İran, Emperyalizm ve Ortadoğu İntifadası

Mehmet Ali Kaçmaz

Tunus ile birlikte Ortadoğu’da yeni bir süreç başladı ve bugün itibari ile süreç kimi yerlerde sakin, kimi yerlerde zalimlerin kanlı saldırıları ile devam etmektedir. İntifadaların başladığı ilk ülke olan Tunus dâhil olmak üzere, hiçbir ülke ayaklanmaların bugünkü gibi sonuçlanacağını öngörememişti. Herkes bazı patlamaların olmasını beklemekteydi fakat bu derece etkili olacağını, özellikle Ortadoğu’nun baştan şekilleneceğini asla düşünmemekteydi. Batılı ülkelerin planladıkları saat ve dakikada olduğunu iddia eden afaki komplo teorilerini bir kenara bırakırsak, kervan yolda dizilir atasözünün ne anlama geldiğini özellikle intifadalarla ayaklanan ülkeler yaşamakta ve biz de bu dizilişi yakından izlemekteyiz.

Görülebildiği kadarıyla ayaklanan halklar kendilerine aşamalar belirlemişler ve aksaklıklar olmasına rağmen bugün o aşamaları devam ettirmeye çalışmaktadırlar. Kendileri için birinci aşama ve en elzem olanını diktatörleri def etmek, daha sonra bu katillerin askerî, mali ve siyasi işbirlikçilerini alt etmek ve son olarak da içerideki farklı seslerin ortak bir paydada ya da ortak bir çatı altında toplanmasını sağlamak şeklinde özetleyebiliriz.

Bölge ülkeleri arasında bu ayaklanmaları ve aşamaları anlayabilecek yegâne ülke olarak da normalde İran’ı gösterebiliriz. Çünkü 1979 yılında böyle bir ayaklanma ile başkaldırmış sonrasında da bu aşamaları kendi zaviyesinden yaşamıştı. İlk iki aşamayı yaşarken başarılı olduğunu üçüncü aşamayı ise hâlâ tamamlamadığını söylersek herhalde yanlış tespitte bulunmuş olmayız. İlk uyanışa ev sahipliği yapmış ve belirtilen aşamaları yaşamış bir ülkenin bugünkü intifadalara bakışı da önemlidir. Bu sebeple İran’ın geçmişte ve günümüzde yaşanan ayaklanmalara bakışını irdelemeye çalışacağız.

Neden İran?

Tabii ki ilk uyanışa ev sahipliği yapmasının dışında da değerlendirmeye tabi tutmamızın önemli faktörleri var. Bu faktörlerin sayısı çoğaltılabilir ama güncel durumla da bağlantılı en önemli örnekleri sıralarsak;

1- İlk uyanış olmasının öneminden ardından İran, Ortadoğu’daki ülkeler arasında siyasi güç olarak belirgin bir konuma sahip olan Mısır ve Türkiye ile birlikte bölgede sözü geçen üçüncü ülkedir. Bölgesel güç olduğunu gösteren en güncel örneği, Şubat ayı içerisinde yapılan İslam İşbirliği Teşkilatı toplantısının sonuç bildirgesinde görmekteyiz. Üye ülkelerin çoğunluğunun Esed diktatörlüğünün yerle bir edilmesini istemesine rağmen İran’ın etkisi sebebiyle sonuç bildirisinde Esed’siz bir çözüm önerisi ortaya konamamıştır. Bu bağlamda Mısır Dışişleri Bakanı Amr kapanış bildirisinde, “uzlaşının korunması için İran'ın, Beşşar Esed'in kınanmaması yönündeki çekincesinin dikkate alındığını” söylemesi, İran’ın bir güç olarak görüldüğünün en güncel örneklerindendir.

