Şu an dünyadaki ülkeleri nükleer teknoloji ile ilişkisi bakımından dört gruba ayırabiliriz:
1- Nükleer silahlara sahip olan ülkeler.
2- Nükleer mühendisliğe ve teknolojiye sahip olan, yakıt çevrimi ve uranyum zenginleştirmesi tesislerini kendi imkânlarıyla yapan, yakıt üretebilen ve bunu satabilen ülkeler.
3- Nükleer mühendisliğe ve teknolojiye sahip olmayan bu alanla ilgili tüm faaliyetleri dışarıdan satın alma yoluyla temin eden, kısaca tesis kurmadan, buna ilişkin teknisyenliğe, yakıttan, nükleer atıkları yok etmeye kadar her alanda dışarıya bağımlı olan ülkeler. Libya örneğinde olduğu gibi.
4- Hiçbir nükleer tesise ve imkâna sahip olmayan ülkeler.
İran'ın Buşehr'deki nükleer santral projesi, İslam Devrimi'nden önce başlatılmış bir projeydi. Buna göre Alman Simens firması nükleer teknoloji, Fransız Oridef firması yakıt, Amerika da teknik bilgi ve mühendislik desteği verecekti. Yani İslam Devrimi öncesinde İran'a biçilen nükleer konum yukarıdaki kategorilerden üçüncüsüne tekabül ediyordu.
Fakat devrimden sonra hem Almanya hem de Fransa, Amerika'nın baskısıyla bu projeyi durdurdular. İran, sekiz yıllık Irak savaşının ardından Rafsancanî'nin yapım onarım döneminde nükleer reaktör projesine büyük bir ağırlık verdi ve Rusya ile yapılan anlaşmayla nükleer reaktörün yapımı sürdürüldü. Amerika ve İsrail'in Rusya'ya yaptığı baskılar, bu programı durdurmaya yetmedi.
İran Buşehr'deki nükleer reaktörü Rusya ile birlikte yapmasına rağmen, Erak, İsfahan ve Natanz'daki nükleer yakıt çevrimi tesislerini ve örneğin santrifüj yapma ve uranyum zenginleştirme teknolojisini tamamen kendi imkanları ve mühendisleri ile gerçekleştirmişti. Bu konularla ilgili olarak daha önce Çin'le anlaşma yapan İran, Çin'in bundan vazgeçmesi üzerine tüm ulusal endüstrisini bu konuya seferber ederek üç yıl gibi kısa bir süre içerisinde yakıt çevrimi teknolojisini kendi imkanlarıyla yapar, santrifüj üretebilir ve uranyum zenginleştirebilir bir hale geldi. Şu an kök hücresi üretebilen dünyanın yedi ülkesinden biri olan İran'ın nükleer programını tamamlayacağı gelecek beş yıl içerisinde bilimsel ve teknolojik alanda büyük bir sıçrama yapacağı bildirilmektedir.
Esasen İran'ın yakıt çevrimi ve zenginleştirme imkanına kendi başına sahip olması, son birkaç yıl boyunca Amerika ve İsrail'in diplomatik alanda kopardığı yaygaranın da temelini oluşturuyor.
Nükleer silahların önlenmesi amacıyla öngörülen NPT (Non-Proliferation of Nuclear Weapons Treaty) konvansiyonuna imza atarak nükleer programını tamamen barışçı alanlarla sınırlamış olan İran'ın şu an Amerika ve Avrupa'dan gördüğü baskı, geleceğe dönük nükleer program tasarısı bulunan Türkiye ve Mısır gibi ülkeler açısından da ilginç bir örnek oluşturmaktadır.
İran, halihazırdaki nükleer birikimiyle, yukarıda gruplandırılan ülkeler içerisinde ikinci grup ülkeler arasında yer almaktadır. İslam Devrimi sonrasında İran'ın üçüncü gruptaki ülkeler arasına bile girmesine engel olmaya çalışan Amerika ve Avrupa, şu an uranyum zenginleştirmesini ve yakıt çevrimini durdurması durumunda İran'ın nükleer programına izin vermeye razı olacaklarını belirtiyorlar. Yani İran'ı bu konuda üçüncü kategoriye itmeye çalışıyorlar.
