Müslümanların bugün nasıl bir kıskaç arasında, kuşatma içerisinde olduklarını herhalde en iyi Musul operasyonu göstermektedir. Başka bir yer değil de niçin Musul’un gündeme getirildiği, buraya nasıl bir operasyon yapılacağı ve buraya kimlerin katılacağı, daha sonra burada kimlerin yaşayacağı ve nasıl yönetileceği soru-n-ları bu acziyet halini özetlemektedir. İnsani yardım, savaş durumu açısından bakıldığında dünyanın birçok bölgesi ve özellikle de hemen yanı başındaki Halep her yönden bir kuşatılmışlık içerisinde aciliyet kesbetmesine rağmen iki yıldır bir problemin yaşanmadığı Musul’un ana gündem yapılması nasıl alçakça bir dünyada yaşadığımızı göstermektedir. Musul’da X örgütün ya da başka bir örgüt, ideolojinin orayı yönetmesi değil mesele, Amerika ve Rusya’nın dünyada sorunu belirleme, tayin etme hakkını kendilerinde görmeleri ve dünyanın geri kalanın da bu denklemin neresinde kaldıklarına göre başarı durumlarını tespit etmeleridir. Bu zavallılık düzeninin altı çizilmeden anlatılan büyüklük, kahramanlık komik kaçmaktadır.
Musul’a Bakan Gözlerdeki Şaşılık
İnsan dediğimiz varlığın hak, adalet, vicdan dengesinden uzaklaştığında nasıl bir mahlûka dönüştüğünü Halep’i görmeden Musul’u görme tavrı ortaya koymaktadır. Müslümanlar açısından bakıldığında yeryüzünde ıslahı gerçekleştirecek, ifsadı ortadan kaldıracak bir dengeyi sağlama çabası bu tarz tutarsızlıklara düşmemeye çalışmayı gerektirir. Sadece Müslümanın yaşadığı yerden sorumlu olma gibi ahlaki düşüklükle değil, Allahu Teâlâ’nın yarattığı bütün bir yeryüzünden ve tüm mahlûkattan sorumlu olma perspektifiyle hadiselere bakma zorunluluğu yüklenmektir. Siyasal çabamız, uluslararası ilişkilerimiz ve düzenimiz bu ölçüye yaklaştırdığı miktarda makbuliyet kazandıracaktır; Misak-ı Milli ya da örneğin Büyük Türkiye saikiyle hareket etmekle değil.
Açık ya da örtülü, bilinçli ya da bilinçsiz son kertede insan bazı değerler, ilkeler, ölçüler, kabuller üzerinde hareket eder, davranışlarını belirler. Devletler de onların uluslararası ilişkileri de ve oluşturdukları dünya düzeni de aynı espri üzerinde iş görmektedir. Buradaki temel problem modern devlet, uluslararası ilişkiler ve dünya düzeni dediğimiz gerçekliğin ölçüleri ile Müslümanın her şart ve kayıtta sahip olması gereken ölçüler arasındaki büyük mesafe kopukluğudur. Bu kopuşa dikkat edilmeden hadiselerin içine girildiğinde ölçü kaybı kaynaklı yalpalamalar yaşanmakta ki umumiyetle karşılaşılan ayartıcı mikrop ise milliyetçilik olmakta.
Nitekim Musul meselesinde de vakaya bizatihi orada ne olup bitiyor perspektifi üzerinden değil de Türkiye’nin menfaatleri açısından bakma bu yanlışın tipik bir örneği olarak karşımızda. Başta Musul olmak üzere 2003’ten beri Amerika öncülüğündeki işgal kuvvetleri ve onlardan daha zalim İran ve rehberliğindeki Şii güçlerinin Irak’ın Müslüman halkına dünyayı nasıl dar ettiklerini bugün Musul’a girilmesini savunanların çoğu görmedi dahi. İşkence altındaki kardeşlerinin feryadı figanını duymayanlar, çığlıklarına kulaklarını kapatanlar, bir Tarık Haşimi’yi dahi şöyle bir can kulağıyla dinlemeyenler şimdi Musul’da olmanın zorunlu yirmi gerekçesini yazıversinler bakalım. Ve eğer olur ya Musul’a operasyona katılmaktan vazgeçerse Türkiye aynı kişi ve çevreler uzak durmanın erdem ve faziletlerini keşfedeceklerdir. Oportünist ahlak tam da bu kirlenmiş dünyaya yakışıyor. Ama Müslüman açısından mide bulandırmaktan başka bir işe yaramıyor.