2- İran mezhebî durumdan dolayı da değerlendirmeye tabii tutulmalıdır. Bölgede bulunan yaklaşık 150 milyon Şii’yi etkilemesi sebebiyle ayrı bir önemi söz konusudur. Bugün Irak’ın, Hizbullah’ın ve Türkiye’de yaşayan Şiilerin ya da “İrancıların” etki altında oldukları, söylemlerinin genel hatlarının İran tarafından çizildiği herkesçe aşikâr bir durumdur.

3- Son olarak ta İran’ın ayaklanmaların başladığı ülkelere karşı tavrının değişik olması, bugün İran’ın bakışının konuşulması gerektiğini göstermektedir. En güncel ve can sıkıcı haliyle İran’ın Suriye ve Bahreyn’deki farklı tutumu örnek olarak verilebilir.

Ve Devrim…

İlk uyanış olarak 1979 Devrimi bölgedeki tüm Müslümanları umutlandırmış ve hepsi bir gün böyle bir devrimle diktatörlerden kurtulabileceklerine inanmaya başlamışlardı. Devrim öncesine ve devrim dönemine göz attığımızda bugünkü intifadalarla aynı süreçlerin yaşandığını görmekteyiz.

1925 yılından itibaren yaklaşık 50-55 yıllık zalim bir diktatörlüğe karşı başta üniversite öğrencilerinin ayaklanmaları ile başlayan devrim süreci, halkın tüm katmanlarının katılmasıyla her şeyiyle Batı’ya empoze olmuş diktatör Şah’ın devrilmesi ile son bulmuştu. Şah ve kendisi gibi Batılılar tarafından ileri karakol komutanı olarak seçilmiş diğer piyonlar, bölgede İslami değerlerin yok edilmesi, laik ve ırkçı bir düzenin getirilmesi için çaba göstermiş fakat devrim ile 50 yıllık çabası bir anda yok olup gitmiştir.

Devrime yön veren hemen hemen bütün ulema ve aydınların zulümlere karşı ortak yönleri, bunların sona erebilmesi için İslam’ın asıl kaynaklarına geri dönülmesi gerektiğine dair çağrılarıdır. Çünkü dinî kaynaklara dönüp, onları yeniden inceleyerek modern dünyada dinin yeniden doğuşunun sağlanması ile özlenen toplum inşa edilebilirdi.

Devrim ile Müslümanların devlet hedefleri gerçekleşmiş oluyordu. Bu sebeple artık varsayımlardan öte gerçeklerle yüz yüze gelme dönemi başlamıştı. Bu gerçek ortamı laboratuvar olarak görenler vardı. Çünkü çok uzun bir süreden sonra İslami söylem ve kaygılarla devrim yapılmış ve bir ülke kazanılmıştı. Artık varsayımlarla değil, gerçek bir ortamda konuşulacak ve düşünceler pratize edilebilecekti.

Devrim ile birlikte dünyanın farklı bölgelerinde İran marşlarıyla ve İran Devrimine benzer yani İslami olan devrimlerin özlemleriyle büyüyen nesiller oldu. Bugün o nesiller devrimler yapıyor ama bazısı İran’a rağmen hatta ona karşı savaşarak bu devrimleri yapıyor.

İran Dış Siyasetini Belirleyen Anayasal Maddeler

Devrim sonrası İran dış politikası, 180 derece değişmiştir. Daha önce halka rağmen Batı’ya endeksli bir politika söz konusu iken devrim sonrası bölge ülkeleriyle daha yakın ilişkiler kurulmuş ve Batı’yla ilişkiler kesilmiştir.

İran dış politikasının çerçevesi anayasalarında 4 madde (152-155. Maddeler) ile açıklanmıştır. Bunlar,

- Uluslararası ilişkilerde sultacılığın reddi

- Emperyalist güçlerin reddi ve bunlardan bağımsız hareket

- Ezilenleri savunma

- Müslümanlarla daha yakın ilişki şeklinde özetlenebilir.

