiler, kafasını ezdiler ve araba ile üzerinden geçtiler! Bir Suriyeli savaşçının bir Şebbihanın ciğerini sökmesi ve bir diğerinin bir Esed askerini binadan atması örnekleri üzerinden Suriye direnişini topyekûn şeytanlaştıranlar PKK’nin bu Şebbihayı ve IŞİD’i aratmayan vahşetini sırf “yandaş” imzalı olduğundan dolayı mı gündeme almıyorlar? Yasin henüz 16 yaşındaydı. Berkin’in ölümünü aylarca sömürenler Yasin’i ve daha onlarcasını gündemlerine dahi almıyorlar. Bırakalım bu Gezicileri, PKK vandalizminin çocuk yaştaki kurbanları Müslümanlara hitap eden medyada bile kendilerine hak ettiği oranda yer bulamıyor. İşte PKK’nin, solun, liberallerin, İran muhiplerinin ve bilumum Esedseverlerin insaniyet, hakkaniyet, vicdan, adalet ve tutarlılık karnesinin notları! İşte PKK paralel devletinin, demokratik özerkliğin Suriye ve Türkiye Kürdistanında Müslümanlara ve halka öngördüğü gelecek tablosu! Tahakküm ve infaz… “Ya bana biat edersiniz ya da topunuzu yakarım!” siyasetinin tezahürleri.
Tüm bunlarla birlikte “Kobani düştü düşecek!” söylemi üzerinden oluşan tablo bazı soruları da kaldıracak cinsten. Burada olayların mahiyetini ve hangi gücün gelişmelere ne tür bir değer atfettiğini anlamlandırmak elbette anlaşılabilir ancak yine bu konuda da çokça dillendirilen karmaşık komplo teorilerinden mümkün mertebe uzak durmakta yarar var. Bakıyorsunuz birileri ısrarla “Kobani düşerse…” nakaratını tutturmakta ve buradan PKK’nin etki alanındaki kitleleri provoke ederken diğer yandan da Türkiye’nin Suriye siyasetine dair soru işaretleri oluşturmaya çalışmakta. Daha başkaları da adeta tribünlere oturmuş IŞİD ile PYD/PKK arasındaki kanlı maçı seyretmenin heyecanına kapılmış vaziyette. Burada tavan yapan tarafgirlik psikolojisi ise sahiplerini doğal olarak milliyetçi bir iklime sürüklemekte, daha daha kirletmekte, adeta holiganlaştırmaktadır. Bazıları IŞİD’in PKK/PYD’ye diz çöktürmesine alkış tutarken diğer bazıları da maçı kaybetmenin moral bozukluğuyla rakip cenahı topyekûn boğmaya şartlanabilmekte. İki kirli takım (IŞİD-PYD/PKK) arasında üstelik de kendisine ait olmayan bir sahada (Suriye) oynanan bu maçın asıl ev sahipleri olan Suriye halkı ve direnişi ve Kürt halkı ile çözüm sürecine getirilerinin ne olup olmadığı sorusu burada buharlaşıyor.
PKK’nin içine düştüğü Kobani cinnetinden hareketle başvurduğu ajitasyonun yol açtığı yıkımın muhtemel amaçları arasında kitlenin moral-motivasyonunu yükseltmek, rakiplerine ve AK Parti hükümetine gözdağı vermek, uluslararası güçlerin dikkatini Rojava’ya çekerek oluşturduğu paralel yapıyı meşrulaştırmak, müzakere aşamasına evrilmekte olan çözüm sürecinde pazarlık gücünü artırmak, HDP projesiyle kucaklamaya çalıştığı sol ve Gezici aktörlerle arayı iyi tutmak vb. amaçlar rol oynamış olabilir. Amaç her ne olursa olsun tedhişi kutsayan PKK tipi Stalinist bir örgütte mantık aramak çok da doğru değil. PKK yakar-yıkar; Kobani’deki hıncını geçmişte kuyruk acısı yaşadığı HÜDA PAR’dan çıkarır ama PKK’nin Kürt toplumuna ve Türkiye’ye şu faşizan mesajı vermek istediği çok açık: “Örgüt varsa halk vardır. Ben yoksam canınız cehenneme, topunuzu yakarım!”
