Irak 10 Haziran’dan beri dünyanın en sıcak gündemi. Rejime bağlı ordunun zelil biçimde Musul’dan kaçması ve Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütünün şehre hâkim olmasıyla birlikte gözlerden ırak ülke bir anda dünyanın gündeminin baş sırasına oturdu. Yaklaşık üç haftadır Irak’taki gelişmeler uluslararası kamuoyu tarafından çok sıcak bir ilgiyle takip ediliyor. Irak’ın en büyük ikinci şehri olan Musul’un ardından başka şehir ve kasabaların da birbiri ardına ordunun elinden çıkmasıyla birlikte bir anda tüm dünya “Irak’ın içine düştüğü büyük tehlike”ye odaklanmış görünüyor. Ne o? IŞİD terör örgütü tehlikesi!
Çarpıtma tam bu noktada boy vermekte. Tam 11 yıldır Amerikan işgali ve işgalcilerle işbirliği yapan mezhepçi grupların cehenneme çevirdiği Irak gerçeğini atlayıp, sorunu IŞİD sorunu şekline sokmanın tam bir saptırma taktiği olduğuna kuşku yok! Amerikan işgalinin Irak’ta yol açtığı büyük felaketi görmeyeceksiniz; işgalcilerin izni ve desteğiyle Irak’ta on yıldan fazla bir zamandır iktidar koltuklarında oturan taifeci fanatiklerin Sünni halka yönelik işledikleri sistematik baskı ve katliamlar sorun olmayacak; işkenceler, yargısız infazlar, zorla göç ettirmeler, yolsuzluk, yoksulluk, işbirlikçilik hep göz ardı edilecek ve sonuçta tüm bu birikimin neticesinde patlayan öfke “Irak’ı bekleyen büyük tehlike” olarak sunulup, kabullenilecek!
Gerçekten Irak’ta Ne Oldu?
IŞİD’in ne olup olmadığı; tehlike arz edip arz etmediği; halkı ne kadar temsil ettiği ya da etmediği; özgün bir hareket mi, yoksa kurgusal bir oluşum mu olduğuna dair sorular, tartışmalar sürdürülebilir elbette ama bugün Iraklıların karşılaştığı şeyin, maruz kaldığı sıkıntının temelde ‘IŞİD sorunu’ olarak tanımlanamayacağı tartışılamaz. Açıktır ki, IŞİD Irak’ta yaşanan işgal, kaos ve zulümlerin sebebi değil, sonucudur! Dolayısıyla Irak’ın neden bu hale geldiğini, Iraklıların neden katliam ve sefalet denizinde boğulduklarını doğru tahlil etmek için öncelikle son 10 yılda bu ülkede yaşanan acıların öncelikli sorumlularını tespit etmek gerekir. Aksi takdirde Irak’ta kötü giden bir şeyleri, yanlışları IŞİD’i merkeze alarak konuşmaya kalkışmak asıl sorumluları temize çıkarma, suçlarını gizleme çabalarına alet olmaya yol açabilir.
IŞİD gerek dinî anlama noktasında sahip olduğu sığ ve dar perspektif ve aşırılığa fazlasıyla mütemayil oluşu gerekse de dünyayı ve siyasi gelişmeleri tahlil noktasında basiretten ve hikmetten uzak tutumu nedeniyle kıyasıya eleştirilebilir, suçlanabilir, hatta mahkûm da edilebilir ama vakıa ortadadır. Bu örgüt Irak’ta Sünni halkın isyanında öncü rolünü üstlenmiş, yıllardır süregelen zulme karşı patlayan öfkeyi yönlendiren güç konumuna oturmuştur. O zaman dönüp burada nelerin yaşandığını sormak, Irak’ı bir hapishaneye dönüştüren unsurların kimler olduğunu ve neler yaptıklarını sorgulamak daha anlamlı olmaz mı?