Özellikle 154. maddede şöyle deniyor: “İran İslâm Cumhuriyeti, bütün insanlık düzeyinde insanın mutluluğunu ilke edinir. Hürriyet, hak ve adâlet yönetimini bütün insanlığın hakkı olarak tanır. O halde başka milletlerin iç işlerine karışmaktan tamamen sakınmakla birlikte, mustazafların müstekbirlere karşı hak arama savaşımını yeryüzünün her noktasında destekler.

Emperyalist Ülkelerle Olan İlişkiler

Şimdi “Mustazafların müstekbirlere karşı hak arama savaşımını yeryüzünün her noktasında destekler.” ilkesinden yola çıkarak 1979 sonrasında ortaya çıkan İslami muhalefet ve ayaklanmalara ya da Müslümanlara yönelik saldırılar karşısındaki tavırlarına bir göz atalım. Bu noktada olumlu tavırlar olmakla beraber, dış politikanın resmi ilkesiyle çelişen tavırların da söz konusu olduğu görülüyor. Ortaya konulan tavırlar İran’ın emperyalizme bakışı üzerinden tahlil edilmeli.

Emperyalizm ile ilişki daha doğrusu İran’ın emperyalizm karşıtlığı sadece ABD üzerinden yürütülmektedir. Dünyada tek emperyalist ülke olarak ABD görülmektedir. Ama emperyalist olarak görülmeyen, daha doğrusu stratejik ya da ulusal amaçlar çerçevesinde emperyalistlikleri değişen Rusya ve Çin’le olan ilişkiler üst düzeyde devam etmektedir.

Devrim sonrası ilk iş Şah’ın her alanda ittifak kurduğu ve bağımlı olduğu ABD ile ilişkilerin kesilmesi olmuştur. Bu bağlamda askerî anlaşmalar feshedilmiş, askerî alımlar durdurulmuş, ABD üsleri kapatılmış. SSCB ile olan ilişkiler ise devrim sonrasında ABD karşıtlığı üzerinden gelişmesi beklenirken, tersi olur. Devrimden önce askerî açıdan düşman olarak kabul edilen SSCB, devrimden sonra komünist rejimden dolayı ideolojik olarak düşman kabul edilmeye başlanır. ABD büyük şeytan iken SSCB küçük şeytandır.

İran’ın SSCB’nin varisi olan Rusya ile olan ilişkileri Rafsancani döneminde iyileşmiş ve küçük şeytan olarak bilinen Rusya, İran’a yapılacak ambargolara karşı çıkan ilk ülkelerden olmuştur. Bu dönemden sonra Rusya emperyalistler listesinden çıkarılmıştır.

Yine Çin dışarıya kapitalist, içeriye komünist rejimi dayatırken İran tarafından emperyal olarak görülmemektedir. Çin’in İran’la kurmuş olduğu bağın petrol alıp silah satma şeklinde olduğu açıktır. Çin için İran, istikrarlı ve rakipsiz bir biçimde ithal edebileceği alternatif petrol kaynağı olmasının yanı sıra, üretim fazlası mallarını ihraç edebileceği önemli bir pazar olarak belirmiştir. Diğer bir deyişle yaptırımlar yüzünden petrolünü pazarlama sıkıntısı çeken İran ile enerji kaynaklarına en fazla ihtiyaç duyan Çin ortak bir paydada buluşmuşlardır.

Önceki Kıyamlara Olan Yaklaşımları

Emperyalistlerle olan bu ilişkiler ve mustazaflara destek ilkesi ışığında Çeçen, Boşnak, Afgan kıyamlarına yönelik İran’ın tepkisine baktığımızda şu sonuçları elde ediyoruz:

- Devrimden 3 yıl sonra Suriye’de gerçekleşen Hama katliamına İran sessiz kalmış ve mustazaflara destek ilkesini en belirgin haliyle ilk defa Hama’da çiğnemiştir.

