İran’da 1979’da halk devriminin gerçekleşmesinden bu yana yaşananlar, Türkiye’de İslami hareket olgusuna dâhil olan bireylerin öyle ya da böyle ilgi alanında oldu. Bu ilgi, Türkiye’de İslami tebliğ ve mücadele alanında faaliyet yürüten, ayrıca dünyanın diğer yerlerindeki Müslümanların dertlerini gündem edinen İslamcı kesimlerin ilkesel de bir tavrıydı.
2003’te ABD’nin Irak’ı işgaliyle girilen yeni sürecin yansımaları Müslümanlar arasında ABD emperyalizmine karşı alttan alta yürüyen bir direnişi örgütlerken, 2011’de Tunus, Mısır, Libya, Yemen ve Suriye’de yaşanan halk devrimleri Arap dünyasında gördüğü kadar ne yazık ki Türkiye’de aynı ilgiyi görememişti. Oysa yaşananlar yepyeni bir süreci, küresel etkileri zamanla hissedilecek yeni bir dönemi işaret ediyordu. Çoktandır İslam dünyasında hüküm süren çürümüş ve Batı destekli baskı rejimlerinin yıkıldığı yeni bir sürece giriliyordu bundan böyle. Türkiye İslamcılığı içinde geçmişten bugüne Soğuk Savaş koşullarına şartlanmış algıyla düşünenler idrak edemeseler de yaşanan devrimlerle ümmetin uyanış sürecine yöneldiği cümle âlemin farkında olduğu bir gerçeklikti. Meselelere Müslüman aklın birikimi, ortak fikir alışverişi ve ümmet maslahatına dayalı ilkeler doğrultusunda bakmayanların diline doladığı en kestirme önyargı, ‘dış güçlerin oyunu’, ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ ‘Sorosçu planlar’ gibi komplo teorileri olacaktı. Bu çevrelerde örneğin hâlâ Kaddafi’ye ağlayanların olduğu bir gerçektir.
1980’lerin başlarında Türkiye’de İslamcı çevreler, Afganistan, Keşmir, Filistin cihadını, sonra da Bosna, Eritre, Moro direnişlerini destekler, bu konuları yazar-çizerlerdi. 2000’lere gelindiğinde ne oldu da cihad faaliyetleri birden Batı oyununa dönüşüverdi. Düşmanlar mı propaganda işini çözdüler yoksa bizim cenah mı ümmet davasından vazgeçti? Biraz sorguladığımızda şu meşhur ‘büyük fotoğraf’tan bahsedenlerin İran tezleriyle ne kadar da aynı mantığı taşıdıklarını anlamaktayız. Esed destekçisi solcularla İrancılar Rus, İran ve rejimin katliamlarını yok sayan söz birliği içinde, yaşananlar karşısında dış güçlerin oyunu ve İslami terörizm propagandasını yaparlar, olayların faturası da her defasında direnişçilere kesilir. Solcuları anlıyoruz çünkü onlar Rusya ve Çin politikalarını akaid telakki ediyorlar. Peki, İslamcılara ne oluyor da aynı tezleri savunmaktalar? Yıllardır İslami camianın meşhur siyasetçi, fikir adamı, yazar çizer takımına ne oldu da Rusya, İran ve Esed’in katlettiği yüz binlerce Suriyelinin ölümü karşısında sessiz kalmakta ve hâlâ yaşananlara oyun demekteler?
Ulus devlet okulda, askerde, üniversitede ‘yurtta sulh cihanda sulh’ mantığını işledi. Ümmet kardeşliği yerine ulus kardeşliğinin, Arapların, Kürtlerin düşman olduğunun propagandasını yaptı. Ellerimizi birbirinden ayırmaya çalıştı. Ülke dışında olan bitenlere ‘bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’ mantığıyla bakmayı öğretti. Laik ve ulusçu devlet mantığının inkıtaa uğrama ihtimaline karşılık mütemadiyen yapılan askerî darbelerle bu anlayışı iyice sağlamlaştırdı. Bu sayede ulus devlet kurgusuyla yetişmiş nesillere iman kardeşliği unutturuldu.
Ümmetten ulusa düşen Müslüman birey iki aşamalı şartlanmaya tabi tutulmakta:
1- Darbelerle kurulu vesayet rejimleri İslam coğrafyamıza bir kader gibi benimsetildi. Ulus devlet içinde yetişen gençler üzerinde seküler temelli ulusçu kodlar etkili oldu. Geçmişte İslam aidiyeti üzerinden algılanan dostluk ve düşmanlığın yerine, ulus paradigmasından neşvünema etmiş dost-düşman-müttefik şablonları kullanılmaya başlandı. Bugün İran gibi birçok Arap devleti sözde savunmacı ve güvenlikçi gerekçelerle yakınlarındaki İslami hareketlerle mücadele etmekteler.
2- İslam ümmetinin geri kalmış ve güç kaybına uğramış halinden kurtulmayı Batı bilimlerine yönelmede arayan ve parçalanmış ümmet bakiyesi üzerine kurulan ulus devletler eğitim ve kültür anlayışlarıyla kendilerinin merkezde olduğu beşerî güçlerin yenilmezliğine inanan halk yığınlarını var eyledi. Ortadoğu’da kitleler hâkimiyetin mutlak olarak Batılı güçlerin elinde olduğu, onları aşmanın mümkün olmadığı, bu sebeple bölgesel ya da küresel siyaseti etkileyen gelişmelerin ancak Batılıların kontrolü dâhilinde gerçekleşeceğine inanır oldular.
