Orta Doğu’nun önemli aktörlerinden biri olan İran, içeride izlediği politikalar ve uluslararası ilişkiler bağlamında attığı adımlarla isminden çokça bahsedilen bir ülkedir. Bölgedeki diğer ülkeler gibi etnik çeşitliliğin bol olduğu İran coğrafyasında kimlik ve kültür meseleleri en az güvenlik konusu kadar ehemmiyet arz etmektedir. 1979 İran Devrimi’nden bu yana devlet formundaki süreklilikten anlaşılacağı üzere İran’ın karar alıcıları, ulusal güvenliği tehdit edebilecek her türlü unsuru önceden algılamaya çalışmış ve ona göre strateji geliştirmeye gayret etmiştir. Bu mekanizmanın ulus devlet formunu bir şekilde muhafaza etmeye dönük olduğu ön plana çıkarken Beluçlar, süreç içerisinde sistem dışına itilerek ötekileştirilmeye maruz kalmıştır. Kapalı bir toplum ve medya araçlarının belirli elitlerin elinde olmasından dolayı bu etnik ve mezhebî azınlığın varlığı, mahiyeti ve istikbali ile ilgili malumat kıtlığı yaşanmaktadır.
Bilindiği üzere İran, dış politikada müdahaleci ve yayılmacı stratejisini programının ana odağı haline getirmiş, bölgedeki birçok ülkede nüfuz alanları oluşturmak için çaba harcamıştır. Irak, Suriye, Yemen, Afganistan ve Bahreyn’de yumuşak ve sert güç uygulamalarını tedavüle koyarak bölgesel gücünü tüm dünyaya propaganda etme niyetindedir. Ancak kırılgan ekonomik yapısı ve ambargolardan dolayı kendi toplumunu konsolide etmekte zorlanan İran yönetimi, mezhebî ve etnik farklılıkları yönetmede tam manasıyla adil ve muktedir olamamıştır. Yüz yıllık modernleşme serüveninin ilk döneminde Pehlevilerle ulus devletleşme tecrübesine başlayan İran, kozmopolit yapısını homojen bir topluma dönüştürme projeksiyonunu ortaya koyarken yeni ötekiler var etmiştir. Bu topraklardaki ötekileştirmenin köklü bir geçmişi olduğundan olsa gerek, 1979 İran İslam Devrimi’nden sonra da Şii mezhebinin dışındaki tüm bileşenler dışlanmış ve sistematik mobbinge maruz kalmışlardır. İran Sünnilerinin, toplumsal ve kurumsal baskıyla karşı karşıya kaldıkları; âlimlerinin ve aktivistlerin belli aralıklarla idam edildiği vakidir.
İran’daki ötekinin iki ana karakteri Sünniler ve Beluçlar olarak ön plana çıkmaktadır. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi asırlık bir modernleşme sürecinde kurucu unsurun karşısındaki en büyük tehdit bu iki kitledir. Beluçların hem etnik hem de mezhepsel farklılıkları İran’daki karar alıcı elitleri sürekli rahatsız etmiştir. Beluçların ayrılıkçı bir niteliğe bürünmeleri İran için ulusal bir tehdit algısı oluşturması bir yana, teorik anlamda özellikle ABD ve İran’a komşu ülkelerin, İran’a karşı gündem oluşturabilecekleri önemli bir koz aparatı formunu da göz ardı etmemek gerekir. Tabiî ABD ve İsrail’in İran’a karşı Sünni Beluçları berkitmesine dair öngörüler ve bulgular tartışmaya açık bir meseledir.
Orta Doğu’da 20. yüzyılın başlarında ulus devletleşme süreciyle ortaya çıkan ulusal sınırlar mevzusunun sebep olduğu toprak anlaşmazlıkları ve bölünmeler, daha sonraki dönemleri meşgul eden ana maddeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Pakistan, Afganistan ve İran sınırları içerisinde yaklaşık olarak 20 milyon Beluç olduğu tahmin edilmektedir. Yapay sınırlar çizilmeden önce bu topluluk bir bütün halinde Belucistan denilen bölgede yaşamını sürdürüyordu. Günümüzde İran’da iki milyon Beluç yaşadığı kabul edilmektedir. Büyük bir kısmı Pakistan ve Afganistan’da yaşayan Beluçlar İran için ciddi bir tehdit unsuru kabul edilmektedir. İran yönetimleri tarafından ötekileştirilen bu kitle yalnızlaştırılarak kendi kaderlerine terk edilme tehlikesini yaşamaktadırlar. İstatistiklerde Sistan ve Belucistan bölgelerinin, ülkenin en düşük sosyoekonomik kitlesini oluşturduğu dile getirilmektedir.
Bu çalışmada, ulusal ve uluslararası düzlemde değişim ve dönüşüm geçirebilecek bir kimlik olgusunun tarihsel süreç içerisinde inşa edilebilir niteliğinin olduğu savlanmaktadır. Her ülkede olduğu üzere iktidar kendi ideolojik projeksiyonunu hükümetin ana programı haline getirir ve kurumlar bu prensiplere göre şekillenir. İran’da da her hükümet, sistemik bariyerleri zorlamadığı müddetçe kendi ilkelerini politika haline getirmiştir.
Değerlendirmeye çalıştığımız bu kitabın temel araştırma soruları şunlardır: İran ulusal kimliğini oluşturan esas dinamikler nelerdir? Bu kimliği oluşturan sütunlar tam manasıyla bütüncül bir stratejinin ürünü müydü? Mezkûr dinamiklerin kozmopolit bir toplumsal yapıya sahip olan İran’da ne gibi yansımaları oldu? Bu sorular çerçevesinde Beluçlar ve Belucistan bölgesi aktör ve uygulama alanı seçilmiştir. Bu etnik grup üzerinden İran’daki kimlik dönüşümleri ve İran ulus kimliği üzerinde durulmuş, coğrafyanın kimlik üzerindeki etkileri tespit edilmeye çalışılmıştır. Esas itibariyle İran iktidar çevreleri ve Beluç etnik topluluğu arasındaki tarihsel gerilimler kimlik odağında incelenmeye çalışılmıştır. Müellife göre kitabın ana savı, İran’ın Farisilik ve Şii düşüncesi kapsamında teşkil ettiği ulusal kimlik stratejisinin, öteki olarak öncelik verdiği Sünnilerin ve ek olarak etnisite ve inanç anlamında zaten doğal bir öteki olan Beluçların dışlanması süreçleridir. Bu sava dayanak olarak Beluçların İran sosyolojisindeki yerleri, sosyoekonomik durumları ve İran yönetimleriyle rabıtaları ortaya konulmaktadır.
Kitap; giriş, gelişme ve sonuç bölümleriyle toplam 6 bölümden müteşekkildir. İlk bölümde kitabın kavramsal ve teorik bazı açıklamaları yapılmıştır. Bu anlamda kitap, konstrüktivizm (inşacılık) kuramı etrafında teorik boşluğu doldurmuştur. Bu bölümde inşacılık kuramına taalluk eden tüm hususlar ele alınmış, tarihsel gelişimi, ortaya çıkışı, önermeleri, prensipleri ve uluslararası ilişkiler teorileri arasındaki yerinden detaylıca bahsedilmiştir. Kitap esas itibariyle etnik bir topluluğun kimliği bağlamına odaklandığı için inşacılık kuramının tercih edilmesi yerinde olmuştur. Kimlik, dil ve söylem gibi fenomenlerin sıkça başvurulduğu inşacılık kuramı sosyal bilimciler tarafından birçok meseleyi açıklığa kavuşturmada önemli bir işleve sahiptir. Müellif bu kuramın iki önemli ismi Nicholas Onuf ve Alexander Wendt yaklaşımlarına yer vermiştir. Yazar bunu ileride bina edeceği hipotezine harç olması amacıyla yapmaktadır. Teorik alt yapı bu bölümde enine boyuna işlenmiştir. İran kimliğinin oluşum süreci inşacılık kuramının kavramlarıyla açıklanmıştır. Söz gelimi, İran İslam Devrimi’nden sonra İslam’ın Şii yorumu üzerinden tek tipleştirici din anlayışı dayatılan İran’da, daha önceki dönemlerde teveccüh gören Batıcılık ve milliyetçilik düşünceleri rafa kaldırılmış ve İslam dini üzerinden kuşatıcı bir kimlik inşa edilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda her türlü emperyalizm reddedilmiş, Şii düşüncenin dışındaki tüm fraksiyonlar öteki kategorisine alınmıştır. Yeni bir söylem geliştirme çabaları da hız kesmeden devam etmiştir. Zira daha önceki dönemlerde “Allah, Şah, vatan” söylemi ana paradigmayı teşkil ederken 1979 İran İslam Devrimi’nden sonra “Allah, Kur’an, Rehber (Humeyni)” enstrüman olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Kitabın ikinci bölümünde yazar Beluçlara odaklanmıştır. Bu etnik ve mezhebi topluluğa dair detaylı bir bilgilendirme yapılarak Beluç kimliğinin önemli birer cüzünü oluşturan Beluç sosyolojik yapısı, inanç, dil ve tarihsel kökenleri ele alınmıştır. Coğrafyada yaşayan bütün Beluçlara değinilen bu bölümde, Pakistan ve Afganistan Beluçları ile İran Beluçlarının karşılaştırmalı analizi yapılmıştır. Her üç ülkede de yaklaşık olarak aynı sosyoekonomik seviyeye sahip olan Beluçların, mezkûr ülkeler tarafından bir politika unsuru olarak addedilmesi önemli bir noktadır. Ek olarak İran Beluçlarının daha dindar entelektüel bir keyfiyete sahip oldukları da dikkat çeken bir tespittir. Her türlü imkânsızlığa rağmen yönetimlerin dikkatini çekmesi itibariyle bu etnik topluluğa farklı bir önem atfedilmektedir.
Belucistan sadece Pakistan, Afganistan ve İran için değil küresel güçler için de mühim bir noktada durmaktadır. Yazar, küresel ve bölgesel aktörlerin Belucistan politikalarını bu bölümde ele almıştır. Yazara göre özellikle ABD, Çin ve Hindistan’ın grand stratejiler belirleyerek bölge üzerinde çıkar hesabı yaptıkları ve dolayısıyla siyasal mücadelenin kaçınılmaz olduğu aşikârdır. Bu odakların Belucistan bölgesine yönelik yatırımları tabiî ki salt ekonomik kaygılarla açıklanamaz. Dolayısıyla girişimlerin mutlaka bir politik çıkar zemini olduğunun altı çizilmelidir.
Kitabın son bölümünde İran yönetimlerinin Belucistan politikaları, Beluçlara yönelik hamleleri yer alırken, bu politikaların neticeleri üzerinde durulmuştur. Beluçlar üzerinden etki tepki, sebep sonuç analizleri yapılmıştır. Bu bağlamda İran’ın tarihin ilk dönemlerinden günümüze kadarki kimlik inşa girişimleri ince bir çalışmayla yazıya aktarılmıştır. Bu periyottaki tüm dinamikler, dönüşümler ve tenakuzlar yalın bir dille okuyucuya sunulmuştur. Diğer yandan tamamlayıcı olması hasebiyle İran’ın Beluçlar dışındaki diğer etnik gruplara yönelik politikalar karşılaştırmalı olarak incelenmiştir. İran toplumunun yarıdan fazlasını oluşturan Şii Azerbaycan Türklerinin Beluçlar ile farklılıkları kimlik ve kültür bağlamında işlenmiş, öne çıkan etnik grupların analizi yapılmıştır. Azerbaycan Türklerinin mezhebî ve ulusal entegrasyonu çoktan içselleştirdikleri ve İran’ın bu anlamda gözünün arkada kalmayacağı belirtilmiştir. Araplar ve Kürtler, Beluçlar ve Azerbaycan Türklerine nazaran daha dar bir çerçevede ele alınmıştır. Çünkü hem nüfusları hem de toplumsal bilinç anlamında İran toplumunun önemli bir bölümünü bu etnik gruplar teşkil etmektedir. Kitabın ana öznesi Beluçlar olduğu için son bölümün ortalarında bu etnik gruba dair toplumsal nitelikler, yaşam tarzları, eğitim ve kültürel kodları yazıya geçirilmiştir. Stratejik öneme sahip Sistan ve Belucistan bölgelerinde herhangi bir sebeple radikal eğilimler gösteren Beluçların tasnifi ve eylem tarzları da bu bölümde işlenmiştir. Bu bölümdeki ana çıkarım şu olabilir: Azınlık psikolojisini dayatma olarak hisseden grupların içerisinde şiddete meyilli olan kişilerin artması tabiî bir durumdur. Bu noktada baskı ile terör arasında nedensellik ilişkisi kurulmuştur. İran’ın azınlık politikaları uzunca işlenerek kitabın ana savı burada desteklenmiştir. Beluçlar üzerinde oluşturulmaya çalışılan yeni bir kimlik inşasının aslında ötekileştirme ve asimilasyon ürettiği de bu bölümde ifade edilmiştir. Bu da yazarın tezini hangi argümanla desteklediğini ortaya koyması açısından çok önemlidir.