Amerikan işgaliyle birlikte Irak’ta zaten kırılgan olan dengeler göçmüş, taşlar bir daha oturmayacak şekilde yerinden oynamıştır. Mezhepçilik fitnesini kışkırtacak, alevlendirecek adımlar atılmıştır. Ne yazık ki, bu süreçte Şii halkı temsil eden merciler, örgüt ve partilerin büyük bir kısmı taifeci, çıkarcı bir tutum takınmış, selden kütük kapma mantığıyla hareket etmişlerdir. On yıllardır hakları çiğnenmiş, Baas iktidarında büyük acılar çekmiş, hor görülmüş ve zulme karşı isyan ettiğinden ötürü korkunç yöntemlerle ezilmiş bu topluluk fırsatçı bir yönelime savrulmuştur. Öyle ki, kimsenin aşağılanmadığı ve tüm Irak halkı için adil ve şerefli bir gelecek inşa edilmesi için çaba göstereceğine, işgalcilerle işbirliği yaparak kendi ezilmişliğini telafi yoluna gitmiş, on yılların iktidar açlığını Sünni halkın aşağılanması temelinde gidermeye kalkışmış, bu da bugün her şeyiyle aşikâr hale gelen içler acısı manzarayı doğurmuştur. Iraklı Şiiler Saddam döneminde Sünnilerin yaptığı yanlışı tersinden tekrar etmiş ve Amerikalı işgalcilerle işbirliği içinde mazlumiyetten zalimliğe, mağdurluktan mağrurluğa terfi ederken kendilerinin de içinde yaşadığı ülkeyi cehenneme çevirecek adımları ardı ardına atma basiretsizliğine düşmüşlerdir. Daha ötesi, Irak’ın fiilen Tahran’dan yönetilen bir ülke haline getirilmesine göz yumarak Sünni halk nezdinde ‘kalıcı bir işgal’ algısına yol açmışlardır.
Tehdit ve Baskıyla Bütünlük Sağlanamaz!
Gelinen aşamada Irak’ta farklı etnik ve mezhebî kökenden gelen halkların bir arada yaşayabilecekleri bir zemin kalmamıştır. Irak fiilen üçe bölünmüş, ortak kimlik ve aidiyet duygusu parçalanmıştır. Kendilerini ülkenin asıl sahibi, diğer toplulukları ise ‘ikincil unsurlar’ gören mantığın farklı köken ve inançtan gelen insanları bir arada tutamayacağı, bütünlük sağlayamayacağı bir kere daha acı bir şekilde tecrübe edilmiştir.
Adalet ve eşitlik temelinde inşa edilecek bir ülke için insanların ikna edilmeye çalışılması, bunun için gerekli düzenlemelerin yapılması, geçmişte yaşanmış acıların tekrarlanmayacağına dair etkili güvence mekanizmalarının teşkili dışında bir yol yoktur. Orduyu takviyeyle, Necef’te cihad fetvaları ilan etmekle, havadan bomba yağdırmakla sadece ayrışma derinleştirilir. Başta bölge ülkeleri olmak üzere, tüm dünyanın Irak’ın bölünmemesi, parçalanmaması gerektiğini tekrarlayıp durması bir anlam ifade etmemektedir. Yapılması gereken şey basmakalıp bir slogan şeklinde bütünlükten söz etmek yerine, bir arada yaşayabilmenin zeminini oluşturmaktır.
Ne var ki, uluslararası kamuoyu diye tesmiye olunan olgunun Irak gerçekliğini doğru biçimde anlayabildiği pek söylenemez. Gerek bölge ülkeleri, gerekse emperyal güçler meseleyi IŞİD sorunu olarak görme ısrarı içindedirler. Dolayısıyla çözüm olarak da IŞİD’in tepelenmesine kilitlenmişledir. Bu mantığın sadece Irak’la sınırlı kalmayacak şekilde yeni sorunlar, büyüyen yangınlar ve derinleşen kaos ortamları oluşturması kaçınılmazdır.
Dün Irak’ı ‘koalisyon güçleri’ adını verdiği haramiler ittifakıyla cehenneme çeviren ABD’nin sebep olduğu kaosa ilişkin çözüm önerisi bugün de aynıdır. ABD 11 yıl önce Irak’a yönelik işgale çeşitli Batılı güçleri dâhil etmiş, böylece işgal suçunu kolektif hale getirmişti. Bugün de Maliki diktasını ayakta tutmaya yönelik stratejisini yine çok boyutlu koalisyon şekline büründürmekte.
Bütün Zalimler Kol Kola!
Irak’ta ABD işbirlikçisi Maliki diktasına destek veren güçlerin çeşitliliği dikkat çekicidir. Sadece Batılı güçler değil, Rusya da ‘büyüyen İslami aşırılık’ tehdidine karşı ABD ile aynı safta buluşmuştur. Elbette çok daha çarpıcı olan durum ise bu ilginç koalisyonda İran ve Esed rejiminin de aktif rol üstlenmeleridir.
Tam üç yıldır Suriye’de yaşanan intifadayı “NATO gelecek, Amerikan işgal güçlerine zemin hazırlanıyor, Suriye işgal edilecek!” propagandasıyla karalamaya, mahkûm etmeye çalışanların ikiyüzlülüğü, utanmazlığı ortadadır. Evet, NATO gelmiştir, Amerikan işgal güçleri gelmiştir ama Suriye’ye değil, Irak’a gelmiştir! Hem de üç yıldır anti-emperyalizm, anti-Amerikancılık sloganlarını ağızlarından düşürmeyenlerin çağrılarına icabet ederek gelmişlerdir. Sahte ‘direniş ekseni’ni hedefleyerek değil, gerçek tehdit kaynağı olarak gördükleri İslami güçlere karşı İran destekli işbirlikçi iktidarların ömrünü uzatmak için gelmişlerdir.
Hangimiz Terörist Değiliz Ki?
Egemenler ve onlarla aynı frekansta buluşanlar, söylemi, tutumu ve eylemleriyle IŞİD’in herkes için çok tehlikeli bir yapı olduğuna ve mutlaka karşı çıkılması, dışlanması, reddedilmesi zorunlu bir tehdit kaynağı teşkil ettiğine herkesi, hepimizi ikna etmeye çalışmaktalar. Ağzını açan herkes adeta bir nakarat gibi “IŞİD terör örgütü” kalıbını kullanmaya kendini mecbur hissetmekte.
İyi güzel de aynı güçler İslami hareketlerin hangisine farklı yaklaşıyorlar ki? Bu müfsidler nezdinde bütün İslami hareketler ‘terörist’ değil mi? Terörizm ithamının adeta tüm ümmetin boynuna asılmış bir yafta olduğunu görmüyor muyuz?
Suriye’de vahşi, zalim Esed rejimine karşı dişleriyle, tırnaklarıyla direnen kardeşlerimiz terörist olarak nitelenmiyor mu? Ne idüğü belirsiz üç-beş videoyu alıp füzelerle, tanklarla şehirleri yıkan, yerleşim yerlerine varil bombaları yağdıran aşağılık Baas çetesinin sistematik biçimde işlediği insanlık suçlarını örtmeye kalkanlar değil mi bunlar? Cani bir diktatörlük karşısında direnmeye çalışanları silah ambargosu adı altında savunmasız bırakanların, çaresiz insanlara destek olmaya koşanları “Ölmeyip geri dönerlerse başımıza bela olurlar” mantığıyla enterne etmeye kalkışanların, katliamlarla ayakta durmaya çalışan aşağılık bir diktatörlüğü matah bir iş yapıyormuş gibi sunanların ‘terör’ ve ‘terörist’ tanımlarını kimler için kullandığını görmüyor muyuz?
Mısır’da tüm dünyanın gözleri önünde darbeye maruz kalan, sokaklarda canlı yayınlar eşliğinde katledilen, hapsedilen, idam cezalarıyla sindirilmeye çalışılan İhvan’a Sisi cuntasının yapıştırdığı ‘terörist’ yaftasına itiraz ettiklerini hiç gördük mü? İçlerinde bir Avustralya vatandaşının bulunduğu üç gazeteciye 7 yıl 6’şar ay hapis cezası verildiğinde kararı ‘kan dondurucu’, ‘korkunç’, ‘Mısır için kara gün’ şeklinde niteleyen Batılı ülkeler ve kuruluşlar İhvan mensuplarına yapılanlar hakkında ne tepki vermişlerdi?
Açıkçası ne Tunus’ta Nahda hareketini, ne Libyalı devrimcileri farklı gördükleri söylenemez! Bangladeş’te evrensel hukuk ilkeleri ayaklar altına alınarak idam edilen Abdulkadir Molla için üzüntü duyduklarını sanmak saçma olur. Keşmir’den Filistin’e tüm İslam coğrafyasında yaşanan zulümlere, işgallere karşı verilen direnişler karşısında takındıkları tavırlar bize asla ilkeli, insancıl, adil bir perspektife sahip olmadıklarının sayısız delillerini sunmaktadır. Onların literatüründe zulme direnen bütün Müslümanlar fiilen ya da potansiyel birer teröristtir.
İşte tüm bu açık, sarih gerçeklik bizleri, kimlerin verileriyle düşündüğümüz, kimlerin kavramlarıyla konuştuğumuz, kimlerin yanında kimlere karşı tavır aldığımız hususlarında bir kere daha sorgulamaya yöneltmelidir. Irak’ı Sünni halk kesimleri için bir zindana, bir mezbahaneye çeviren işgalcilerin ve işbirlikçilerinin zulümlerine karşı biriken öfkenin patlamasını tüm bölgeyi ve hatta dünyayı tehdit eden bir ‘terör’ öğesi olarak sunmaya çalışanların gerçek manada yaşadığımız coğrafyayı terörize eden, korkuyu ve teslimiyeti egemen kılmaya çalışan zalimler olduğunu akıldan çıkartmamalıyız!