İran'da yayınlanmakta olan 'el-Tevhid' dergisinin editörü (veya editörleri) tarafından kaleme alınan bu yazıda, İslami bir toplumun en üst siyasal örgütlenme biçimi olarak İslam devletinin zorunluluğu ve genel biçiminin Kur'anî temelleri, kısa fakat özlü bir şekilde ortaya konulmaya çalışılırken, aynı zamanda İran İslam Cumhuriyetinde 'Velayet-i Fakih' kavramıyla tanımlanan liderlik kurumunun pratik işleyişteki önemi ve belirleyici konumu ele alınıyor. Çevirisini sunduğumuz bu yazının metninde yazar adının belirtilmemiş olduğunu hatırlatırız.
Yalnızca kelimenin yaygın kullanılan biçimiyle bir din olmakla kalmayıp, aynı zamanda kapsayıcı bir yaşam biçimi olması İslam'ın ayırıcı özelliğidir. İslam, yalnızca birey için değil, aynı zamanda tüm toplum için de bir ideali temsil eder. Yalnızca kişilerden iyi Müslümanlar oluşturmayı değil, gerçek bir İslam toplumu oluşturmayı amaçlar. Günümüzdeki İslami dirilişin başlıca özelliği, geçmişte despotik ve İslam karşıtı yönetimler altında, Müslüman kitlelerce ihmal edilen bu İslami amaçlan sosyo-politik düzlemde gerçekleştirmeyi hedef almasıdır.
İslami öğretiye göre, Allah kainatın mutlak hakimidir ve tüm yaratıklar değişmez doğa yasalarına itaat etmekle Allah'ın hakimiyetine tabidirler. İnsan da özgür seçim yeteneği ve özgür iradesini kullanarak gerçekleştirdiği kendi özgür eylemlerinde dahi, mutlak olarak tüm varlığı [el-velayet el-tekviniyye] kuşatan Allah'ın hakimiyetine tabidir. Bununla birlikte doğal yasalar aracılığıyla gerçekleşen bu ilahi hakimiyet insan özgürlüğünü yok etmez. Akıl ve özgür iradeye sahip olmakla, insan kendi eylemlerinden sorumlu ve yine aklı ve özgürlüğüne binaen, vahy aracılığıyla gerçekleşen ikinci tür bir ilahi hakimiyete [el-velayet el-teşriyye] uymakla yükümlüdür. Mamafih, bu yükümlülük tamamen seçime bağlıdır ve dinin işlevi de, insanları, vahiy aracılığıyla bildirilen ilahi emirlere uyarak, Allah'ın velaye teşriyye'sini uygulamaya davet etmektir. Diğer yaratıklardan farklı olarak insan doğası sonsuz değişimlere açıktır, insanoğlu, vahyi öğretiyi izlemekle kişiliğini yüceltip, ıslah ederek sonsuz mutluluk ve huzura erişebileceği ve hatta Allah'ın masum meleklerinden daha üstün bir mevkiye çıkabileceği gibi, diğer taraftan vahyi rehberliği reddetmek ve kendi değersiz arzularını izlemekle kendisini hayvanlardan da daha düşük bir seviyeye indirebilir ve böylelikle fesada ve sonsuz azaba duçar olabilir. Vahyi ilkelere uymayı reddetmek. Allah'ın velaye teşriyye'sini reddetmektir ve İslam'da bunun adı şirktir. Bu aşağıdaki Kur'an ayetleri ve hadislerden de açıkça anlaşılmaktadır:
"Allah ve Rasulü, bir işe hükmettiği zaman, mümin olan bir erkek ve mümin olan bir kadın için kendi işlerinde seçim hakları yoktur. Kim Allah'a ve Rasulü'ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapıtmıştır." (Ahzab, 36)
"Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi? Bunlar, tağutun önünde muhakeme olmayı istemektedirler; oysa onlar onu tanımamakla emrolunmuşlardır..." (Nisa, 60)
Yukarıdaki ayette, müminlerin aralarındaki anlaşmazlıkların çözümü için her türlü gayri meşru otoriteye yanaşmaları yasaklanmaktadır. Buna göre, Allah'ın bildirdiği ölçülere göre hükmetmeyenler 'tağut' olarak adlandırılmaktadırlar. Bir başka ayette, hükümlerini vahyi ölçülerle temellendirmeyenler kafirler (Maide, 44), zalimler (Maide, 45) ve fasıklar (Maide, 47) olarak adlandırılmaktadırlar. Kur'an'a göre, ilahi emirlerin hilafına bir otoriteye itaat ilahi hakimiyeti reddetmektir. Allah'ın otoritesine karşıt veya paralel bir otorite tanımak şirke bulaşmakla eş anlamlıdır. Kur'an, papazların, rahiplerin ve hahamların ilahi yasaları ihlal eden hükümlerini kabul etmeleri yüzünden Yahudi ve Hıristiyanları kınar:
"Onlar, Allah'ı bırakıp da bilginlerini ve rahiplerini rabler edindiler ve Meryem oğlu Mesih'i de... Oysa onlar, tek olan bir ilaha ibadet etmekten başkasıyla emrolunmadılar..." (Tevbe, 31)
İmam Sadık (a), bir hadiste, bu ayeti şöyle açıklıyor:
"Ebu Beşir diyor ki: «Ben Ebu Abdullah'a onların (Yahudi ve Hıristiyanlar) gerçekten hahamlarını ve papazlarını rab olarak kabul edip etmediklerini sordum. Şöyle cevap verdi: "Hayır, gerçekten onlar (hahamlar ve papazlar) insanları kendilerine kulluğa çağırmadılar ve böyle yapmış olsalardı bile onlar (Yahudi ve Hıristiyanlar) kabul etmezlerdi. Fakat onlar Allah'ın haram kıldığını helal, helal kıldığını da haram yaptılar ve böylece onlar da (Yahudi ve Hıristiyanlar) farkında olmaksızın onlara kulluk ettiler." (Usul el-Kafi, Kitab (adl el-ilm, Bab el-taqlid)
Diğer benzer ayetler de (Meryem, 81-82), İmam Sadık (a)'tan "başka bir hadiste şu şekilde açıklanıyor:
"Kendilerine güç (izzet) sağlasınlar diye, Allah'tan başka ilahlar edindiler. Hayır; (o yalancı ilahlar) onların tapınışlarım inkar edecekler ve onlara karşı çelişkiye düşecekler."
Bu ayetlerin tefsirinde imam Sadık (a) şöyle dedi:
"'İbadet' kavramıyla (ayetlerdeki anlamında) rüku ve secde kasdedilmemiştir. Kasdedilen insanların itaatidir. Her kim Yaradan Rabb'in (emirlerinin) hilafına bir başka yaratığa itaat ederse gerçekte ona kulluk etmektedir." (Vasa'il el-Shi'ah, c. XI, s. 423).
Dikkate şayandır ki, mezkur ayetlerde (Tevbe, 31; Meryem, 81-82) izleyiciler muhatab alınmakta ve kınanmaktadırlar. Bu demektir ki, Kur'an'da tağut olarak zikredilen gayri meşru otoritelere, tiranlara ve despotlara itaat suçu doğrudan insanların suçudur. Bu nedenle, Allah'ın huzurunda sorumlu olmamak için, kişisel ve sosyal işlerinde Allah'ın hakimiyetini sağlamak halkın görevidir. Resuller ve Nebiler, Allah tarafından bildirilen emirleri insanlara bildirmek için gönderilmiş elçilerdir. Fakat Allah'ın hakimiyetinin bizzat kendisi olan, bu emirlerin hakimiyetini tesis etmek ve korumak ve Allah'ın gösterdiği yolu izlemek sorumluluğu insanların kendi sorumluluklarıdır.