- Sonradan emperyalistler listesinden çıkardığı Rusya ile olan ilişkiler sebebiyle Çeçenistan sorununun Rusya’nın bir iç meselesi olduğunu savunarak, Çeçen katliamına sessiz kalmıştır.

- Tacikistan’daki İslami muhalefet stratejik kaygılar gerekçesiyle desteklenmemiştir.

- Boşnaklara yeraltından destek olunsa da Sırpları destekleyen Rusya’ya herhangi bir tepki gösterilmemiştir.

- Afganistan konusunda ABD dâhil tüm emperyalistlerle direniş aleyhinde ilişkiler kurulmuştur.

Bu ve benzeri sonuçlar İran’ın sadece bugün değil, dün de dış politikasında mustazaflardan çok kendi ulusal çıkarlarına göre hareket ettiğini göstermektedir.

İran ve İntifadalar

İran’ın dününden kısaca bahsettikten sonra günümüz intifadalarıyla ilgili tutumuna dikkat çekmek istiyoruz. Birçok ülke gibi İran da olaylara hazırlıksız yakalanmış, gösterilerin bu denli büyüyeceğini ve tüm bölge ülkelerini etkileyeceğini tahmin edememiştir. Bugünkü intifadalara bakış ile ilgili temelde iki yaklaşım söz konusudur. Ki, bu iki yaklaşım aynı zamanda İran siyasetinin iki önemli yapısının söylemidir. Devlet erkini elinde bulunduran muhafazakârlarla reformistler ya da yeşil hareket olarak adlandırılan muhaliflerin söylemi farklılaşmıştır.

Tabii her ne kadar iki temel eğilimden bahsetsek de örneğin son dönemlerdeki Hamaney ile Ahmedinejad arasındaki çekişme, muhafazakâr kanadın sıkıntılı bir süreçten geçtiğini ve düşüncelerinin çatallaştığını göstermektedir. Ama yine de devlet söyleminde yaklaşık olarak aynı refleksleri göstermekteler.

İlk kafa karışıklığı sürecinden sonra İranlı muhaliflerin Tunus ve Mısır olaylarını ön plana çıkarması ve bu ülkelerdeki muhaliflere destek amacıyla gösteriler düzenlemeye çalışması İran yönetimini tedirgin etmiştir. Bu sebeple Tahran yönetimi, daha belirgin tavır almaya yönelmiş ve bölgedeki hareketleri “İslami uyanış” olarak niteleyip bu hareketlilikleri izlemek için meclis komisyonu kurmuştur. (Muhafazakârlar arasındaki farklılık bu noktada da kendini göstermiş Hamaney Tunus ve Mısır ayaklanmalarını “İslami uyanış” olarak nitelerken, Ahmedinejad “insani uyanış” olarak nitelemek gerektiğini savunmuştur.)

Özellikle İran’ın Ortadoğu’da en önemli rakiplerden biri olarak gördüğü Mısır rejiminin yıkılması, İran yönetimi tarafından oldukça büyük bir kazanım olarak algılanmıştır. ABD’nin Irak’tan çekildiği böyle bir ortamda, bölgedeki ABD yanlısı Tunus ve Mısır gibi önemli yönetimlerin de halk tarafından devrilmesi büyük bir sevinçle karşılanmıştır.

İranlı yetkililer ayaklanmaları, temelde “Batı destekli laik diktatörlüklere karşı Müslüman halkların tepkisi” olarak niteleyerek, 1979 Devrimine benzetmişlerdir. Bu noktadan hareketle ayaklanmaların Batı karşıtı olup olmamasını temel gösterge olarak alan İran, Tunus’taki ve Mısır’daki gösterileri desteklerken, Suriye’deki yönetim karşıtı gösterileri Esed Batı destekçisi değil diye desteklememiştir. Mazlum halkın yanında olmasını bir kenara bırakalım, muhalifleri “Batı destekli işbirlikçiler, Selefiler, kuklalar, emperyalizmin uşakları, silahlı çeteler, teröristler, gericiler” diye nitemiş ve bizzat Esed’e askerî yardım sağlayarak katledilmelerine destek vermiştir.

