1979 yılının başında İran’da gerçekleşen devrim belki de 20 yüzyılın son çeyreğinin en önemli olayıydı. Yüzyıllardır dünya siyaset sahnesinde bir aktör olma vasfını kaybetmiş olan ümmet coğrafyasındaki bir ülkede İslami şiarla bir devrim gerçekleşmişti. İran’da Batı yanlısı şehinşahlar yönetimi son bulmuş bunun yerine sarıklı, cübbeli, sakallı din âlimleri yönetime gelmişti. Ne günlerdi o günler! Henüz tıfıl denilecek yaşta, gençliğimizin en heyecanlı döneminde bilgi ve tecrübe açısından ciddi zaaflara sahip olsak da İslami iddialarla meydanda olan bizler açısından bu devrimin verdiği coşku ve sağladığı motivasyon tarif edilemez.
Yaşadığımız ülkede; okullarda, kışlalarda, medyada Althusser’in deyimiyle devletin tüm baskı araçları vasıtasıyla İslam’ın “gerici” bir anlayış olduğu vurgulanıyor, İslami bir yaşantı sürdürmek isteyenler ise “yobaz” olarak yaftalanıyordu. Din, toplumsal hayattan dışlanarak bireysel hayata hatta mümkünse vicdanlara hapsedilmek isteniyordu. Buna karşın nasslara yeniden dönüş şuuruyla başlayan İslami uyanış serüvenimizin henüz başı sayılabilecek dönemdeki müktesebatımıza ait sağcılık ve muhafazakârlıktan arınmış sınırlı sayıda itirazı saymazsak geleneksel dinî kurumlarımızın büyük çoğunluğu bu seküler ve laisist dalgaya karşı koyabilecek birikim ve imkândan yoksundu.
İddia şuydu: B ilimin bu kadar ilerlediği, hayatın böylesine gelişip karmaşıklaştığı bir çağda 1400 yıl öncesine ait kanunlarla bir devlet nasıl idare edilir? İşte İran inkılâbı bizler açısından bu itirazın fiilî cevabı olmuştu.
O dönemin bize sağladığı sınırlı iletişim olanakları çerçevesinde İran’daki gelişmeleri takip ederek anlamaya çalışıyorduk. Aklımıza takılan sorular olduğunda da İran’ın yereldeki propagandacıları sayesinde makul cevaplar bularak ikna olmaya çalışıyorduk. İran’ın mezhebî karakterine yapılan eleştiriler ise İran’dan yankılanan La Şiiyye La Sünniyye İslamiye İslamiye sloganıyla berhava oluyordu. Ümmet bilincine sahip olarak mezhep taassubunu ayaklar altına almış, devrimci hülyaları olan, özgürlüğe hasret bir neslin kanı kaynayan Müslüman gençleri olarak Şii–Sünni kardeşliğine yapılan vurgu adeta ilaç gibi gelmişti. Sekiz yıl süren İran–Irak Savaşı boyunca mezhep farkı gözetmeksizin Sünni Irak’a karşı Şii İran’ı desteklemekte hiç tereddüt göstermedik. Batı güdümüne girmiş bir coğrafyanın mazlum insanları olarak da en çok “Merg Ber Amerika!” sloganı bizleri büyülüyordu. 'Büyük Şeytan' Amerika, 'Küçük Şeytan' İsrail, Rusya, İngiltere... tüm emperyalist, sömürgeci, işgalci güçlere meydan okunuyordu. Nasıl büyülenmeyecektik?
Mısır ve Hindistan menşeli tercüme eserlere ilaveten İran menşeli tercüme eserlerve kasetlerle İran Devrim Marşları akmaya başladı. Tekbirler, sloganlar havada uçuşuyordu.Başta Ali Şeriati olmak üzere Mutahhari, Beheşti, Burucerdi ve Humeyni’nin kitaplarını altını çizerek okuduk. Cemel, Sıffin, Hüseyin, Ebuzer, Kerbela, Muaviye, Yezid vb. başlıklar taze vuku bulmuş hadiseler gibi baş gündem maddelerimiz olmaya başladı. Tevhidî bilince sahip olma iddiasındaki cemaatlerde İran’a biat furyası başlamıştı. İran’a öyle bir sevgi vardı ki Müslüman erkek gençler İranlı mollaların giydiği tarzda yakasız gömlekler ve yarım şalvar pantolonlar, hanımlar ise İranlı hanımların giydiği yüzü dışarıda bırakan siyah çarşaflar giyiyordu.