Kur'an'ın, nebevi misyonun amacım ifade eden şu ayeti üzerinde düşünelim:
"Andolsun, biz Rasullerimizi apaçık olan belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizanı da indirdik..." (Hadid, 25)
Bu ayetle, adaletin yüceltilmesi görevinin, özel olarak bazı otoriteler veya bireyler değil, tüm insanlar tarafından omuzlanması gerektiği görülmektedir. Gerçekten de, Kur'an'ın bütününde uyulması istenen tüm emirler insanların kendilerini muhatap almaktadır. Örneğin, kendilerinden, salatı ikame etmeleri (Hac, 78; Mücadele, 13 vs.); Allah yolunda mücadele etmeleri (Maide, 35; Tevbe, 41, Hac, 78 vs.); düşmanları caydırmak için askeri hazırlık yapmaları (Enfal, 60); müşrik ve kafirlerle savaşmaları (Tevbe, 29 ve 36 vs.); toplumsal adaleti sağlamaları (Nisa, 135); her türlü hayırlı işte yardımlaşmaları (Maide, 2); birbirlerine iyiliği emredip, kötülükten sakındırmaları (Tevbe, 71; Hac, 41 vs.); ilahi hükümlere uymaları ve bunları korumaları (Tevbe, 112) ve adaletle hükmetmeleri (Nisa, 58) istenenler hep müminler topluluğudur. Kur'an, Müslüman Cemaatin işlerinin Müslümanların birbirleriyle müşavereleri aracılığıyla çözülmesi gerektiğini açıkça bildirmektedir. (Şura, 38) (açıktır ki müşavere sonucunda varılan karar ilahi emirlerle çelişmem elidir. Bu tür karşıtlığın olmadığı durumlarda, insanlar kendi istek ve vicdanlarına göre karar verebilirler). Hatta, ismet sahibi bir lider ve Allah tarafından eğitilen bir öğretmen, rehber ve yönetici olmasına rağmen Hz. Peygamber (s)'e bile, Müslüman cemaati ilgilendiren konularda cemaatin de görüşüne başvurması emredilmiştir (Al-i İmran, 159). Sonuçta, iman eylemini bütünlüğü içinde koruyup, yaşatmak ve bölünme ve ihtilaftan kaçınmak müminlere düşmektedir:
"O: "Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya da vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri etti..." (Şura, 13)
Kur'an diğer dini kitaplardan farklı olarak, doğrudan sıradan insana hitap eder. Bir çok ayetinde, özel de Müslümanlar ve müminler (Al-i İmran, 138; Bakara, 97; Yunus, 57; Nahl, 64; Nahl, 89; Nahl, 102; Nemi, 2 ve 77, Fussilet, 44) ve aynen kendinden Önceki Tevrat ve İncil gibi (Al-i İmran, 3-4; En'am, 91) tüm insanlık için bir hidayet kitabı olduğunu (Bakara, 185) açıkça ifade eder. Kur'an bütünüyle sıradan insana ilahi ideallere bezenmiş bir hayat yaşamayı ilham eder. O, bir takım papaz veya ruhban sınıfın bir el kitabı olarak değil, tüm insanlık için genel bir çağrı olarak ele alınmalıdır. Bir çok ayette, Kur'an, Musa'nın şeriatını izlemeleri için İsrailoğullarından alınan ahde atıfta bulunur. Ahit'in muhatabı, toplum olarak İsrailoğullarıdır, Musa'nın kendisi veya ruhbanlar değil:
"Sizden kesin bir söz almış ve Tur dağını üstünüze yükseltmiştik (ve demiştik ki) "Size verdiğimize sımsıkı yapışın ve onda olanı (hükümleri sürekli) hatırlayın; umulur ki sakınırsınız."" (Bakara, 63)
Vakıa şudur ki, ilahi hükümlerin uygulanabilmesi için en iyi, en dayanıklı ve en sağlam temeli insanlar oluşturur. İsrailoğulları'nın Musa'nın şeriatını korumak ve uygulamakla sorumlu oldukları şekilde, Müslümanlar da kollektif olarak İslami emirlerin uygulanmasından sorumludurlar. Kur'an, emirlerinin hayata geçirilmesinde insanları ve onların enerjilerini temel aldığından, insan toplumu üzerinde Allah'ın hakimiyetini oluşturma amacı doğrultusunda dayanma ve mücadele etmeleri için müminleri türlü şekillerde teşvik eder. Şu ayetler bu çeşit teşviklerin bazı örnekleridir:
"...Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır..." (Nisa, 95)
"Yoksa siz, Allah, içinizden cihad edenleri belirtip-ayırdetmeden ve sabredenleri de belirtip-ayırdetmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?" (Al-i İmran, 142)
"Bizim uğrumuzda cihad edenlere, biz şüphesiz onlara yollarımızı gösteririz. Gerçek şu ki Allah, ihsan edenlerle beraberdir." (Ankebut, 69)
"Allah adına, gerektiği gibi cihad edin. O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir, atanız İbrahim'in dini(nde olduğu gibi). O (Allah) bundan daha önce de, bunda (Kur'an'da) da sizi 'Müslümanlar' olarak isimlendirdi; peygamber sizin üzerinize şahid olsun, siz de insanlar üzerine şahidler olasınız diye..." (Hac, 78)
"Ey iman edenler, eğer siz Allah'a (Allah adına İslam'a ve Müslümanlara) yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır." (Muhammed, 7)
"Ey iman edenler, Allah'ın yardımcıları olun..." (Mümtehine, 14)
"Allah'a karşılığını çok arttırma ile kat kat arttıracağı güzel bir borcu verecek olan kimdir..." (Bakara, 245)
Bunlar, Kur'an'ın ilahi hedefin gerçekleşmesi yolunda müminleri sabır ve mücadeleye davet ettiği sayısız teşvik örneklerinden yalnızca bir kaçıdır.