NPT konvansiyonunun birinci ve ikinci maddesi, nükleer silaha sahip olmayan ülkelerin, bu sözleşmeyi imzalaması durumunda kendini nükleer silah üretmekten mahrum edeceğini taahhüt etmesini öngörmektedir. Bununla birlikte NPT'nin dördüncü maddesi, kendini nükleer silahtan mahrum etmeyi gönüllü olarak taahhüt eden bir ülkeye, geliştireceği barışçı nükleer projelerde, nükleer teknolojiye sahip ülkelerin yardım etmesi yükümlülüğünü getirmektedir. Yani Birleşmiş Milletler Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı ve NPT konvansiyonunu çerçevesinde yakıt çevrimine ve uranyum zenginleştirmeye sahip olmak bir suç veya ihlal olarak değerlendirilmemekte hatta dördüncü madde çerçevesinde ABD'yi ve Avrupa'yı İran'a bu konuda yardım edip destek vermesi konusunda yükümlülük altına sokmaktadır.
Amerika, İran'ın nükleer programının barışçı amaç taşımadığını iddia ederek, bu durumu BM Güvenlik Konseyi'ne taşımaya çalışmakta ve İran'ı uluslararası ambargoyla yüz yüze bırakmaya uğraşmaktadır. İran'ın Ulusal Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Dr. Hasan Ruhanî'den önceki müzakerecileri, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı Yönetim Kurulu'nda Amerika'ya karşı Avrupa'dan destek bulabileceklerini ummuşlardı. Fakat İngiltere, Fransa ve Almanya dışişleri bakanları, 2003 yılında Tahran'da yaptıkları Sadabad görüşmelerinde tam tersi davranarak ABD tutumunu destekler bir tavır içerisine girdiler.
NPT konusunda Hasan Ruhanî'nin müzakereci olarak atanması ve bu süreçte İran'ın izlediği başarılı diplomasi, İran'a ABD ve Avrupa tezleri karşısında güçlü ve haklı bir konum kazandırdı. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'yla işbirliğini sürdüren, Ajans'ın ek protokolünü imzalamayı prensip olarak kabul eden hatta bir iyi niyet jesti olarak geçici bir süre için uranyum zenginleştirmesini askıya alan İran, Ajans'ın yönetim kurulunda yer alan Rusya, Çin ve bağlantısız ülkelerden oluşan ABD ve Avrupa dışındaki diğer bloğa nükleer programı konusunda güven verdi.
İran'ın teknik ve hukukî haklılığı ve Ajans'ın yönetim kurulunda yer alan Batı bloğu dışındaki ülkelerin müstakil tutumu, Amerika'nın İran'ın nükleer programını BM Güvenlik Konseyi'ne taşımasına olanak vermekten oldukça uzak gözükmektedir.
Buna rağmen Richard Armitage'ın ifadesiyle, Amerika kötü polis, Avrupa ise iyi polis rolü oynayarak, İran'ı nükleer teknoloji konusunda üçüncü kategoride yer alan ülke konumuna itmeye çalışmaktadır.
ABD ve Avrupa'nın bu konudaki açık çifte standardını yansıtması açısından son dönemde Güney Kore ile Ajans arasında yaşanan gelişmeler oldukça çarpıcıdır. İran'ın yakıt çevrimi ve uranyum zenginleştirme ile ilgili faaliyetleri, bütünüyle Ajans'ın bilgisi ve gözetimi altında gerçekleşen hususlarken, Güney Kore'nin bu çerçevedeki faaliyetlerini Ajans'tan gizli gerçekleştirdiği ortaya çıktı.
Güney Kore, uranyum zenginleştirmesi faaliyetinin Ajans'tan gizli yürütülmüş olmasına ilişkin gülünç bir açıklama getirdi. Bu açıklamaya göre bir uzman uranyum zenginleştirmesini kişisel araştırmaları çerçevesinde gerçekleştirmişti ve bundan dolayı da Güney Kore'nin bu faaliyeti Ajans'tan gizli kalmıştı. Buna rağmen bilime ve akla aykırı olan bu açıklama Amerika ve Avrupa'dan destek gördü ve Güney Kore ile ilgili olarak herhangi bir girişimde bulunulmadı.
Çünkü Amerika, nükleer silaha sahip olduğunu açıkça söyleyen Kuzey Kore konusunda kendisini kenara çekip Kuzey Kore'yi Güney Kore ile dengeleyen bir politika izlemektedir. Dolayısıyla da Batı kampında yer alan Güney Kore'nin Ajans'tan gizli olarak gerçekleştirdiği uranyum zenginleştirme faaliyeti, bir uzmanın kişisel gayreti olarak açıklanabilmektedir. Buna karşılık tüm nükleer faaliyetlerini Ajans'ın bilgisi ve gözetimi dâhilinde gerçekleştiren İran, BM Güvenlik Konseyi ile tehdit edilmektedir.
Gerek İsrail ve ABD'nin gerekse İngiltere, Almanya ve Fransa gibi Avrupa ülkelerinin NPT konvansiyonu üyesi İran'ın nükleer programından duyduğu kaygının temelinde aslında nükleer silah vs. değil, İran'ın kendi kendine yeten nükleer bir güç olmasından duyulan endişe bulunmaktadır. Nitekim İran'ın kendi imkânları ve kendi mühendisleriyle nükleer yakıt çevrimini gerçekleştirmiş olması, BM Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'ndaki söz konusu ülkelere mensup temsilcilerin: "İran nükleer program konusunda bizim kontrolümüzden çıktı" demelerine sebep olmuştur.
Ayrıca Amerikan eski başkanı Jimmy Carter'ın Ulusal Güvenlik danışmanı, stratejist Brezezinsky, 29 Ağustos 2004 tarihinde basına akseden raporunda İran'ın nükleer programı konusunda ilginç değerlendirmelerde bulunmaktadır.
Brezezinsky'nin başkanlığını yaptığı özel grup, hazırladığı raporunda İran'ın 2003 yılında Birleşmiş Milletler Atom Enerjisi Ajansı'yla yaptığı görüşmeler doğrultusunda bir iyi niyet adımı olarak askıya aldığı uranyum zenginleştirme programını sürekli olarak durdurmasını sağlamak için, İran'a makul bir fiyatla yakıt satılması gerektiğini önermektedir. Rapora göre yakıtın satılmaması konusunda yapılan baskılar, İran'ı bu teknolojiyi kendi başına üretir hale getirmiş ve durumun ABD ve Avrupa'nın kontrolünden çıkmasına sebep olmuştur. Bu çerçevede eğer İran'a nükleer reaktör yakıtı satılmasına izin verilecek olursa, hem İran'ın bu teknolojide bağımlı hale gelmesi sağlanacak, hem de İran'ın nükleer gücü ve kapasitesi sürekli olarak kontrol altında tutulabilecektir.
BM Atom Enerjisi Ajansı yönetim kurulu içerisindeki Batılı ülkeler, geçtiğimiz hafta içerisinde, İran'ın nükleer programına ilişkin diğer ülke temsilcilerinin oyuna dahi sunmadan bir kararname yayınlayarak İran'a 24 Ekim'e kadar uranyum zenginleştirme faaliyetini tamamen durdurduğunu açıklaması yönünde süre verdiler. Hatta ABD, İran'ın nükleer programının barışçı olduğunu ve uranyum zenginleştirmenin NPT konvansiyonunu ihlal etmediğini belirten Ajans'ı da ödeneği kesmekle tehdit etti.
Batılı ülkelerin diplomatik ve uluslararası hukuk bağlamındaki bu akıl almaz pervasızlığına karşı İran, gerek Dr. Hasan Ruhanî'nin ve gerekse Cumhurbaşkanı Hatemî'nin ağzından son yayınlanan kararnameyi tanımadığını açıkladı. Ayrıca İran nükleer programının BM Güvenlik Konseyi'ne taşınması durumunda NPT konvansiyonu ve Atom Enerjisi Ajansı'yla olan ilişkilerini gözden geçireceğini bildirdi. Öte yandan İran Atom Enerjisi Kurumu Gulam Rıza Ağazade de geçici olarak durdurdukları uranyum zenginleştirmeye yeniden başladıklarını bildirdi.
İran'la Batılı ülkelerin karşılıklı restleşmesi, Ekim ayından sonra yeni bir boyut kazanacak.
İran'la bütün bunlar yaşanırken bu çerçevede 200'den fazla nükleer başlıklı silaha sahip olan İsrail'in Ajansa üye olduğu halde NPT'ye imza atmadığını, aynı şekilde nükleer silahlara sahip olan Hindistan ve Pakistan'ın da NPT'yi imzalamadığını hatırlatalım.