1947'de kurulan Pakistan'ın 60 yıllık ömrünü herhalde en iyi özetleyen iki kelime diktatörlük ve kaos olurdu. Sınır savaşları, etnik çatışmalar, ardı ardına gelen askeri darbeler ve yolsuzluklarla, komplolarla kirlenmiş siyasi kadrolar bu yoksul ve derinden bölünmüş ülkeyi tam bir istikrarsızlık anıtına dönüştürmüş halde. 11 Eylül sonrası süreçte giderek netleşen ve pervasızlaşan işbirlikçilik olgusunun ise tüm bu kaotik ortamın daha da koyulaşmasını getirdiğine kuşku yok. Kuruluş sürecinde -en azından bir kısım kadrolar nezdinde- "pak" niyetler ve İslami ideallerle inşa edilen bu ülke ne yazık ki, işbirlikçi despotlar eliyle tam bir batağa sürüklenmiş halde. İşbirlikçiler sadece kendi halklarına karşı değil, Afganistan işgaline destek vermek gibi sınırları aşan suçlara da imza atıyorlar.
İşbirlikçilerin suçlarının bedelini ise tüm halk ödüyor. Temmuz ayında Lal Mescidi katliamında da görüldüğü üzere Müşerref diktatörlüğünün Amerikalı efendilerini memnun etmek adına giriştiği vahşi operasyon gerek Pakistan devletine gerekse de halkına pahalı bir bedel şeklinde geri dönmüştü. Bilhassa Veziristan ve sınır eyaletlerinde artan çatışmalar yüzlerce Pakistan askerinin ölümüyle sonuçlanmış ve dikta yönetimi "aşırı akımların meydana getirdiği tehlikeyi önlemek" gerekçesiyle 3 Kasım tarihinde sıkıyönetim ilanına gitmiş ve anayasayı yürürlükten kaldırmıştı. Bununla birlikte, 6 Ekim tarihinde şaibeli bir seçim neticesinde kendisini 5 yıllığına başkanlık koltuğuna oturtmuş bulunan Müşerref, gerek iç muhalefeti yatıştırmak gerekse de harici talepleri karşılamak için 15 Aralık'ta sıkıyönetime son vererek seçim kararı aldı. Ne var ki seçim kararı, gerilimi azaltmak şöyle dursun, ortamın iyiden iyiye gerilmesine yol açtı.
"Terörle Mücadele" Yolunda Bir Amerikan Şehidi: Butto
27 Aralık tarihinde seçim kampanyası için gittiği Revalpindi kentinde bir suikast sonucu öldürülen Pakistan Halk Partisi lideri ve eski başbakan Benazir Butto'nun ölümü Pakistan'daki kriz ortamını zirveye çıkarttı. 8 Ocak'ta yapılması planlanan genel seçimler sonucunda zaten oluşması beklenen belirsizlik ortamı bu suikastle birlikte tam bir muammaya dönmüş halde.
1999 yılında Başbakan Nevaz Şerif'i yolsuzluk ve kayırmacılık yapmak suçlamasıyla devirerek iktidara el koyan General Pervez Müşerref diktası da Butto suikastinin şoku ile sarsılmış durumda. Butto'nun ölümünden taraftarları her ne kadar Müşerref yönetimini sorumlu tutan açıklamalarda bulunsalar da, Müşerref'in bu saldırıdan kârlı çıktığını söylemek imkansız. Bir dizi spekülasyon ve tartışmanın ardından Ekim ayında ülkeye dönmesine izin verilen Butto'nun devre dışı kalmasının Müşerref yönetimi için bir avantaj sağlamayacağı, bilakis manevra alanını daraltacağı görülmekte. Bilindiği üzere Butto'nun dönüşünün ABD'nin yönlendirmesiyle Müşerref ve Butto arasında gerçekleştirilen bir mutabakat sonucunda mümkün olduğu iddiaları Pakistan siyasetini izleyenlerce kabul görmekteydi. Bu durumda Butto'nun tasfiyesine yol açan bombanın aslında Müşerref-Butto ikilisinin uzlaştırılmasıyla şekillendirilmeye çalışılan Pakistan'ın geleceğine ilişkin ABD planının da bombalanması anlamına geldiği söylenebilir.
Butto'nun son dönemlerde öne çıkarttığı söyleme bakıldığında arkasından Batılı mahfillerde dökülen gözyaşlarının boşuna olmadığı görülebilir. İktidara geldiğinde el-Kaide'ye ait "terör" kamplarının ABD tarafından vurulmasına izin vereceğini dillendiren; yine ülkesine döner dönmez "Pakistan'da terörle mücadele edebilecek tek kişi"nin kendisi olduğuna dair teminatta bulunan Butto, beyanlarıyla bir ölçüde kaderini çizmişti.
Butto suikastinin kim tarafından gerçekleştirildiğine yönelik farklı iddialar bulunmakta. Ülkeye dönme tartışmalarından itibaren Butto'nun açık bir şekilde cephe aldığı İslami hareketlerin suikastin faili olmaları en güçlü ihtimal. Öte yandan El-Kaide ya da Taliban hareketinin suikasti reddettiklerine dair iddialar ise siyasi açıdan anlaşılabilir ama pek mantıklı değil.
Bu suikastin ABD'nin Pakistan'a fiili müdahalesinin zeminini hazırladığı iddiası da aynı şekilde fazla komplocu bir yaklaşım. Müşerref gibi bir uşak varken, ABD'nin kendi askerini riske sokması hiç mantıklı değil. Üstelik Pakistan bugün dünya üzerinde anti-Amerikancılığın en yüksek seyrettiği bir ülke. Böylesi bir ortama ABD, askeri varlığıyla katkıda bulunup da başına neden iş alsın? Kaldı ki, Afganistan'da ABD ne kadar başarılı oldu da, bir de Pakistan macerasına girişecekmiş? Doğrudan Amerikan kuklalarının hedef alındığı bir eylemi bile ABD'ye mal etmenin ve arkasında bir dizi komplo üretmenin sadece mantıksal açıdan zararlı olmakla kalmayıp, dönüp dolaşıp ABD'nin "üstünlüğü", "süper güç" oluşu türünden propagandaları da beslediği gözden uzak tutulmamalı.
Türkiye medyasında da İslam dünyasının ilk kadın başbakanı sıfatıyla övgülere konu olan, cesaretiyle ve laikliğiyle pohpohlanan Benazir Butto'nun son tahlilde Müslüman halkları Batı politikaları doğrultusunda dönüştürme planının araçlarından biri olduğu tabiî ki söylenmiyor. Ayrıca başbakanlığı döneminde kocası Asıf Zerdari ile birlikte büyük bir servetin sahibi olduğu gerçeği gizleniyor. Aynı şekilde Butto'nun cinsiyeti ya da laikliğinden ziyade ABD planlarının parçası olma durumu tabiatıyla tüm bu yorumlarda es geçiliyor.