Eğer İslam'ın savunma ve uygulanması ve ilerlemesi için mücadele ediliyorsa, sorulması gereken, ilahi emirlerin İslami bir toplum olmaksızın uygulanabilmesinin mümkün olup olmadığıdır. Cezai, ekonomik, sosyal, siyasal ve askeri açılardan İslami yasama (teşri)nin incelenmesi, Yüce Şari'nin bildirdiği gibi İslam'ın bütünlüğüyle uygulanmasının, İslami hedefleri bütünüyle benimsemiş ve İslam'ın emirlerini uygulamakta yeterli bir toplum olmaksızın mümkün olamayacağını ortaya koyar.
Bu noktada, İran Müslümanlarının tağuti Şah rejimine karşı devrimci mücadelelerini başlatmaları, İslami bir toplum oluşturmanın gerekliliğinin ve sorumluluklarının bilincinde olmalarının bir sonucuydu. Bir fakih ve dürüst, cesur, geniş ufuklu ve siyasal basiret sahibi muttaki bir şahsı İslam Cumhuriyeti'ni oluşturma mücadelelerinde, kendilerine rehberlik etmesi için lider seçerek, toplumlarında ilahi hükümlerin hakimiyetini ve bunların uygulanmasının Kitab ve Sünnet'e uygunluğunu denetlemek için bir devlet otoritesi tesis etme görevlerini ifa ettiler.
İslam Cumhuriyeti'nde en üst mevki olan Rehberlik veya Liderlik, velayeti fakih kavramına dayanmaktadır. Velayeti fakih öz olarak, halkın Anayasa'nın 5. maddesinde belirtilen özelliklere sahip bir fakihi İslami Devletin en üst liderlik ve yöneticilik makamına seçme görevidir. Velayeti fakih kavramı ile ilgili olarak iki ilke içiçedir: ilki, yasama, yürütme, yargı ve silahlı kuvvetlerin işlevlerini yerine getirmeleri sırasında İslami ölçülerden herhangi bir sapma göstermeleri durumunda uyarı işlevini görecek bir kişiyi halkın göreve getirme sorumluluğudur; ikincisi, bu göreve seçilen kişinin sahip olması gereken özelliklerle ilgilidir, bunlar: (1) İslam fıkhında uzmanlaşma, (2) ihlas ve dürüstlük, (3) aktüel meselelere ve dünya olaylarına vukufiyet, (4) cesaret ve sabır, (5) yöneticilik kabiliyeti, (6) beceriklilik ve basiret, (7) halkın ekseriyetinin seçimi. Velayet-i Fakih kavramsal olarak önce, İslam Cumhuriyeti'nin eylemlerinin İslami emir ve ilkelerle uyum içinde olmasını garanti eder; daha sonra, İslam'ın bir hak olarak tanıdığı ve aynı zamanda Kur'an'da da bir görev olarak vurgulanan halkın kendi kaderini çizme eylemine katılması görev ve hakkını belirler. Şu ayette bu göreve değinilmektedir:
"...Gerçekten Allah, kendi nefis (öz)lerinde olanı değiştirmedikçe, bir toplulukta olanı değiştirmez..." (Ra'd, 11)