Bu nasıl bir ümmet ki hem Allah’ın en büyük olduğuna inanacak hem de Batı’nın yenilmezliğine inanacak? Varlığını Allah’a emanet etmeyen, O’na dayanmayan, işlerindeki başarıyı sadece Allah’tan ummayanlar “Müslümanlar bir vücudun azaları gibidir.” diyen bir peygamberin ümmeti olabilirler mi?
Trump’ın Kudüs’le ilgili açıklamasından sonra tüm dünyada büyük gösteriler düzenlendi. Ümmet ayağa kalktı adeta. Bu arada İrancı çevreler de estiler gürlediler. Aynı peygamberin ümmeti Kudüs’le ilgili ortalığı ayağa kaldırırken yıkılan Halep, İdlip, Bağdat, Musul konusunda ve namusları kirletilen bacılarımızın iffetli duruşları karşısında ‘ama’lı ‘fakat’lı açıklamaları tercih etmektedir. Bu ne kadar hicap duyulacak bir konudur! Müslümanın adalet, ahlak, takva duruşu bunu mu emreder? Rabbimiz Nisa Suresi 135. ayette hiçbir gerekçenin ‘adil şahitlik’ten Müslümanı vazgeçiremeyeceğini söylemiyor mu?
Adalet iki yönlüdür, bumerang gibi. İyi davranışlar sergileyip adil duruşunuzdan taviz vermezseniz günler size güzelliklerle döner. Adil olmak yerine zulmü tercih eder, insanları Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de haksız yere Şii olmadıkları ve de zalim diktaya karşı çıktıkları için katlederseniz, yetmedi yaptıklarınızı ancak şeytanın aklına gelen yalanlarla gizlemeye çalışır, dinî argümanlarınızı da ne kadar haklı olduğunuza dair seyyidler soyundan gelen ulema imzasıyla öne sürerseniz vay halinize! Belki şu an başınıza bir şey gelmiyordur ama Rabbimizin nezdinde bu, sadece size mühlet verildiği anlamına gelmektedir. Rabbimiz geçmiş kavimlerden nice güçlü ümmetlerin gelip geçtiğini ama onlar içinde zalimlerin, hakkı eğip büken yalancıların, insanlara algı tuzağı kuran sistem sahiplerinin nasıl hüsrana uğradığını hatırlatır Kitab-ı Mübin’de. Bu, Allah’ın değişmeyen yasasıdır.
1979’da İran’daki halk devrimi İran şahının zulüm sistemine karşı gerçekleşmişti. Halk yaşadığı zulüm karşısında şahlık sultasına meydan okuyan Ayetullah Humeyni liderliğini tercih etmiş, az bir kitle de devrim için solcu örgütleri desteklemişti. Devrim, bu halk hareketinin kararlılığı ve Allah’ın izniyle sonuçta binlerce İranlının canıyla bedel ödeyerek gerçekleşmişti. Bugün ise İran’ın Suriye’de yaptıklarına bakarak şu soruyu sorası geliyor insanın: “İran halkının zalim Şah rejimine karşı verdiği mücadeleye ABD veya bölgeden başka bir devlet Şah lehine müdahale etseydi acaba İran’da halk inkılabı gerçekleşir miydi?” İşte İran’ın rehberi Hamaney’in yönetimi bu başkaldırı hakkını Suriye halkına reva görmediler. Onları Batı ajanlığıyla suçladılar. Yetmedi Suriye’yi Suriye halkından korumak için Rusya ile birlik olup işgal ettiler. Kullandıkları ağır silahlarla Esed rejimine destek olup yüz binlerce mazlum Suriyeliyi katlettiler. Oysa sürece müdahale edilmeseydi bugün çoktan Esed rejimi yıkılıp gitmişti!
Geçtiğimiz Aralık ayında İran’da halk fakirliğe, adaletsizliğe ve din adına gerçekleşen dayatmalara karşı birikmiş bir öfkeyle sokak gösterileri yaptı. Mecliste ekonomi görüşmelerinde İran devlet gelirlerinin %50’ye yakın oranının Hamaney’e bağlı kurumlarca kontrol edildiğini ve bu yüzden bütçenin zarar ettiğini açıklayan Ruhani’ye karşı protestolarla başlayan eylemler daha sonra “Hamaney’e ölüm!”, “Hamaney ilah mısın?”, “Suriye’den Irak’tan Elini Çek, İran’a Bak!” sloganlarının atıldığı devlet protestosuna dönüşüverdi. Eylemler Meşhed’den diğer şehirlere de yayıldı. Hamaney tarafından ABD ve İsrail ajanlığıyla suçlanan eylemcilere verilecek cezanın ağır olacağı açıklanınca, 2009 yılında yaşananlardan tecrübeli Yeşil Hareket temsilcileri bir provokasyona fırsat vermemek için geri çekilme kararı aldılar. Bugün İran’da kendi halkına gerektiğinde Suriyelilere yaptıkları zulmün aynısını yapmaktan çekinmeyecek bir yönetim anlayışının hâkim olduğu İran halkı tarafından çok iyi bilinmektedir.
İran Devriminde İttihadı İslamcı Öncülerin İzleri Vardı
1979 İran halk devriminden önce direnişe yön veren, geçmişte birtakım evreler yaşanmıştı. Yüzyılın başlarında tüm İslam âleminin yaşadığı inhitat durumuna müdahale konusunda bütün ümmet coğrafyasında toplumsal ıslahta kararlı, yaşanan olayları kavrayıp ayırt edebilen, İslami ölçülerle meseleleri ele alma konusunda dirayet ehli insanların öncülüğünde İslami uyanış sürecinin temelleri atılmıştı. Her türlü sömürü, istibdat yönetimlerine karşı İslam ümmetini Şii, Sünni, İbadi ayırt etmeksizin bir araya getirecek ‘ittihadı İslam’ fikrini kavramış bir nesil varetmek bu öncülerin birincil hedefiydi. 1800’lerin sonlarında Cemaleddin Afgani, Kum’da Şii ulemayla irtibata geçerek İngiliz menfaatlerini boşa çıkaracak ‘tütün isyanı’nı örgütlemiş, bu direnişle Şii ulema içinde usuli kanadın dirayet yönünü artırmıştı.1
Toplumun değişeceğine olan inanç gelecekle ilgili bir tahayyüldür. Bu hayale inanmak sürdürülen mücadelenin temel taşıdır. Toplumsal ıslah kurallarından en önemlisi toplumsal hayata dair hedeflenen değişimde kitle içinde ayrımcılık yapmadan, ahlaka ve adalete dair kuralların uygulanmasını insanlar arasında eşit bir şekilde pratize etmektir. Allahu Teâlâ peygamberlerle gönderdiği İslam’ı yeryüzünde insanların hayatlarına müdahale edecek şekilde vazederken, dinin evrensel kurallarını şartlara, özel durumlara ve kişilere göre değiştirmemiştir. Tevhid, adalet, genel ahkâma ilişkin kurallar ve ahlak ayetleri ilkelerin değişmezliği kuralıyla düzenlenmiştir. Allah, dilleriyle eğip bükenlere, nefislerine göre hükümlerle oynayanlara, kendi ırkı veya akrabalık ilişkilerinden tolerans umanlara ödün veren bir din indirmemiştir.
Dinî Lideri Mutlak Otorite Kılan ‘Velayeti Fakih’ Yorumu
Bugün İran’da dinî merciyet ve rehberiyet statüsünde görülen ‘velayeti fakih’ makamı, fetva konusunda en üst konumdadır. ‘Velayeti fakih’ statüsü bu makama mutlak hüküm çıkarma yetkisini verir. Bu konuda rehberin yetkileri mutlak belirleyici kabul edilmiştir. Adalet, ahlak, muamelat ve toplum maslahatı konularında verilecek fetvada bu üst makam mutlak yetkili kabul edilir.
İran Şiiliği içinde usuli kanat-menşei itibarıyla söylersek- pasifist uzlaşmacı tutum olan ‘Mehdi-i intizar’cı anlayışı kırmak için ‘merci-i taklit’ sınırlarını genişletmeye çalıştı. Süreç sonunda Ayetullah Humeyni ‘velayeti fakih’ formülünü geliştirdi. Gerekçesi İslam’ın hayata dair uygulamalarının ‘İmam Mehdi’nin ortaya çıkmasıyla mümkün olacağına dair arkaik bulduğu bu inanışı kırmaktı. Fakat Humeyni’nin ulemayı ikna çabaları bu statüye tanınan yetkilerin, hükmün belirlenmesinde en üst masumiyet konumuyla ve mutlak yetkilerle donatılmış bir makam olarak tanımlanmasını hazırladı. ‘Velayeti fakih’e dair bu konum tarifi rehber makamındaki şahsı günahsız, tam yetkili, aldığı kararlarda eleştirilemez addetti.2
Devrim sonrası Humeyni, asırlar içinde düşmüş, emperyal devletler eliyle sömürgeleştirilip onların atadıkları garpzede yöneticiler eliyle cahil ve fakir bırakılmış, maddi manevi hastalıklara karşı direncini kaybetmiş İslam ümmetine çıkış yolunu, başta İran halkı olmak üzere Şii doktrin içinden istinbat ettiği velayeti fakih formülünü mutlaklaştıran bir dönüşüme de izin vermiş oldu. Sonradan bu anlayış İran içinde halkı bu dokunulmazlık yetkisiyle yönetme ve dışarıya devrim ihracını da savunan ilk devrimci kadrolar tarafından mutlak bir doktrin olarak algılanacaktı.3
Devrim Şii Doktrin ve Pers Sistemine Evrildi
Bugün İran’ın Suriye’de dinî lider Hamaney öncülüğünde takip ettiği yöntem, despot Baas rejimine karşı adalet ve özgürlük mücadelesi veren Suriye halkını katletmeye dayalı sürmektedir. Olaylar sadece siyasi açıdan değil dinî kabullerin bütünlüğüyle ‘velayeti fakih’ makamının verdiği karar meşruiyetiyle de savunuluyor. Devrimden bu yana İran’ın Irak’la yaptığı savaş sonrası güvenlikçi kaygılarla oluşturulan ‘direniş cephesi’ mottosu tüm siyasal olayların analizinde etkili bir şekilde öne sürülmektedir. İranlı yöneticiler hiçbir konuda eleştiriye açık değiller. Yapılan her eleştiriyi veya yaşadıkları olumsuz olayları ‘dış mihraklar’ın oyununun bir parçası olarak görmekteler.4
İran, mezhebî sınırların fevkinde bir algı için Ortadoğu’daki hegemonik söyleminde ‘anti-emperyalizm’ kavramı etrafında bir siyaset dili üretme çabasındadır. Esed-Hamaney stratejik ittifakı görünürde mezhebî bir bağ üzerinden değil daha ziyade bu kavram üzerinden kurgulanmaktadır. Anti-emperyalist söylem üzerinden hem Suriye içinde hem dışarıda Baasçı-Nusayri ve solcu çevrelerle hem modern kültürü benimsemiş Sünni güçlerle ittifak kurabilen İran, bu sayede kendisini Ortadoğu’da direniş blokunun lideri olarak tanımlayarak mezhepler ötesi bir alan açmaya çalışıyor. Algı çalışmasındaki başarısına Türkiye’de ulus devlet şartlanmışlığını aşamamış bazı İslamcı politik çevreleri ekleyebiliriz. Bu çevreler İslami etkinlikten sudur eden eylemsellikleri ve siyasete etki edecek çıkışları eğer işlerine gelmezse ulusal devlet hattına aykırı bir manipülasyon unsuru ve İran’ın gösterdiği düşman adreslere uygun dış güçlerin oyunu gören önyargıya sahipler. Tabi bu önyargıda İrani çevrelerle kurulan duygusal bağın, İran devrim kutlamaları ve Aşura etkinliği seanslarının payı büyük olmalı.