Kitabı içerik ve üslup bağlamında değerlendirecek olursak yazar, kitap boyunca objektif tavrını bozmamaya gayret göstermiştir. Müellif bölgeye gidemese de İngilizce ve Farsça kaynakları çok iyi kullanmıştır. Konu ile ilgili çok fazla Türkçe eser bulunmasa da yazarın araştırma gayreti takdir edilmelidir. Kitabın genelinde akademik kaynaklara yapılan atıflar ve sıkı bir belge taramasından süzülmüş bilgilerle titiz bir çalışma ortaya konmuştur. İran yönetimlerinin etnik gruplara yönelik baskıları karşısında tarafsız ve şeffaf kalınması akademik kural ve ilkelere olan sadakati göstermektedir. Kitabı farklı zaviyeden değerlendirmeyi tercih eden müellifin çıkış noktası, tarihte çok önemli uygarlıklara ev sahipliği yapmış bir ülkenin, heterojen toplumsal yapısını muhafaza etmeye dönük hamlelerinin muhalif bir kimlik yaratma neticesini ortaya çıkaracağıdır. Bu anlamda bu çalışma bilinenden çok farklı bir boşluğu doldurmuştur.
Yazar, Beluçları ve Belucistan’ı incelerken İran’ın önde gelen siyasilerini derinlemesine ele almış ve bu isimlerin politikalarını tetkik etmiştir. Yakın siyasi tarihte iktidara gelmiş yönetimlerin meseleye yaklaşımlarını kıyas ederek yazıya aktarmıştır. Çalışmanın bu denli geniş çaplı olması ve dönemlerle ilgili her detayı içermesi bu çalışmanın bir sonucudur. Bu tür araştırma çalışmalarında siyasi tarih kaynaklarının kullanımı önem arz etmektedir. Çünkü bu çalışmada olduğu gibi ikinci kaynaklar ve sonraki araştırmacıların çalışmaları birinci kaynaklarla tenakuz oluşturabilir. Bu konuyla ilgili veya İran toplumsal yapısına ilişkin değerlendirmeleri okuduğumuzda bahisle ilgili en kapsamlı çalışmanın Akçağ Yayınlarından çıkan ve bu yazıda değerlendirmeye çaba gösterdiğimiz İran’da Kimlik ve Siyaset: Belucistan kitabı olduğu kanısına varmaktayız.
