Irkçı-Şoven Kışkırtmalara Karşı Adalet ve Kardeşlik Şiarını Yükseltelim!

Haksöz

Geçtiğimiz ay yaşanan gelişmeler bir süredir artış eğilimi gösteren sıcak çatışma olgusunu yeniden Türkiye'nin temel gündem maddesi haline getirdi. Kısa aralıklarla gerçekleşen PKK saldırılarında TSK'nın ağır kayıplar vermesi sorunun boyutlarının büyümesine yol açtı ve bölgesel çatışma riskini belirginleştirdi. Sınır ötesi operasyon tartışması ile hararetlenen bu konunun önümüzdeki günlerde olağanüstü krizlere dönüşmesi pek de sürpriz olmayacak.

Son gelişmeler sadece bölgesel dengelerin ne kadar zayıf ve çelişik olduğunu ortaya koymakla kalmadı, Türkiye toplumunun kırılganlığını da belirginleştirdi. Ortaya çıkan manzara Türkiye'nin asırlık kimlik krizinin derinleşerek sürdüğünün göstergelerini sunmaktaydı adeta. Birlik beraberlik mesajları, yekvücut olma dilekleri, ortak tarih ve düşmanlar vurguları hep derinlere uzanan fay kırıklarını yüzeyde gidermeye dönük çabaları andırıyordu. Oysa alttan alta işleyen süreçler ise bambaşka şeyler söylüyordu.

Resmi İdeoloji Fanatiklerinin Hedefinde Kürtler Var!

Sokaklara dökülen kitleler öfkelerinin "terör ve bölücülük" tehdidine yönelik olduğu iddiasında bulunsalar da, protestolarda Kürt kimliğinin hedef alındığı rahatlıkla görülmekteydi. Sokak gösterilerinde bayrak astırma, istiklal marşı söylettirme ve benzeri ritüellerle sürdürülen zorlamalar yer yer kundaklamalara varan taşkınlıklara dönüştürüldü. Bilhassa Kürtlerin "yerli" addedilmediği ülkenin Batı bölgelerinde mahallede, sokakta ya da çarşıda "Doğulu" vatandaşları suçlayan, dışlayan, aşağılayan söz ve eylemlerle giderek daha fazla karşılaşılmaya başlandı. Kışkırtılmış, mantık örgüsünün dışına taşırılmış ve alabildiğine de abartılmış milliyetçi duyarlılıklar intikam hisleriyle birleşince kendisine hedef bulmakta zorlanmıyordu.

Ne enteresandır ki, bu olgu gerek devlet gerekse de halkın geniş kesimlerince hep gizlenmeye çalışılmış; "ayrımız gayrımız yok, etle tırnak gibiyiz" türünden beylik sözlerle örtülmek istenmiştir. Irkçı-şoven tutum beylik açıklamalarla hep yok sayılmış, görmezden gelinmiştir. Son gelişmelerle birlikte aynı anlamsız çabanın yeniden tekrarlandığını gözlemledik. Gerek resmi hüviyeti olan bazı şahısların beyanlarında, gerekse de medyada kitleler, her zaman yapıldığı üzere yine "kışkırtmalara gelinmemesi", "birlik-beraberliğin bozulmaması", "terör örgütünün ekmeğine yağ sürülmemesi" türünden sürekli uyarılara muhatap oldular.

Peki bu uyarıların gerçekten bir ciddiyeti, içtenliği söz konusu mudur? Nasıl olsun ki! Manzara ortada: Tüm varlığı kışkırtma, ayrıştırma, dışlama üzerine oturtulmuş bir gücün, zihniyetin, söylem ve faaliyetin "birlik-beraberlik" çağrılarına kim, neden inansın? Bir taraftan ilkel şoven söylemler geliştirerek, milliyetçilik duygularını besleyip öte yandan soğukkanlılık çağrılarında bulunmanın ikiyüzlülükten öte ne manası olabilir ki?

Sokaklarda gençleri "Ne… Mutlu… Türküm… Diyene" diye tempo tutturarak yürütenlerin bunca acıdan, gözyaşından ders aldığını kim söyleyebilir? Kuruldukları gazete köşelerinde ya da ekranlarda "Kuzey Irak'a girip Kürtlere adam akıllı bir ders verme" lafları edebilenlerin, ardından kalkıp "aman kışkırtmaya gelmeyelim" türünden "olgunluk" tavsiyelerinde bulunmaları acaba çift kişilikli olduklarının mı göstergesidir, yoksa kişiliksizliklerinin mi?

Öte yandan "çok şükür iç savaş yaşamıyoruz" türünden tesellilerinden de pek bir anlam ifade etmediği görülmeli. Henüz işin gelip halklar arası boğazlaşma aşamasına varmamış olması acaba yeterli bir sevinç vesilesi sayılabilir mi?

Elbette, aynı dine mensup ve asırlardır birlikte yaşamış halklar arasında etnik ayrılık temelinde bir boğazlaşma yaşanmaması önemli ve de tahmin edilebilir bir durumdur. Ama daha önemlisi bu sonucun resmi ideolojik dayatmalara, devletin on yıllardır türlü araçlarla sürdürdüğü ırkçı, bölücü söylem ve politikalara rağmen elde edilmiş olmasıdır. Yani bu topraklarda bugüne dek halklar arası düşmanlık ve boğazlaşma yaşanmaması düzenin resmi-gayrı resmi politikaları, gayretleri sayesinde değil, bilakis devlete rağmen gerçekleşmiş bir olgudur.

İslam'dan Arındırmanın Maliyeti!

TC devletinin kuruluş felsefesiyle, resmi ideolojisiyle, muhafızlığını sürdüren kurumlarıyla açık bir başarısızlığı sözkonusudur: Toplumu kucaklayamamıştır; bu coğrafyada yaşayan insanların birlikteliklerini anlamlı kılacak bir kimlik üretememiştir; farklı etnik kimlikli kitleler arasında güçlü bir ortak aidiyet duygusu inşa edememiştir. Bilakis var olanı da dayatmacı yöntemlerle tahribe çalışmıştır. Yerine ikame edilmek istenen Kemalist-laik ulusal kimlik adına Ümmet aidiyeti, kimliği sistematik bir düşmanlığa maruz kalmıştır.

Bu cahili yaklaşım, İslam'dan arındırma siyaseti Türkiye'yi sadece ülke dahilinde değil, bugün yüz yüze olunduğu şekliyle bölgesel planda da büyük bir açmazla, çözümsüzlükle ve yabancılaşmayla karşı karşıya getirmiştir. Türkiye'nin asırlık Batı yöneliminin, hatta hayranlık boyutlarına varan takipçiliğinin neticesi koca bir hayal kırıklığıdır. Batı'ya ilişkin tam bir güvensizlik duygusunun giderek daha da yaygınlaşması dikkat çekicidir. Öte yandan doğal olarak, ait olduğu Ortadoğu coğrafyasına ilişin olarak da güvensizlik, şüphe, korku hakim durumdadır. Sonuç, beklendiği üzere içe kapanmacı, kararsız, mütereddit ruh halinin pekişmesidir.

Anlaşılması gereken husus şudur ki, son gelişmelerle birlikte yaşanan krizin sadece güvenlik zafiyetiyle ilgili bir sorun olduğunu düşünmek başlı başına bir zaaf kaynağıdır. Sorun en temelde Türkiye'ye hakim düzenin ve zihniyetin topluma biçtiği kimliğin tutarsızlığının, anlamsızlığının, faydasızlığının kabullenilmek istenmemesinden kaynaklanmaktadır.

Bazıları samimiyetle Türkiye'nin bir Kürt sorunu bulunduğunu kabul etmekle birlikte, şu an yaşananların daha farklı bir zemininin olduğunu söylüyorlar. Ve devletin tavrından, tutumundan bağımsız olarak Türkiye'nin bir "terör" sorunu ile karşı karşıya getirildiğini ve siyaset düzeyinde yapılacak hiçbir şeyin bu sorunun ortadan kalkmasını sağlayamayacağını ileri sürmekteler. Oysa dikkatlerin odaklanması gereken nokta PKK eylemleri değil, bunca yoğun kuşatmaya rağmen nasıl olup da halkın hatırı sayılır bir kesiminde bu eylemlerin bir biçimde karşılık bulmasıdır.

Bu coğrafyada en olmadık taleplerle ortaya çıkan ve en vahşi yöntemleri kullanarak etkinlik kurmaya çalışan örgütler, güçler her zaman var olabilir. Bu doğaldır, doğal olmayan ise bu tür bir oluşumun, hareketin geniş kitlelerden destek alabilmesidir. Her zaman "bir avuç eşkıya" söylemiyle aşağılanan bir örgüte düzenli biçimde yeni katılımlar oluyorsa, ortada ciddi bir sorun bulunduğunu, sadece bir şeylerin eksik kaldığını, ihmal edildiğini değil, temelde bir şeylerin yanlış yapıldığını düşünmek gerekli olur.

Birileri haklı sayılabilecek bir şekilde, Kürt sorunu ile PKK eylemlerini ayrı değerlendirmek gerektiğini, ortada bir "terör" olgusunun bulunduğunu ve buna kayıtsız, koşulsuz karşı çıkılması gerektiğini söylüyorlar. Gerçekten de Kürt sorunu ile PKK özdeşleştirilmemesi gereken şeyler. Mamafih, göz ardı edilmemesi gereken husus şu ki; PKK Kürt sorununu doğurmamıştır. Tam tersi geçerlidir. Kürt sorunu PKK'yı doğurmuş, bugünlere taşımıştır. Dolayısıyla askeri açıdan PKK'nın alt edilmesi asla sorunu çözmeyecektir, çünkü doğuran, besleyen, azgınlaştıran kaynak orada durmaktadır. Üstelik Türkiye'de gerek devletin resmi ideolojisinin, gerekse de toplumun yaygın siyasi kültürünün farklı kimliklere karşı geliştirdiği otoriter tahammülsüzlük her zaman bu neviden yeni sorunlar üretmeye de hazırdır.  

Kalıcı Çözüm İslami Temelde Bütünleşmekle Mümkündür!

Çözüm noktasında TC devletinin temel bir açmazla yüz yüze olduğu açıktır. Kemalist uluslaşma projesi sorun çözücü değil, kemikleştirme, içinden çıkılmaz hale getirme eğilimindedir. İslami kimlik ve değerler dışlandığı, yok sayıldığı için farklı etnik kimliklerden toplulukların birlikteliğinin bir formülü de üretilememektedir. Üst kimlik-alt kimlik tartışmaları ya da eşit yurttaşlık tezleri ise daha derinde yitirilmiş olan ortak payda eksikliğini telafi etmeye yetmemektedir.

Burada elbette zaman zaman kimi dindar-muhafazakar çevrelerin önerdiği türden "İslam'ın araçsallaştırılması" anlamına gelecek bir yaklaşımı öne çıkarttığımız düşünülmemelidir. Evet, İslami kimlik ve çerçeve sorunun gerçek çözümüdür ama bu ancak kendi bütünlüğü ve tutarlılığı ile söz konusu olabilir. Yoksa laik devlete gerek duyduğu anda ve lüzumu oranında dini katkıda bulunma anlamında istismar aracı kılınmış bir İslam sahih bir nitelik taşımadığı gibi, asla sorun çözücü de olamaz.

Bir kere daha şu hususların altının çizilmesinde fayda görmekteyiz: Türkiye PKK eylemlerinden bağımsız olarak değerlendirilmesi gereken ve maalesef köklü bir geleneğe sahip olduğu gizlenemez bir Kürt sorunu ile yüz yüzedir. PKK ise bu sorunun gayrı meşru bir sonucudur. Düzenin ulusçu-laik kimlik dayatmasına karşı yine ulusçu-laik ama bir başka etnik temelde tanımlanmış bir kimlik sunan PKK aynen düşman olduğu düzen gibi zor ve şiddet temelinde Müslüman bir halkı dönüştürme programını icra etmektedir. Kesin olan şudur ki, milliyetçilik karşıt milliyetçilikleri tetiklemekte ve düşmanlıkları çoğaltmaktadır.

PKK eylemlerine duyulan tepki ile birlikte gelişen milliyetçi atmosfer hamasi duyarlılıkların kabartılmasına yol açmakta ve sorunun adalet ve mantık temelinde değerlendirilmesini imkansızlaştırmaktadır. Yani soruna kaynaklık eden anlayış yaşanan acı olaylarla yeniden üretilmektedir ki, bu durum çözümsüzlüğü belirginleştirmektedir.

Çözüm Türküyle Kürdüyle herkesin kendisini eşit hissedeceği, ev sahibi hissedeceği bir ortamın, anlayışın tesisinden geçer. Bu ise güçlü ve kuşatıcı bir ortak paydayı gerekli kılar ki, bu ortak payda ancak İslami kimlikle mümkündür. İslami çözüm her şeye rağmen bu ülkede ve bu coğrafyada yaşanan kaos ve bunalımlara ilişkin çare vaad eden tek alternatiftir. Bu olgu Müslümanları daha tutarlı, daha mantıklı ve adalet eksenli çalışmalara yöneltmelidir.