2011 Arap Baharının getirdiği sonuçlardan birisi, İran’ın ‘anti-emperyalizm’ söyleminin kendi mezhebî sınırlarını aşamadığını göstermesi oldu. Başlangıçta Arap Baharını ‘İslami uyanış’ şeklinde tanımlayan İran, Suriye gibi en önemli müttefikinin yıkılma riski ile karşı karşıya kalması üzerine,bu tavrını derhal değiştirdi. Bu nedenle İran’ın ilk zamanlardaki heyecanlı tavrı ilkesel olmaktan ziyade parçalı ve bağlamsal bir hale geliverdi.5
Şahın zulüm sistemine karşı büyük fedakârlıklarla gerçekleşen devrimde rol alan kadrolar, iktidar savaşında en yakın dava arkadaşlarını bile ihanetle suçlar hale geliyor. Ayetullah Muntazeri yönetim işinin velayeti fakih yetkileriyle donatılan din adamıyla değil halkı temsil eden meclis/seçilmiş heyet ile olmasını, siyaseten verilen kararların ‘mutlak’ olmaması gerektiğini savunmuştu.6
Allah Teâlâ, yeryüzünde Müslümanlardan din-i mübini hakkıyla yaşamayı, onu hikmetli bir davet diliyle insanlığa yaymayı ve diğer insanları farklı görüşlerde olsalar bile kendileriyle çatışmadıkları veya düşmanlık yapmadıkları sürece onlarla birlikte yaşamayı istemektedir. İslam’ın evrensel çerçevede, usvetun hasene (en güzel örnek) Peygamber (s)’in ahlak, adalet, muttaki vasıflarını temel alan ve insanlarla meşru hakların gözetildiği zeminde birlikte yaşama maslahatını öngören emirleri, uzun vadede sabırla sürdürülecek bir mücadeleyi ve dönüşümü hedeflemiştir. ‘İman kardeşliği’ ise Rabbimizin övdüğü velayete (koruyan, kollayan dostluk) dayalı kendisi ve müminlerle aynı kapsayıcılığı tarif ettiği bir dostluk bahsidir. Bu dostluğun vekili yüce Mevla’mız Allah’tır. İran’ın bu asıl öngörüyü ihlal eden, Müslümanlar arasında sürdüğü güvenlikçi tavırlar ve vekâlet uzantılı müdahil tutumları bilhassa Sünni dünyaya Şiiliği yayma veya yaşadıkları vatanlarından Sünni halkı tasfiye etmeye dayalı politikaları tepkisel eğilimli İslamcı hareketleri tahrik etmiştir veya bölge halkının çocuklarını radikalleştirmiştir.
İran modelinin Şii nüfuslar ve ABD-İsrail karşıtı gruplar üzerinde maddi kaynaklar sağlama yönüyle etkili olan, güç temerküzlü bir model olduğu ileri sürülebilir. Bu model Şiileri ve ideolojik grupları harekete geçirirken bölgedeki halkların farklı toplumsal kesimlerini kucaklayabilecek özelliklere sahip olmadığını göstermektedir. Ortadoğu’nun iflahı ve ıslahı için halkların devrime yönelmeleriyle kuracakları düzen fikrini mezhebî çıkarlar lehine terk eden İran, devrimle başladığı özgün model olma şansını önemli ölçüde kaybetmiştir.7
Vahdet Konferansları ve Takrip Yaklaşımları Şiiliğin Merkezde Olduğu Etkinliklerdir
Vahdet konferansları Şii ulemanın ve Şiiliğin merkezde olduğu taleplerin ve stratejinin hatırlatıldığı etkinliklerdir. Bir nevi algı propagandasıdır. Kudüs ordusu, Kudüs vahdet buluşmaları gibi sloganik talepler İran’ın üstten kurguladığı devlet propagandasıdır ve yayılmacı hedefinde sadece karinedir, bir nevi motivasyon unsuru veya asıl niyetini örten bir şal hükmündedir. Suriye, Irak, Yemen zulümlerini örten veya gerekçelendiren hükmündedir.
İran’da devrim kendi toplumsal ıslah fikriyatını mezhepçilikten arındırıp daha da geliştirerek, İslam’ın fıtrat dini olduğunu kavrayan evrensellikte iman kardeşliğini esas alan ve tüm zalimlere karşı mazlum müminlerden yana olan bir tutum içinde, kendini geliştirip örnek bir nesil yetiştiremedi.
İran’da gerçekte halk ve bazı din adamları mevcut statükoyu çok fazla benimsemiş değillerdir. Seçimlerde değişim ve yenilik yanlıları yüksek oranda oy almaktadır. En son seçimle cumhurbaşkanlığına gelen Ruhani de yenilikçi kanattan sayıldığı için yüksek oy alarak seçilmiştir. Ama dinî lider Hamaney’in altında ve ona bağlı olduğundan yetkileri son derece kısıtlıdır. Hamaney’in vetosu ve yetkilerini sınırlayıcı tavrı karşısında en son Aralık ayında Meşhed ve birçok İran şehrinde yayılma eğilimi gösteren halk gösterilerine karşı Ruhani müsamahakâr bir tutum alırken, Hamaney sert tavır gösterdi. Bu durum göstericilere müdahaleyi sertleştirdi, tutuklamaların sayısını yükseltti ve gözaltında ölümler bile gerçekleşti.
Bugün İran’da reformist görülen birçok kişi ya göz hapsinde veya hapistedir. Rafsancani’nin kızı-damadı, Mir Huseyin Musevi ve eşi Zehra Musevi, Muhammed Hatemi ve eşi, Mehdi Kerrubi ve eşi, Talegani’nin kızı Azem Talegani, Şeriati ailesi ve taraftarlarına ya ev hapsi veya onları bloke edici müeyyideler uygulanmaktadır.
Rejim Mezhepçi ve Halka Güvenmeyen Bir Kadroyla Yönetiliyor
Madde madde açıklayacak olursak:
1- Ortadoğu’yla ilgili İran menşeli değerlendirmelerde genellikle emperyalizmin bilhassa ABD ve uzantısı İsrail’in buraları işgal etme riskinden ve bölgeyi parçalama, kuşatma planlarından bahsedilir. Türkiye, İran ve Mısır gibi kadim devletlerin ve çevredeki diğer Ortadoğu devletlerinin bu planın uygulanacağı ülkeler olduğu şeklinde İslamcısından solcusuna yaygın savunulan tezler bulunmaktadır. İran’la ilgili Aralık ayında yaşanan son olaylarda da bu gerekçeli değerlendirmeler öne çıktı.
2- Hâlbuki bugün dört Arap Devleti başkentine İran hükmetmektedir. Lübnan, Irak, Suriye, Yemen’deki İran etkisinden ve ABD’nin de onayladığı bu siyasal müktesebat hiç konu edilmez. Askerî, diplomatik açıdan Suriye ve Irak’ta fiilen işgalci konumundadır. Bugün daha önce hiçbir Şii’nin yaşamadığı Nijerya’da bile İran tarafından Şiilik yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır.
3- İran halkı tüm bunları görüp kendi yaşamlarındaki fakirleşmenin de etkisiyle bu konuda tepkisellik arayışlarına yönelmekteler. Sloganlar bunu yansıtmaktadır. İran ekonomisinde %40 üzerinde paya sahip mollaların kontrol ettiği bazı şirketler, harcamalar, vekâlet politikasıyla dünyada sürdürülen stratejik harcamaların finansı, Suriye, Irak ve Yemen’de sürdürülen savaştaki harcamalar, Hamaney’in inisiyatifindeki harcamalar bu payın açılımını göstermektedir. Bu, kriz sebebidir ve İran toplumunun taşıyabileceği bir şey değildir. Çünkü İran toplumu çok da homojen olmayıp modernden köylüye, işçiden toprak ağasına ve farklı dinî telakkilere sahip insanların yaşadığı ve toplumun genel kabulü Şii olmakla birlikte gidişatı beğenmeyenlerin de epeyce sayıda olduğu bir özelliğe sahiptir. Sistem varlığını polisiye baskı unsurlarıyla sürdürmektedir.
4- İran’da sistem sürekli düşman üretmektedir. Sistemi kuranlardan biri olan Rafsancani muhalif konumdayken vefat etti. “İran’ı kim karıştırdı veya Arap Baharı konusunda sürece hükmeden veya karıştıran kimdir?” sorularının cevabı her zaman için “Dış düşmanlar, Siyonistlerdir!” şeklindedir. İran’ın sosyal olaylara bakışı düşman odaklı, tepkisel, anti-emperyalisttir. Yorumları ve yaklaşım biçimi devletçi, tümden gelimci refleksler taşımaktadır. İran’da devrim öncesi ıslah ve değişim fikri geliştiren mütefekkirlerin savunduğu sünnetullahı gözeten, ‘Alttan gelen dalgayla toplumsal değişim hedeflenmelidir.’ mantığı kaybolmuş yerine komplocu ve dışarıdan oynanan oyun mantığı hâkim olmuştur. Bunda biraz da İran’ın sosyalist bloktaki ülkelerin kapalı devlet mantığıyla benzeşen yönleri benimsemiş olmasının etkisi vardır.
5- İran kendine komünist devrimleri ve devletleri örnek almaktadır. Kuzey Kore, Çin, Rusya, Küba’da devlet ve halk ilişkileri nasıl örgütleniyorsa İran bunları İslam öğesiyle mücehhez hale getirerek yorumlamış ve formüle etmiştir.
6- İran bugün kendiyle övünmektedir. “Şu kadar ülkeye hükmediyoruz, bizim kontrolümüzde şu kadar başkent var!” retoriği İran devlet politikasında dillendirilmektedir. Bu, sıradan İranlıyı da gururlandırmaktadır. İran, bu yönüyle Pers şemsiyesi üzerinden milliyetçi siyasal dili kullanmaktan çekinmiyor. İran’da bu hamaset dili milli bir övünç kaynağı da olabilmektedir.
7- Batı medyasında İslam’a dönük kullanılan dışlayıcı, terörize edici, ekstrem adlandırmacı ve tasnifçi değerlendirmeler genelde Sünni dünyaya dönük örnekler olarak sunulmaktadır. Hâlbuki İran akademik çalışmalarıyla bile Batı’da bolca alıcı bulmaktadır. Kasım Süleymani hem eleştiriliyor gibi yapılarak aslında Ortadoğu’da izlediği Sünni menşeli aşırılık hareketlerine karşı savaşçı tarzı ve emperyalist devletleri gözeten, onlarla işbirliği yapan tarzı övülmektedir. Çünkü Batı asla tarafsız değildir ve Batı bundan Sünni-Şii ayrımını da derinleştirmeyi ve bu konuda çok ileriyi hedeflemektedir. Batı’nın Arap Baharına müdahalesi bu ayrımı, yarayı iyice derinleştirerek bu coğrafyanın kaderinde etkin olarak kalmayı hedeflemek olmuş, halk devrimleri sonrası muhtemel olarak gelişecek olan ümmetin ihya ve uyanışının ivmesel artışa geçeceği ihtimali Batı’yı telaşlandırmış, radikalizm ve mezhep ayrımcılığı kışkırtılarak değişim isteyen halk iradesi manipülasyonla denetlenmeye çalışılmıştır.
***
Rabbimiz, bizleri İslam’ın ana umdeleri üzerinde tevhid, adalet, ümmet kardeşliği temelinde saf tutan, hakla batılı, adaletle zulmü ayıran ve tavrını adaletten koyan, ihtiraslarına dini uydurmayıp şartlar ne olursa olsun İbrahim (as) gibi hanif duruşunu ve mümin ahlakını bozmayan kullarından eyle. Müminleri kendine dost bilen, kardeşlerinin kusurlarını bağışlayan, kardeşleri bir sıkıntıya uğradığında onların yardımına koşan, yalnızca senin ipine sarılıp kendi heva ve hevesinin peşinden koşmayan, yalnız sana hesap verme bilinciyle yaşayıp yeryüzünde İslam’ın esenlik günlerini hâkim kılmak ve hayırlı bir ümmet olmak bilinciyle ‘marufu emreden münkerden sakındıran ve Müslüman kardeşlerine hakkı ve sabrı tavsiye eden’ kullarından eyle bizleri.
Ya Rab! İnsanları Allah’la kandıran, kalbi hasta ve zalimleşmiş kimselerin şerrinden bizleri, kardeşlerimizi muhafaza eyle.
Dipnotlar:
1- 18. yüzyılın sonlarından itibaren usuli fıkıh ekolüne mensup müçtehitlerce merci-i taklit kurumunun oluşturulmasıyla mollaların siyasi konulara ilişkin görüşleri önem kazanmaya başlamıştır. Her Şii’nin merci-i taklit unvanına sahip bir müçtehidi takip etmesi zorunludur. 1889'da Molla Ali Kani'nin Reuter imtiyazının iptaline dair fetvası, Hasan eş-Şirazi'nin de İngiliz şirketine verilen tütün hasat ve satış tekelini kırmaya dayalı tütün kullanmama fetvası 1891'de bu yetkinin iptal edilmesine yol açmıştır. İran Meşrutiyet Devriminin 1905'ten 1909'a kadar Seyyid Muhammed Tabatabai, Seyyid Abdullah el-Behbihani, Seyyid Cemaleddin İsfahani ve Şeyh Kazım el-Horasani gibi ulemadan birçok kişinin desteklediği parlamenter rejimin ömrü uzun olmadı. I. Dünya Savaşı’nın yarattığı çatışmayı sona erdiren Rıza Han, yönetimi ele geçirdi. Önce Atatürk’ün Türkiye’sine benzer laik bir cumhuriyet kurmak istedi fakat mollaların muhalefeti ile karşılaşınca, yeni bir hanedan kurma yoluna gitti. Sonuç itibariyle askerî bir diktatöre dönüşen Rıza Şah, etkili bir merkezileşme ve modernleşme politikası yürüttü. Fransa modeli üzerine kurulu bir medeni kanun çıkardı. Dinî mahkemelerin yerine laik mahkemeler getirdi ve kısmen laik bir eğitim sistemi geliştirdi. Bu politikalar mollaların gücünü ve kamusal yaşamdaki rollerini kısıtlamayı da içeriyordu. Rıza Şah’ın din adamlarına yönelik sert uygulamalarına karşılık bir kısım din adamları geleneksel Şii dinginciliğine döndü ve politika dışında kaldı. Merci konumunda bulunan fakihler Pehlevi yönetimini Batılı güçlerin temsilcisi olarak görüyorlardı. Bu nedenle din adamları arasında hem Rıza Şah’a hem de oğlu Muhammed Rıza Şah’ın modernleşme politikalarına karşı ciddi bir muhalefet oluştu. (Hamit Algar, “Merce-i Taklit”, TDV İslam Ansiklopedisi, ilt: 29, Sf. 173-174, 2012; Musa Uysal, Velayeti Fakih Teorisi Üzerine, http://www.academia.edu)
2- Merci-i taklidin siyasete mesafeli durmasını savunan Ayetullah Burucerdi'nin (Muhammed Rıza Şah’ın “Beyaz Devrim” programını ilan etmesinden sonra yönetimin halka sert uygulamalarıyla muamele etmemesi için) tavrını sürdürenler genelde Necef'te Ayetullah Seyyid Muhsin Tabatabai ve Ayetullah Ebu'l-Kasım Hui etrafında toplanırken İran'da yaşanan siyasi gelişmeler başka bir mercii, Humeyni'yi ön plana çıkarmıştı. Ayetullah Humeyni 1962 yılından itibaren Şah’a karşı, kendisinin Irak’a sürülmesiyle sonuçlanan bir direnişe önderlik etti. 1969-1970 yıllarında, sürgündeyken öğrencilerine verdiği derslerde fakihlerin Gaip İmam Mehdi’nin ‘genel naipliği’ kavramı ile Molla Ahmed en-Nerâkı’nin (ö. 1245/1829) velayet-i fakih kavramını birleştiren yeni bir siyasal teori geliştirmeye çalıştı. O, Şia’nın siyasal düşüncesini, fakihlerin hükümdarlara kendi adlarına ülkeyi yönetmeleri için mazbata vermeleri ve onları kendilerinin vekili olarak atamaları aşamasından fakihlerin doğrudan yönetimi ele almaları ve imametin bütün görevlerini eksiksiz üstlenmeleri şeklinde formüle ettiği bir aşamaya geçirmiştir. Humeyni’nin ortaya attığı bu teori on yıl sonra önderliğini yapacağı ve İran İslam Cumhuriyeti ile sonuçlanacak devrimin üzerine oturduğu fikrî bir temel olacaktır. Velayeti fakih teorisi Humeyni’nin hem Şah rejimine hem de Şii ulemanın geleneksel tutumuna karşı bir dizi eleştiriyi de içermektedir. Humeyni öncelikle Şia düşüncesine hâkim olan “İmam Mehdi’yi intizar” nazariyesini kesin olarak reddetmiştir. Bu konu ile ilgili olarak ileri sürülmüş akli delilleri de intizar nazariyesini destekleyen “mütevatir” hadisleri de bir kenara bırakıp; toplumun kaos ve zulümden korumak için uygulama ve yönetme gücünü elinde bulunduran bir hükümetin her dönemde olduğu gibi bugün de zorunlu olduğu tezini savunmuştur. Şeriatın uygulanması ve adil bir yönetim için İmam Mehdi’yi beklemek; Humeyni’ye göre İslam’ın mensuh olduğuna inanmaktan daha kötüdür. Ona göre hiçbir mümin İslam’ın sınırlarını savunmak gerekmediğini; şeri ceza yasalarının yürürlükten kaldırılabileceğini; zekât, humus vb. şeyleri vermekten kaçınılabileceğini; kısas ve diyet hükümlerinin dondurulabileceğini savunamaz. O halde İslami hükümetin İmam gelene kadar kurulmasının zorunlu olmadığına dair görüşleri dile getiren herkes; İslam’ın uygulanması gerektiğini inkâr ediyor, şeri hükümlerin askıya alınmasını savunuyor demektir. Humeyni intizar nazariyesini benimseyenlere şöyle hitap etmektedir: “Sakın hüccetin (Mehdi’nin) çıkışına kadar ceza hukukunu uygulamayı, İslam’ın sınırlarını savunmayı ve fakirlerin haklarını kendilerine ulaştırmayı bırakıyoruz demeye kalkmayınız. Hüccet’i bekleyişi öne sürerek, namazı da terk etsenize?!” (El-Katib, Şia’da Siyasal Düşüncenin Gelişimi, s.525-527)
(Bkz.Yrd. Doç. Dr. M. Serkan Taklıoğlu, İran İslam Cumhuriyetinde Egemenlik ve Meşrutiyet Kaynağı ‘Velayeti Fakih’, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt: 68,No: 3,s.95-112, 2013)
3- Humeyni, şeriatın ömrünün Peygamber ve İmamların yönetimiyle sınırlandırılmış olabileceği fikrini de dinin amacına aykırı bulur. Gaybet-i kübranın üzerinden bin yıl geçmiştir; İmam Mehdi’nin gelmesini gerektirecek olan maslahat gerçekleşmedikçe bekleyiş daha binlerce yıl sürebilir. Bu süreçte hiçbir ihtiyaç ümmetin işlerini idare edecek ve Müslüman ülkelerin düzenini koruyacak olan birinin tayininden daha önemli olamaz. Humeyni bu bağlamda Fatımatü’z Zehra’nın “Ümmetin düzeni için itaat, ayrılıktan kurtulmak için de imamet!” sözünü de nakli delil olarak göstermektedir. Şeriat nasıl anarşiyi ve kaosu reddediyorsa ve şer’i hükümler nasıl iki yüz yıl için vaz edilmemişse gaybet döneminde de İmam’a naiplik yapacak bir kişinin yönetimi o derece gereklidir. Bu kişinin nasla tayin edilen İmam’ın yerini dolduramayacağı açıktır. Fakat şer’i yöneticinin özellikleri kimi kişilerde bulunabilir; bu da onun insanlar arasında yönetime gelmesi için kendisini ehliyet sahibi kılabilir. Şer’i yönetici de aranacak özellikler, yasayı bilmek ve adil olmaktan ibarettir ki bu özellikler fakihlerde bulunmaktadır.