Bir diğer nokta gerek hükümet gerekse de hükümete yakın medyada Türkiye’nin hamlesinin “Sünnilerin hamiliği” gerekçesi olduğuna dair bir ifade olmamasına rağmen yeminli hükümet karşıtlarının AK Parti’nin Musul meselesinde mezhepçilik, Sünnicilik saikiyle hareket ettiğini iddia etmeleridir. Diyelim ki dedikleri doğru. O zaman şu soruyu sormak gerekmez mi? Türkiye Sünnilerle ilgili niçin bir kaygı taşımakta? O sahte vicdanlarınız, güya barışçı, aman mezhep savaşı çıkmasıncı söyleminiz neden, niçin 2003’ten beri Irak’ta mezhepçilik, Şiilik adına estirilen terör dalgasını, sistematik infazları, siyasi tasfiyeyi, faili meçhulleri, şehirlerin demografik yapısının değiştirilmesini, isimleri sırf Ömer, Ayşe olduğu için insanların katledilmesini, sistematik tenkil, tehcir politikalarını görmedi, görmüyor? “Aman mezhep savaşı çıkmasın” söylem ve politikalarıyla var olan, devam edegelen zulmün katmerleşmesine karşılık olarak açık, net bir şekilde söylenmesi gereken çıplak gerçek şudur: Sünni Müslümanlar aşama aşama tasfiye ediliyor, katlediliyor, yok ediliyor. Ve biz gücümüz ölçüsünce buna karşı çıkacağız, izin vermeyeceğiz! Aksi durum olan, insanımızın acı çektiği, katledildiği bir vasatta Musul petrollerinden bahsetmek nasıl mazur görülebilir ki?
Taşları Bağlayıp Köpekleri Salmanın Korunaklı Kalkanı: “Aman Mezhep Savaşı Olmasın!”
Nasıl bir dünyada yaşıyoruz anlamak mümkün değil. Bir “terör örgütü” gerekçesiyle sınır dışı operasyonlar yapılabiliyor, bir başka ülkenin topraklarına girilebiliyor. Lakin inancından dolayı üstelik içinde yaşadığımız savadı azamın müntesipleri sırf farklı inanmalarından dolayı olmadık eziyetlere maruz kalıyorlar İran ve bağlısı Şii güçler tarafından ama siz bunu dile getirmeyeceksiniz ve hiçbir şey yapmayacaksınız. Çapulcunun, katilin şirret ve arsız olanı hem eylemini yapan hem de kendisine engel olunması ya da ifşa edilmesi karşısında “yandım, öldüm, mağdur edildim” çığırtkanlığı yapandır. Yaşadığımız çağın kötü huylu ideolojik düzenleri, grupları, siyasi çevreleri tam da bu ahlaksız denge üzerinde raks ederler. İyiler ise hem saflıklarından hem de çirkeflik karşısında duydukları hicabın insanda oluşturduğu durgunlukla öylece bakakalırlar.
Sorun çok açık ve çözümü de nettir. Katilin sofrasını büyütmekten başka bir işe yaramayan üçkâğıtçı ahlakın dışavurumu “Aman mezhep savaşı çıkmasın!” dalaveresine prim vermeden, çirkin ve dahi ahmaklık literatürü galerisinden aparılmış “vekâlet savaşları” söylemine hadi oradan diyerek işe başlamak gerekiyor. Problemin temelinde, 79 devrimini gerçekleştirmiş İran’ın tarihten gelen gücünü, kültüründen kaynaklı dinamiklerini, devriminin irtibatlarından gelen gücünü, bölgedeki kaos, karışıklık, işgal ortamını fırsat bilerek yıllardır ilmek ilmek ördüğü, inşa ettiği örgütlülük sayesinde bütün bir Şii nüfusu harekete geçirerek inanılması güç işlere imza atması yatmakta. Afganistan’dan Pakistan’a, Irak’tan Suriye’ye, Lübnan’dan Yemen’e kadar dünyamızın her yerinden elinin ulaştığı tüm bölgelerde aynı mantık ve perspektif doğrultusunda politikalarını adım adım uygulamaya çalıştı, çalışıyor. Bu politikanın temelinde ise öteki olarak konumlandırdığı Sünnilerin yaşam alanının daraltılması yatmakta. Hatta bu itici güç, İran’ın 79 devriminden sonra “şeytan-e bozorg” diye tanımladığı Amerika ile her türlü ilişkiye girmesine, Afganistan ve Irak işgallerinin kolaylaştırılmasına yol açmakta.
Nitekim bu uyum ve işbirliği politikalarının yoğunluğu Batı’da İslami hareketler üzerine yapılan çalışmaların seyrini, yönünü değiştirmiş durumda. 79 devrimiyle birlikte Batı açısından tehdit kaynağı olarak görülen İran ve Şiilik merkezli araştırmalar emperyalizme ve işgallere direnen hareketlerin Sünni karakterinden dolayı yön değiştirdi. Devrimden sonra ortaya çıkan umut ve heyecan dalgasını İran, mezhebinin o dar, kuşatıcılık ve kapsayıcılıktan uzak, her fırsatta tarihte kalmış meseleleri, problemleri, gerilimleri, ihtilafları yeniden hortlatıcı tuhaf ve bir o kadar da taifeci asabiye uğruna harcadı. Nitekim bu akıldışılık bugün İranlı yetkililere “Bağdat bizim başkentimiz” ya da “Üç Arap ülkesi bugün İran’ın elinde ve İslam devrimine bağlı. Sana İran devrimine katılma yolundaki dördüncü Arap başkenti oldu.” sözlerini söyletiyor.
İnançta, ahlakta, kültürde, şahsiyette devrim yapmadan salt siyasal iktidarı alaşağı etme içerikli devrimler ancak bir yere kadar imkân olabiliyor. Müslüman kardeşine öfke temelinde tarih boyunca varoluşunu gerçekleştirmiş Şiiliğe bu imkân çok da olumlu tesir yapmadığı gibi onun yanlış politik adımlarına yeni fırsatlar dahi sunmakta.
Kimdir Emperyal Olan?
İslam dünyasında özellikle de Türkiye’de emperyalistlerin, mezhep savaşı çıkarma peşinde olduğu çok rahat ama kesin bir dille ifade edilir. Her birinin Pentagon’da masasının olduğu bu muhterem zevatın söylediklerinin doğruluk gibi küçük bir problemi bulunmakta. Birincisi mezkûr söylemi coğrafyamızda en çok kullanan ülke İran ve onların lideri Ali Hamaney. Hem vuruyorlar, kırıyorlar, yakıyorlar, yıkıyorlar, öldürüyorlar sonra da diyorlar ki “Emperyalistler bizi birbirimize kırdırmak istiyor!” Ve memlekette de bu yalanlara inanan çokça insan çıkabilmekte. Sözün tamamı bu durumda İran’a ve adamlarına denir ki o halde emperyalistlerin oyunundan çık, kardeşinin kanını dökme! İkinci olarak, bir an için hiçbir bilgiye dayanmadan emperyalizm vurgusunu doğru kabul edelim. O zaman soru şu: Emperyalistler niçin bölgeyi karıştırmak istesin? Hadi bunu yapma amaçlarını keşfettik o zaman da yine bu amaca niçin hizmet ediyorsun ey İran demek gerek. Yani yine problemin aktörü hep aynı kaynak. Oysa emperyalistler söylemi suçu ve suçluyu örtme amaçlı kullanılan bir aparat.