Batılı demokrasi kavramı ile İslami yönetim fikri arasındaki temel farklılık, demokraside yasama ve devlet politikalarının, hevaya tabi ve keyfi olma ihtimaline rağmen teorik olarak, yalnızca ve mutlak olarak insanlar tarafından belirlenmesi ilkesidir. Gerçekten de, kanunlar ve devlet politikalarının hiç bir ilahi veya ahlaki emir ve prensiplerle kayıtlı bulunmaması anlamında keyfi, ihtiyari yönetimin, demokrasi ve despotizm arasındaki ortak nokta olduğu söylenebilir. İlahi bir yasa veya ahlaki bir ilkenin yasa koyucularca dikkate alınması durumunda dahi, bu onun ilahi kaynağı veya ahlakiliği nedeniyle değil, halkın onayını alması yüzündendir. Genel geçer doktrin, insanların kendi işleri konusunda mutlak egemenlik ve nihai otoriteye sahip olduğudur. Bir despotun arzularının ülkesinde kanun halini aldığı diktatörlükte olduğu gibi, demokraside de insanların arzuları yasamanın kaynağıdır. Bununla birlikte, ikisi arasındaki fark, diktatörlükte ihtiyari, keyfi iktidarın tek bir bireyin ayrıcalığı olmasına karşın, demokrasi de ayrıcalıklı ihtiyari yasama ve iktidarın siyaset belirlemesinin demokratik bir biçimde paylaştırılmış olmasıdır.
İslami bir yönetim ile demokratik bir yönetim arasındaki ortak nokta İslam Devleti'nde halkın kendi kendini yönetme ve kendi işlerinde karar verme hakkının tanınmış olmasıdır. Bu hak, Kur'an ve Sünnet yanında, insan özgürlüğünün deneysel (tecrübi) sonuçlarına da dayanmaktadır. Mamafih, bu iki yönetim biçimi arasındaki fark da, en az benzerlik kadar önemlidir. İslam Devleti'nde halk, Müslüman olduğundan, iradesini gönüllü olarak Kadir-i Mutlak'ın iradesine tabi kılar. Gerçekten de Allah'ın iradesine bu tabi oluş el-İslam [teslimiyet]in özünü oluşturur.
Öte yandan, Velayeti Fakih'in, velayet görevine seçilen kişi veya kişilerin yalnızca kendi kişisel özellikleri sonucunda değil, bilakis temel olarak halkın kabulüyle otoriteye sahip olmaları noktasında demokratik bir kavram olduğu söylenebilir. İran İslam Cumhuriyeti Anayasası'na göre, ister tek kişi, isterse üç veya beş 'Mercei'den oluşan bir şura şeklinde olsun, Veli doğrudan halkın kendi seçtiği temsilcilerinden oluşan bir organ olan Uzmanlar Meclisi [Meclis-i Hubaregan] tarafından seçilir. Bu Meclis, yalnızca yeni bir lider veya Liderlik Şurası'nın üyelerini seçmeye değil, aynı zamanda bu görevde kalabilmesi için sahip olması gereken vasıflarından birini yitirdiği takdirde o lider veya liderleri görevden almaya da yetkilidir. İslami normlardan en küçük bir sapma Veli'nin yetkisizliği ve görevden azli için yeterlidir.
Velayeti Fakih kavramının önemi, Müslüman Devletin İslami karakterinin korunması ve toplumda ilahi kanunların egemenliğinin gerçekleşmesi için bir araç olmasında yatar. El-Veli el-Fakih bu hayati fonksiyonunu Anayasanın kendisine sağladığı yetkilerin kullanılması ile icra eder. Bu yetkilerin en önemlisi, Meclis tarafından onaylanan yasaların İslami ölçülere ve Anayasaya uygunluğunu denetleme görevi ile yükümlü Anayasayı Koruma Şurası [Şura-yı Nigehban]'ın 6 fakih üyesini atamaktır. Aynı zamanda silahlı kuvvetler komutanlarını atama veya azletme yetkilerini kullanarak, ülke silahlı kuvvetlerinin İslami karakterini ve savaş ve barış zamanlarında ilahi emirlere itaat ve bağlılığını temin eder. Anayasaya göre Veli el-Fakih, Silahlı Kuvvetler Başkomutanı'dır ve Ulusal Savunma Yüksek Şurası'nın yedi üyesinden dördünü belirleme yetkisiyle Şura'nın kararlarını kontrol eder. Bu dört üye Genelkurmay Başkanı ve İslam inkılabı Muhafızları Ordusu Komutanı ile birlikte iki danışmandan oluşur: (Yedi üyeli Şuranın diğer üç üyesi de şunlardır: Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Savunma Bakanı.) Veli el-Fakih Ulusal Savunma Yüksek Şurası'nın tavsiyesiyle savaş açabilir, barış yapabilir veya silahlı kuvvetleri harekete geçirebilir. Silahlı kuvvetlerin yürütmeden bağımsızlığında olduğu gibi, (ülkenin en üst yargısal otoritesi olan beş kişilik Yüksek Yargı Şurası'nın iki üyesi olan) Yüksek Mahkeme Reisi ve Başsavcı'yı atayarak yargının da yürütmeden bağımsızlığım sağlar. 6 fakih üyesi lider tarafından belirlenen ve Meclis'in onayladığı yasaların İslami niteliğinin kontrolü ile görevli Şurayı Nigehban'dan ayrı olarak, ülke yargıçları da Anayasa tarafından, yürütmenin onayladığı yönetmeliklerin İslami ölçülere uygunluğunu korumakla görevlendirilmişlerdir. Anayasa'nın 170. Maddesi şöyle der:
"Mahkeme yargıçları, İslam kanunlarına ve kurallarına muhalif veya yürütme organının yetki alanı dışında bulunan hükümet kararname ve yönetmeliklerini uygulamaktan imtina etmekle mükelleftirler. Bu nevi mevzuatın iptalini herkes idari Adalet Divanı'ndan isteyebilir."
İran İslam Cumhuriyeti Anayasası'nın tetkiki, Veli el-Fakih'in fonksiyonlarıyla, yürütmeden çok yasamaya (Şurayı Nigehban aracılığıyla), silahlı kuvvetlere (Ulusal Savunma Yüksek Şurası aracılığıyla) ve yargıya (Yüksek Mahkeme Reisi ve Başsavcı aracılığıyla) yaklaştığını ortaya çıkarır. Yasama, silahlı kuvvetler ve yargı üzerindeki etkisi başlıca kilit görevlere yaptığı atamalar ile gerçekleşir: Bu organların günlük, olağan işlerine ise karışmaz. Bu nedenle Anayasa'nın öngördüğü Velayeti Fakihlik makamının, Devletin işleyişini değil, yönünü belirlediği söylenebilir: Yasal ve siyasal açılardan yasamaya tabi olan yürütme organından yasal olarak uzaktır. Veli el-Fakih'in, kilit görevlere yaptığı atamalar haricinde rutin hükümet işlerinde çok küçük bir rolü vardır. Bu makamın rolü, manyetik alanı dahilinde silindir (yasama, yürütme, yargı organlarını ve silahlı kuvvetleri içeren) dönen bir elektrik jenaratöründeki sabit mıknatısla kıyaslanabilir. Bir jeneratörün manyetik alanı dışında voltaj toplamayı başaramaması gibi, İslam Cumhuriyeti'nde Velayeti Fakihlik makamı olmazsa meşruiyetini ve İslami karakterini yitirir. Temellerinin sağlamlığı ve İslami meşruiyetin esaslarını elde etmekteki başarıları açısından, Velayeti Fakih İslam siyasi düşüncesinde bugüne kadar ortaya konulmuş en yetkin çözümdür. Bu kavram temelini yalnızca İslam geleneğinde değil, aynı zamanda bağımsız akli delillerde de bulmaktadır. Gerçekten de, bu kavram lehine ileri sürülen akli deliller, Sünnet ve hadislerden çıkarsananlardan çok daha güçlüdür.
Çev.: Rıdvan Kaya