Humeyni’nin yorumu İslam’ın bütün alanları kuşatacak derecede bir teşkilat ve yönetim öngördüğü tezi üzerine inşa edilmektedir. Kitabu’l-Bey adlı eserinde açıkladığı üzere onun için adaleti yaygınlaştırmak, ceza hukukunu uygulamak, sınırları korumak, haraçları ve diğer mali gelirleri toplamak ve bunları Müslümanların yararına harcamak ve valiler tayin etmek gibi her alanda yönetimi ele almadığı sürece yöneticinin İslami olmasının bir anlamı yoktur. Çünkü sadece fıkhi hükümlerin uygulanması İslam değildir. İslam’ın yasası olan hükümleri uygulamak devletin yapacağı işlerden bir tanesidir ve yönetim işi devletin idaresi ve adaletin gerçekleşmesi için araçsal bir önemi haizdir. Buna göre fakihin İslam için bir “şehrin suru” gibi olabilmesi ve adaleti gerçekleştirebilmesi Peygamber’in ve imamların yönetimle ilgili tüm yetkilerini elinde bulundurmasına bağlıdır. Halkın ordusuz olması nasıl düşünülemezse İslam’ın da İslam’ın kaleleri konumunda bulunan fakihler olmadan ayakta kalması düşünülemez. İslam’ın ayakta durması bütün hükümlerinin yürürlüğe konmasıyla mümkündür. Bu da kale konumundaki yetki sahibi olmadan gerçekleşemez. Humeyni yetki sahibi fakihe yüklediği bu özellikler nedeniyle; fakihlerin Peygamber’in güvenilir vekilleri olarak mutlak bir velayet yetkisine sahip olmaları gerektiğini savunmaktadır. Humeyni’ye göre gaybet döneminde devlet kurmak yalnızca fakihlerin hakkıdır. Yöneticide bulunması vacip olan fakihlik ve adalet vasıflarına sahip adil fakih, Peygamber ve imamlar gibi toplum üzerinde genel velayet yetkisine sahiptir. Çünkü “velayeti fakih”in velayeti ilahi bir temele dayanmaktadır. Allah, Peygamber’e ve imamlara verdiği yöneticilik ve hâkimlik yetkisini fakihlere de vermiştir. Ehliyet açısından bütün fakihler velayette eşit düzeydedir. Şer’i yönetimin kurulabilmesi için fakihlerin bireysel ya da birlikte çalışmaları gerekir. Hükümet oluşturulmasının imkânsız olması halinde velayet düşmez; çünkü fakihlere bu yetki Allah tarafından verilmiştir. (El-Katib, Şia’da Siyasal Düşüncenin Gelişimi, s. 525-529)
4- Saffet Sarıkaya, konuşmacı, İran Cumhurbaşkanının Ehl-i Sünnet danışmanı, eski “Hobregân Meclisi” üyesi, İslami Mezhepler Takrîb Kurumu Genel Başkan Yardımcısı, birinci ve ikinci dönem İran meclisinde Sistan, Belucistan eyaletinin milletvekilliğini de yapmış kendisi de Sünnî olan Mevlevi İshak Medenî’ye İran’da yaşayan Ehl-i Sünnet’in nüfus oranını sordu. Cevap olarak ise bu konuda herhangi bir istatistikî bilginin ellerinde bulunmadığını ancak tahmini olarak söylemek gerekirse 10-12 milyon civarında olduğunu belirtti. Cemil Hakyemez ise Medenî’nin özellikle Belûcistan ve Sistan bölgelerinde Sünnî kesim büyük oranda Hanefî olmasına rağmen Hanefîler arasında Selefiliğin gittikçe yaygınlaştığından bahsetmesine katkı olarak bunun muhtemel birkaç sebebinden bahsetti. “Birisi dış güçlerin Selefiliği desteklemesi, bir diğeri Afganistan ve Pakistan’daki Hanefî medreselerinin etkisi, diğeri Hanefîlerin kendilerini yenileyememesi ve koyu Şiî uygulamaların Sünni Hanefîler üzerinde reaksiyon oluşturması ve bunun sonucunda Selefilerin sert söylemini benimsemiş olabileceklerinin düşünülmesi mümkün olabilir. Bu konu hakkında ne diyorsunuz?” diye sordu. Cevap olarak Medenî, bu konunun sadece dış güçlerin bir oyunu olduğunu belirtti. Bu konuda derinlemesine bilgi sahibi olmadığı görülüyordu. İran’ın genel siyasetinin de etkisiyle her olumsuzluğu dış güçlere bağlaması dikkat çekici idi. (Habip Demir, İran Gezisi ve “Şii Sünni Çalıştayı” Değerlendirmesi, e-makâlât Mezhep Araştırmaları, VI/1, Bahar 2013)
5- Türk Dış Politika Yıllığı / 2011, Ortadoğu’da Modellerin Rekabeti; Arap Baharından Sonra Yeni Güç Dengeleri, sf. 38
6- Kabul edilmiş yasaların biçimlenişi ve değeri konusunda yasanın değişmezliğine bağlı onların dinî nas gibi algılanmasını değil yasaların İslam’ın temel ilkelerine uygun ‘en yakın karar’ olarak görülmesi gerektiğini savunuyordu. Velayeti fakih yasanın İslam hukukundan çıkarılmış olması değil; fıkıh dışındaki siyasal fırsatlara uygun düştüğüdür. İran’da Humeyni’den sonra yerine dinî liderliğe seçilme yetkinliğine sahip birisi olan Muntazeri, Humeyni hayattayken ev hapsine alınmış ve orada vefat etmişti.
7- Türk Dış politikası Yıllığı / 2011, s. 39-40