Süreç geçtikçe İran’a gidiş gelişler başladı. Devrim yıldönümlerinde İran devletinin resmî davetlisi olarak kendilerine gösterilmesi istenen yerleri görüp dönenler hariç olmak kaydıyla İran’ı görenlerin önemli bir kısmı büyük bir hayal kırıklığıyla geri dönüyordu. Türkiye’de propagandası yapılan İran ile gerçek İran arasında uçurum vardı. Bu çelişkiyi ilk kez yüksek sesle “Türkiye’deki İran, İran’daki İran Değildir” başlığıyla kaleme alan dönemin İslamcı yazarlarından biri linç edilmekten zor kurtulmuştu.
Zaman geçtikçe devrimin idealleri ile devrimin kendisi arasında makas açılmaya başladı. İslami İran’dan yansıyanlar; “Şah’ın nesliyle bu kadar oluyor, devrimin yetiştirdiği nesli bekleyin.” demagojisiyle üstü örtülemeyecek hazin bir boyuta ulaşmıştı.
Devrim ihraç etme idealine uygun olarak Türkiye’de de devrim yanlısı neşriyatın sayısında artış oldu. Yoğun propaganda ve sloganların gölgesinde aynı zamanda ıslah çabaları(!) sonucunda hidayete erdirilen kişi sayıları neşredilmeye başlandı. İşin garip tarafı, hidayete erdirilen bu kişilerin tamamına yakını zaten toplumda İslami kimlikleriyle bilinen/tanınan kişiler olmasıydı. Ne ki bu kişiler artık Sünnilikten Şiiliğe rücu etmişlerdi. Şunu artık iyice anlamıştık ki; İran tüm Sünnileri Şii yapmak istiyordu.
ABD’nin Irak’a müdahalesi neticesinde Baas diktatörlüğü son buldu. Irak’ta İran yanlısı Şii çoğunluk iktidar oldu. Tüm tehdit ve restleşmelere mukabil Irak’ta ABD’yle İran arasında fiilî bir ittifak oluştu. Bu fiilî ittifak neticesinde Irak’taki Sünni azınlık soykırım benzeri büyük bir imha ve yıkıma uğratıldı. Son olarak Suriye’de bir başka Baas diktatörlüğüne karşı özgürlük mücadelesi veren bir halkın karşısına askeriyle, tankıyla, tüfeğiyle dikildi. Irak’taki Baasçı diktatörü lanetleyip halkın yanında olmasına mukabil Suriye’deki Baasçı diktatörü kutsayıp halkın karşısında yer almasının mezhebî taassup dışında bir izahı yoktur. Yıllarca “Merg Ber Amerika! Merg Ber İsrail!” sloganı atan İran, bugüne kadar en ölümcül silahlarını Sünnilere karşı kullandı. İran’ın anlı şanlı devrim muhafızları başka bir ülkede zulme karşı direnen bir halkın devrim ideallerine karşı diktatörü muhafaza etmek üzere görevlendirildi.
Yanlış atılan bir adım yol aldıkça hakikatle arasındaki mesafe artar. Salt Şii ve Müslümanlar için değil, tüm mazlumlar için umut kaynağı olan bir devrim, mezhepçi taifeci bir taassubun kurbanı oldu. Artık Şiilerin bile “İran’a ölüm!” sloganı atması sözün bittiği yerdir. İran artık devrim yapan bir ülkenin ideallerini taşımıyor.Kırk yılın sonunda devrimin ideallerini kökünden kazıyan mezhepçi karakteri belirgin bir ulus-devlet dışında bir bakiye kalmadı. İran kendi devrimini ve devrimci değerlerini teker teker yedi.
Bize gelince; masum, saf, idealist devrimcilerdik. Onlar, her türlü Acem oyununu bilenler olarak bizi kandırmıştı. Evet, belki artık eskisi gibi saf değiliz ama elhamdulillah ideallerimizden hiçbir şeyi yitirmedik. “Büyük Şeytan” Amerika’dan beriyiz. “Küçük Şeytan” İsrail’den, Rusya’dan, İngiltere’den beriyiz ama İran’dan da beriyiz..