Öte yandan emperyal güçlerin sürekli olarak savaş, karışıklık, çatışma halini istediği iddiası da doğru değil üstelik. Çünkü uluslararası siyasal ve ekonomik düzen ve işleyiş en çok da güven ve istikrara ihtiyaç duyar. Bir ülkede hoşuna gitmeyen yönetimi devirmek isteyebilir ama sonrasında orada meydana gelecek kaosun kendisine zarar verme ihtimalinin büyüklüğü onun harekete geçmesini engelleyebilir. Dolayısıyla 2x2’inin 4 etmesi gibi emperyalist güçlerin mezhep savaşı çıkarmak istediği, kardeşi kardeşe kırdırmak istediği ya da bir bölgeyi karıştırmak, kaosa sokmak istediği şeklindeki düşünce tashihe muhtaçtır. Bu düşünce bugün İran emperyalist olarak anıldığı takdirde doğrudur. Bağdat’ı, Beyrut’u, Sana’yı, Şam’ı karıştıran odur. Odur kanı beş para etmez zalimler uğruna Halepli kardeşimi vuran…
Ve şimdi Musul’un etrafı dört bir yandan kuşatılmış durumda. Şii milis gücü Haşdi Şa’bi’nin katliam yapacağı endişesinden dolayı bu örgütün fiilen operasyonlarda yer almaması tartışması yaşanıyor. Gözden kaçan nokta Irak’ın Baas’tan arındırılması bahanesiyle ordudan Sünniler dışlandı. Dolayısıyla resmi Irak ordusu ile Haşdi Şa’bi arasında bir fark görünmüyor. 2014’te Ayetullah Sistani’nin fetvasının ertesi günü kurulan bu çatı örgütte Ebu Azrail gibi yakaladığı Sünni gençleri diri diri yakan ve organlarını satırla kesip videoya alan, “Erdoğan’ın kollarını keseriz!” tehdidinde bulunan hem şeklen hem muhteva itibariyle canavar ruhlular yer almakta. Asaib Ehlil Hak, Ketaib-i Hizbullah, Bedir Tugayları, Hareketü’n Nüceba, Zülfikar Tugayları başta olmak üzere Şii örgütlerin liderleri Sistani, Hekim, Sadr, Kays, Maliki gibi aktörlerin harekete geçmesiyle oluşturdukları çatı örgütün asıl komuta merkezî liderliğini İran ve Kasım Süleymani yapmakta.
Problemin Ana Kaynağı İran
Tam bir sinsilik içerisinde Irak’ta politik, mezhebî hedeflerini uygulayan İran, buna karşı çıkma potansiyeli gördüğü Türkiye’ye daha doğrusu Erdoğan’a karşı sistematik karalama kampanyası yürütmekte. Erdoğan’ın Sünnicilik yaptığı ve yeni Osmanlıcılık hayalleri gördüğü gibi retoriklerin çıkış kaynağı İran. Lakin tam bir takiyye ile açıktan bunu asla yapmıyor. Dünyanın her yerinde politik argümanlarını tedavüle sokacağı iltisaklı ya da müttefik birçok unsur bulunmakta. Türkiye’nin tehditlerine aldırmadan yola devam ettiği durumlarda İbadi gibi kuklaların yerine bu sefer İranlı yetkililer isim vermeden dolaylı tehditlerde bulunuyorlar. Bir adım sonrası ise açıktan tehdit. Uyguladığı politikalar ile coğrafyamızı mahveden İran eğer engellenmezse yarın daha da fazlasını yapacak. Mezhebî dürtülerinin esiri olmuş, saçma ve uydurma Mehdi’nin cihanşümul devletini oluşturma rüyasıyla bütün bir Şii dünyayı arkasına takmış durumda.
Bütün olumsuz koşullara rağmen acı bir gerçek var. İslam dünyasında İran komuta merkezli Şii yayılmacılık siyasetine Irak’ta karşı çıkan tek güç Türkiye. Zaten bu potansiyelde olan sınırlı sayıda ülke var. Mısır, Sisi’nin elinde başka bir âlemde. Duyarlılık göstermesi beklenen Suudi Arabistan da pasif kalmakta. Reel olarak bunu sadece Erdoğan/Türkiye yapmakta. Daha önce IŞİD’den arındırılması bahanesiyle Ramadi’ye yapılan operasyonun isminin bir Şii retoriği olan “Lebbeyk Ya Hüseyin” olduğu hatırlanacak olursa Musul’daki tehlikenin boyutu çok daha iyi anlaşılacaktır. Ramadi’nin demografik yapısı değiştirilerek Sünnilere yönelik katliamlar uygulanırken coğrafyamızda buna karşı çıkacak bir ülkenin olmaması çok daha vahim. Ramadi’de yapılan Musul’da yapılacak olanın teminatı. Kafa aynı mantık aynı. Ve bunu da en iyi Nuri el-Maliki özetlemekte: “Düşmanın planları varsa bizim de vardır. ‘Geliyoruz Ninova’ operasyonu diğer yönüyle ‘Geliyoruz Rakka’, ‘Geliyoruz Halep’ ve ‘Geliyoruz Yemen’ operasyonudur.” Durum bu minval üzerine iken Lozan’dan doğan haklar, Musul petrolleri, ‘bir koyup üç alacağız’ gibi retorikler, yaklaşımlar meseleyi izah etmekten çok uzaktalar.