Dolayısıyla “Rojava Devrimi” paralelindeki gelişmelerde bu zulüm ve zorbalığı hep ortaya koyan PKK’nin çözüm sürecindeki samimiyeti inandırıcılığını yitireli çok oluyor. PKK’nin bu tür samimiyet, mantık ve vicdandan uzak atraksiyonları hükümetin samimiyet duvarına çarparak geri dönüyor. Ve tüm bunlar kısa vadede kendi dar hesapları doğrultusunda ona kazandırsa ve hükümeti zor durumda bıraksa da orta ve uzun vadede örgütü marjinalize etme, onu küçültme potansiyeline haizdir. PKK bu tip adımlar attıkça mahşeri vicdanda daha fazla Pe-ka-ka’laşmaktadır. Kamuoyuna, kitlelere güven vermeyen hareketlerin ise ister PKK/PYD ister IŞİD veya bir başkası olsun zor ve tahakküm yoluyla uzun vadede ayakta durması mümkün değil.
Son süreç şunu da bir kez daha öğretmiş olmalı: Suriye direnişi, bu direnişi sahiplenen İslami kesimler ve AK Parti hükümeti düşmanlığının kendilerini körleştirip PKK’nin kucağına oturttuğu kesimlerden adalet beklemenin safdillik olacağı gerçeği bir kere daha ortaya çıkmıştır. Kobani ajitasyonu üzerinden ortaya konulan vahşet tablosu ve bu tablodan medet umanların tutumları insana artık pes dedirten cinsten çelişkiler ve vicdansızlıklarla doludur. Bu kesimler son olaylarda bir kez daha adaletten fire vermiş, hakkaniyet noktasında çuvallamışlardır. Suriye’de bir direnişçinin ölü rejim askerinin ciğerini sökmesi ve IŞİD’in kafa kesme seansları gibi tekil örneklerden kalkarak dört yıllık onurlu Suriye direnişini topyekûn vahşi addedenlerin PKK’nin son tedhiş eylemlerine, burada ortaya konan vahşete karşı sessiz kalması gözden kaçmıyor. Bu zevatın son süreçte kelimenin en yalın haliyle tam bir vahşet şebekesine dönüşen PKK’nin 3 günlük zaman zarfında savunmasız masum insanların kafasını gövdesinden ayırması, yakması, üçüncü kattan aşağı atması ve linç etmesine tek bir söz etmemesi onların içerisinde bulunduğu bocalamayı, vicdansızlığı, insafsızlığı, adaletsizliği, zavallılığı ve dahi alçaklığı en bariz şekilde gözler önüne sermiştir.
Son Gelişmelerin Çözüm Sürecine Etkisi
Son süreçte ortaya konulan bu vandalizmin çözüm süreci bağlamındaki somut etkileriyle ilgili olarak birbiriyle bağlantılı şu hususlar sıralanabilir:
- Kamuoyunun önemli bir kısmının çözüm sürecine güveni sarsılmış vaziyette.
- Çözüm süreci karşıtı Türk milliyetçisi ve eski Türkiye aşığı mihrakların bir süredir dillendirdiği “AKP bölgeyi ve bölge halkının kaderini PKK’ya teslim etti” söylemi geniş kitlelerde karşılık bulur olmuştur.
- Çözüm sürecinin ne kadar kırılgan bir zeminde, adeta bıçak sırtında yürüdüğünü ve her türlü provokasyon ve istismara açık olduğunu bir kez daha göstermiştir.
- AK Parti hükümetinin kriz yönetimi noktasında karşı karşıya bulunduğu acziyeti ortaya koymuştur.
- PKK’nin olanca samimiyetsizliğine rağmen hükümetin çözüm sürecinin maslahatı öncelikli politikaları sonucunda alabildiğine şımardığı ve pervasızlaştığı anlaşılmıştır.
- Bırakalım bölgeyi, Türkiye genelinde kamu düzeninin, halkın can ve mal güvenliğinin neredeyse kalmadığı görülmüştür. Toplumsal güven ve huzur noktasında kamuoyunda güven bunalımı ayyuka çıkmıştır.
- Artık başta bölge Müslümanları olmak üzere Türkiye genelindeki İslami kesimlerin çözüm sürecinin inandırıcılığı konusunda şüpheleri artmıştır. PKK’nin sürecin Kürt cephesinde tek aktör olarak görülmesinin bölge halkını bir vesayetten başka bir vesayete, PKK örgütünün tahakkümüne ittiği kaygısı daha bir yüksek sesle dillendirilir noktaya gelmiştir.
- Tüm bunlarla beraber çözüm sürecine olumluluk atfedenlerin PKK’nin samimiyetine olan kuşkuları büyümüş, örgütün samimiyetine olan güven neredeyse sıfıra inmiştir.
- Çözüm süreci bağlamında hükümetin dillendirdiği “merdiven/basamak stratejisi”nin hükümet tarafından çok da uygulanmadığı anlaşılmıştır. Süreç yöntemsel olarak iflas etmiştir.
- Hükümetin sürecin maslahatı adına PKK’nin şımarıklığına göz yuman tutumu, örgütün talepler dizisinin sürekli artmasını ve hükümetin savunmacı pozisyona düşmesini sağlamıştır.