Peş peşe devam eden intifadalarda Batı karşıtlığının temel ilke olmadığını Libya’da net bir şekilde görebilmekteyiz. Çünkü Kaddafi’nin İsrail ve Batı karşıtı tutumu herkesçe bilinirken, İran yönetimi Kaddafi hükümetinin çöküşünü olumlu karşılamıştır. Bu sebeple Suriye’ye Batı karşıtı olduğu için yardım ettikleri iddiasının da boş bir iddia olduğu, bunun da ulusal çıkarlara kurban edildiği görülmektedir.

İran’ın bu çelişkilerle dolu yaklaşımları sebebiyle, bölgede hedeflediği politikaları oluşturması imkânsız hale gelmiştir. Mısır, Tunus ve Libya’da istediği nüfuz alanını oluşturamayan İran, Suriye’de bir batağa saplanmış durumdadır. Bununla beraber Mısır başta olmak üzere Tunus ve Libya’daki Müslüman Kardeşlerin ve İslami hareketlerin Suriye’deki isyana ve muhaliflere verdikleri açık destek, bu hareketlerin İran’ın politik çizgisini benimsemediklerini ve İran yönetimi ile ayrı düştüklerini göstermektedir. Bu da İran’ın yanlış politikalarından dolayı daha da yalnızlaşmasına sebep olmaktadır.

Muhaliflerin Yaklaşımı

İran’daki muhalefet cephesinde ise tersi bir durum söz konusudur. 2009 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yapıldığı iddia edilen hilelere karşı çıktıkları için hapsedilen muhalif liderler tüm intifadaların zalimlere karşı yapıldığını ve tümünün desteklenmesi gerektiğini savunmaktalar. Eski Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi, muhalif lider Mir Hüseyin Musevi gibi isimler, İranlı yetkililere çağrıda bulunarak bölgedeki gelişmelerden ibret alınması gerektiğini vurgulamışlardır. Tahran yönetiminin Suriye olayları karşısındaki tavrını da eleştirerek, Suriye’den Bahreyn’e kadar tüm ülkelerdeki olaylara adil biçimde yaklaşılmasını talep etmişlerdir. Özellikle Suriye konusunda yapılan hatadan en kısa sürede geri adım atılmasının elzem olduğu birçok muhalif isim tarafından tekrarlanmaktadır. Bu ayaklanmaları Batı karşıtlığı gibi dar bir alana indirgeyerek salt “İslami uyanış” olarak adlandırmanın yetersiz kaldığını söylemekteler.

Muhalifler bölge ülkelerdeki ayaklanmaların devrim, İran’daki protestoların ise reform amaçlı olduğunu vurgulayarak, bazı çevrelerde yoğun olarak tartışılan “Neden onlar başardı da biz başaramadık?” sorusunun doğru bir soru olmadığını söylemekteler. Bununla beraber Suriye’deki rejimin düşmesinin, İran içindeki reform çabalarını destekleyici bir etki doğurabileceği kanaatini taşımaktalar.

Şii Hilali

İran ve intifadalar dendiğinde gündemi meşgul eden Şii hilali meselesine de değinmek gerekiyor. İran’da Şiilik, devletin resmi mezhebidir ama zamanla Şiilik İran’ın milli kimliği ile özdeşleşmiştir. Şii hilali kavramı ise ilk olarak Ürdün Kralı Abdullah tarafından dile getirilmiştir. Kral Abdullah 2004 yılının Aralık ayında verdiği bir demeçte Sünni Arap ülkelerinin Şii hilali tarafından kuşatıldığını öne sürmüştür. Hilal İran’dan başlamakta, son dönemde Şii hâkimiyetinin oluştuğu Irak’ı kapsayarak, Alevi elitlerin yönettiği Suriye’den ve Şii nüfusunun giderek arttığı Lübnan’a kadar devam etmektedir.