Kitabın temel konusu ötekileştirilen bir etnik grubun, İran karar alıcıları tarafından bir kimlik dayatması suretiyle kontrol altında tutulmaları ve Beluçların bu zorlamalar karşısındaki tavırlarıdır. Kitabı okurken mezkûr meselelerin ne olduğuna dair bilgi ihtiyacı da ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla müellif, okuyucuyu bu tartışmalar ekseninde cereyan eden konulara yöneltmektedir. Orta Doğu’da ve özellikle Belucistan bölgesinde süregelen bu konuları bilmeden kitabı okumak, okuyucuyu bilgiye aç hissettirmekte ve bu yüzden kitapla birlikte çapraz okuma yapma ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Kitap, bu bağlamda belgeseller ve filmler için zengin bir malzeme oluşturabilir. Çünkü meseleyle ilgili bu denli kapsamlı bir çalışmanın bir örneği elimizde yok. Bir doktora tezinin kitaplaştırılmış hali olan bu çalışma, bölgedeki güvenlik zafiyeti sebebiyle sahaya gidilememesi ve dolayısıyla saha bilgisinden yoksun bir öngörüyle okuyucuyu karşılıyor. Ancak müellifin sıkı literatür çalışması yapması ve İngilizce ve Farsça kaynaklardan nitelikli bilgi damıtması çalışmayı eşsiz ve değerli bir konuma getirmektedir.
Ülkemizde üzerinde pek durulmayan ve akademik araştırmalara konu olmayan Beluçlar hakkında geniş malumata yer veren bu çalışma, uluslararası ilişkiler disiplinine mühim katkı sağlayacak özelliktedir. Bu bağlamda bu kitabın çok ciddi bir kaynak olduğunu ifade etmek gerekmektedir. Konuyla ilgilenen kişilerin veya çevrelerin fikirlerini temellendirebilecekleri bir kaynağın olması tartışmaların seyri açısından da sağlıklı bir durumu işaret etmektedir. Çünkü geleneksiz ve gerekçesiz her fikrin mağlup olacağı aşikârdır. İslam dünyasının temel ihtilaf alanlarının Sünni ve Şii gerilimi olduğu bilinirken, Şii İran’ın sosyolojik bir kırılımı etnik çatışma üzerinden yaşaması elbette üzücü bir neticeyi doğuracaktır.
Diğer yandan kitapta bölümler arasındaki hızlı geçişler okuyucunun dikkatini dağıttığı için olumsuz bir değerlendirme yapılabilir. Doktora tezi formatında kitaplaştırılan bu eserin yayıma hazırlanırken bölümler arasındaki rabıtayı kuracak bir mekanizma geliştirilmesi yerinde olurdu. Üç ana başlığın alt kırılımları konuyu net bir şekilde ortaya koyuyor ancak bölüm değişikliklerinde bağlam birden kesildiği için süreklilik ortadan kayboluyor. Öte yandan kitapta haritaların ve resimlerin renksiz formatta kullanılması, detayları önemseyen okuyucular için negatif bir algı oluşturabilir. Bölge çalışmalarında renkli haritalar ve infografilerin kullanımı çalışmayı daha nitelikli bir hale getirmektedir. Renksiz haritalarda bölgedeki farklılıklar çok iyi anlaşılamadığı için karışıklık olabiliyor.
Netice itibariyle kitap, akıcı ve net bir dille yazılmıştır. Kitabın muhtevası açısından kayda değer ve bakir bir alanın seçildiğini söylemek mümkün. İran tarihinde böylesine ciddi yer tutan böyle bir etnik grubun ancak bu tür detaylı bir çalışmayla ele alınması gerekirdi. İran siyasi tarihinden önemli isimlerin neredeyse hepsinin Beluç politikasının incelendiği eserde fikirlerin ve politikaların da objektif bir şekilde araştırmaya konu olması bütüncül bir yöntemi ortaya koymaktadır. Ekollerin ve zihin dünyalarının da titizlikle incelenmesi ayrıca dile getirilmesi gereken bir konudur. Müellifin okuyucuda hissettirdiği, yetkinlik ve saygınlık duygularıdır.
İran tarihi, mezhepler tarihi, İslam düşünce tarihi, sosyoloji, İslamcılık, etnisite ve milliyetçilik çalışan tüm araştırmacılar için başucu kaynağı olacak nitelikte bir eseri değerlendirmeye çalıştım. Her zemin ve zamanda bu kitabı ve müellifi tavsiye edeceğimi bildirmek isterim.
Damla Kocatepe
İran’da Kimlik ve Siyaset: Belucistan
Akçağ Yayınları, İstanbul, 2021.