- PKK vandalizmi ve benzer gelişmeler iç politikada son birkaç yıldır öne çıkan özgürlükler öncelikli siyasetin güvenlik öncelikli siyasetle yer değiştirmesine sebep oluyor. Özgürlük ortamını tehdit ediyor. Sadece son olaylarda Türkiye 7 adım geri gitmiş, polisin arama ve takip yetkisine dair özgürlükler lehine kısıtlamalar geri tepmiştir.
Peki, bu kadar işlevsizleşen çözüm süreci alıp çöpe mi atılmalı?
Elbette hayır!
Müslümanlar son sürecin yol açtığı olanca gerilim, yıkım ve moral bozukluğuna rağmen akl-ı selimi, ıslahçı tutumun gerektirdiği yapıcılığı ve adaleti elden bırakmamaya özen göstermeli. Bu bağlamda anın vacipliği içinde şu hususlara dikkat etmelidir:
- IŞİD ve Kobani ajitasyonu benzeri gelişmeler üzerinden altı oyulmaya çalışılan çözüm süreci ve teslim alınmaya çalışılan Suriye direnişinin lehine olacak politikalar noktasında hükümet daha fazla desteklenmeli, motive edilmelidir.
- Çözüm sürecinde samimiyetini ortaya koyan hükümetin sürecin maslahatı kaygısının PKK’yi şımarttığı, bölge insanı üzerinde örgütün tahakkümünü artırdığı ve kamu güvenliğinde zaaflara yol açtığı hususları gündemleştirilmeli ve hükümet daha sağlıklı ve adil politikalara yönlendirilmeli.
- PKK’nin son tedhiş ve katliamlarına rağmen Müslümanlar çözüm sürecini sahiplenici yaklaşımlarında ısrar etmeli; sürecin daha sağlıklı ve daha adil ilerlemesi yönünde kamuoyunu bilinçlendirme faaliyetlerini artırmalı ve sürecin aktörlerine yapıcı politikalar geliştirme ve kamuoyuna güven verici adımlar atmaları konusunda baskı uygulamalı.
- Halk ile örgüt ve devletlerin arası tefrik edilmeli; Kobani örneğinde olduğu gibi PYD/PKK’ye kafayı bozup Kobanililere ilgisiz olunmamalı. Hükümet ve Suriye direnişinin yanındaki İslami kesimler Kobanili muhacirleri sahiplenici tutum ortaya koydular ki, bu tutumun sürdürülmesine meselenin nazikliğine binaen özen gösterilmeli.
- PKK’nin ajitasyon siyasetine karşı susmamalı, boyun eğilmemeli. Örgütün ajitasyon ve dezenformasyonu karşısında uyanık olunmalı ve bunun kitleler üzerindeki tahripkar etkilerine karşı çareler geliştirilmelidir. Bu bağlamda sosyal medyanın önemi ve etkisi bir kez daha muhasebe edilmelidir.
- Yine bu bağlamda Müslümanlar sığaya çekilen değil, sığaya çeken veya hesap sorulan değil, hesap soran taraf olmalı. Mesela PKK/Rojava lobisinin “Neden Kobani’ye sahip çıkmıyorsunuz!?” türünden ajitasyonları karşısında ezikliğe kapılmamalı ve buradan tutarlılık testine tabi tutulmaya, sığaya çekilmeye pirim vermemeli. Tersine “Dört yıldır kafasına her gün bomba yağan Suriye halkının özgürlük mücadelesinde siz nerede duruyorsunuz?” gibi söylemlerle kendilerinden hesap soran, onları sığaya çekmeye cüret eden muhataplarını tutarlılık testine tabi tutmalıdır. Gelişmelerin savunmacı bir edayla değil, örgütün iç çelişkilerinin ifşa edilmesi bağlamında işlenmesine gayret edilmeli; değerlendirmelerde öbür adı hikmet olan politik basiret elden bırakılmamalıdır.
- HÜDA PAR çevresinin saldırıya maruz kalan mağdur ve mazlum taraf olduğunun altı çizilmeli; PKK’nin vahşeti sonucunda şehit edilen Müslümanlar, özellikle de katliamların sembol ismi 16 yaşındaki Yasin Börü gündemde tutulmalı.
- Müslümanların geçmişte yaşananları bilinçte tutarak HÜDA PAR çevresine karşı temkinli olması doğal. Ancak bu temkinlilik zalim ile mazlum arasında bitaraf olmaya sürüklememeli, PKK’nin haksız saldırıları karşısında HÜDA PAR’lı Müslümanların yalnız bırakılması sonucunu doğurmamalıdır.