Sorun Şii nüfustan ziyade İran’a yönelik mezhebî bağlılık hissiyatının kardeşlik hukukunu hiçe sayan yaklaşımlar doğurmasındadır. Bunun en bariz örneğini İran’ın Esed iktidarına destek sağlamasının Şii hilalindeki diğer aktörlerin de aynı doğrultuda siyaset geliştirmeye sevk etmiş olmasında görebiliriz. Hilal içinde bulunan Irak Başbakanı Nuri el-Maliki, Suriye’deki protestolara ordunun müdahalesi ve sivil kayıplar konusunda Esed rejimini eleştirmezken, göstericilerin ülke bütünlüğünü sabote ettiğini belirtmiştir. Lübnan merkezli Hizbullah lideri Hasan Nasrallah Suriye halkına Esed iktidarına destek verme çağrısında bulunmuş, protesto gösterilerinin İsrail’in desteklediği bir Suudi Arabistan planı olduğunu iddia etmiştir.

Suriye’nin düşmesi ile birlikte Şii hilali içerisinde oldukları söylenen ülkeler arasındaki lojistik ve askerî sevkiyatın zorlaşacağı, sevkiyatın azalması ile de İran’ın Hizbullah ve Hamas üzerindeki etkisinin azalacağına dair kaygılar beslediği için İran’ın mazlumların katledilmesine göz yumduğu şeklinde görüşler ortaya çıkmaktadır. Yani Suriye’deki rejim değişikliği İran bakımından sadece Suriye’nin kaybından ibaret değil, Lübnan ve Filistin’de de kaybedeceği anlamına gelmektedir.

İran’ın Suriye’ye sağladığı destekle ilgili USAK’ın Ortadoğu raporunda “Suriye’deki Nusayri azınlık, bölgede onunla aynı politik parametreleri ve aynı mezhepsel kaderi paylaşan bir güvenceye ve ideolojik bir kefile ihtiyaç duymaktadır. Temelde onunla aynı mezhep okulundan gelen bir diğer azınlık olan Suriyeli Nusayriler milli konumda azınlık iken, İranlılar bölgede egemenlik sağlamaya çalışan bölgesel azınlıktırlar. Bu sebeple bu ikisi aynı zihniyete sahiptir ve Nusayri Suriye, İran ekseninden çıkamaz, bu tartışılacak bir konu değildir.” şeklindeki tespitler, konuyla ilgili yaklaşımı özetlemektedir. (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Merkezi, 12 Ocak 2011)

Sonuç

Sonuç itibari ile İran’ın bugünkü ulusal çıkarlarını önceleyen dış politikası, ne anayasal deklaresine ne de devrimin ideallerine uymaktadır. İranlı liderlerin İsrail ve ABD aleyhtarı söylemleri ve politikaları Müslüman coğrafyalarda beğeni toplamakta idi. Bölgedeki birçok değişim kendi lehine iken Suriye konusundaki tutarsızlığı sebebiyle bölgede en fazla kaybeden ülke durumuna düşmüştür. İran’ın, yaşanan insanlık vahşetine rağmen Suriye’ye destek vermesi bölgede Şii-Sünni gerginliğini de artırmaktadır.

Yine düşman olarak addedilen Amerika ve İsrail ise durumdan gayet memnunlar. Suriye’de Esed rejimine yardım eden İran ve Hizbullah gibi muhalif güçler hem güçlerini hem de prestijlerini kaybediyorlar. Amerika ve diğer güçler ne kadar çabalasalar böyle bir sonuç elde edemezlerdi.

Siyasal İslam’ın Ortadoğu’da yükseldiği bir süreçte, İslam devrimiyle kurulmuş bir devletin aleyhte duruşu trajikomik bir sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır.