E. Anderson ve K. Raşidyan Pinter Yay., 1991
Kitap son Orta Doğu krizini birbirine muhalif güçlere açısından açıklamaya çalışıyor. Ulaşılan tek sonuç bu problemler yok edilmediği sürece bu tür başka krizlerin yeniden ortaya çıkacağı. Her şeyden önce kitabın etkileyici olduğunu söylemeliyim. Çünkü bir kaç ihmal dışında kitabın içeriği dürüst, öz ve kısa. Orta Doğu'daki istikrarsızlıktan sorumlu temel faktörler olarak milliyetçilik, İslami fundamentalizm ve petrol ileri sürülmüş. Krizde rolü olan diğer faktörlere de basitçe olmakla beraber değinilmiş.
Kitap Orta Doğu ve Kuzey Afrika üzerinde Avrupalı büyük güçler ile bu bölgelerin eski yöneticisi Osmanlı İmparatorluğu arasındaki rekabetle başlıyor. İlgi çekici bir tesbit; "Rusya, bölgedeki etkisini artırmak amacıyla Rus Yahudilerini Filistin'e göç etmeye yöneltti." 1914'te her şeyin ne kadar az değiştiğinin bir kanıtı olarak, kitap; 1914 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nun Almanların yanında I. Dünya Savaşı'na girmesiyle Araplar'ın "Osmanlı İslam devletine sadık kalmak ile kafir müttefik güçlerle işbirliği yaparak bağımsız bir Arap ulusu yaratmak için fırsattan yararlanmak" arasında bir tercih yapmak zorunda kaldıklarını ortaya koyuyor.
Araplar her zaman olduğu gibi yine ihanete uğradılar, bu kez Sykes-Picot Antlaşması ve Balfour Deklarasyonu ile. Üstelik "Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilgisinde önemli bir rol oynamışlardı." Bu durum şu soruyu sorduruyor: Amerikalılar ya da Suudiler mi, yoksa kendileri mi Orta Doğu için en doğru şeyin ne olduğunu biliyorlar? Araplar yine mi aynı hatayı işlemekte? Aldıkları kararların sonuçları yine bir 80 yıl boyunca yakalarını bırakmayacak mı? Görüşler çeşitli ancak doğrusunu zaman gösterecek.
Kitapta Araplar'ın Batı sömürgeciliğine karşı verdiği savaşın dini duygulardan ayrı olmadığına değinilmekte, Hıristiyan misyonerlerin gösterdikleri faaliyetlerden ötürü müslümanların Batı'yı Hıristiyanlık ile özdeşleştirdiği belirtilmektedir. Korkarım ki bu konu pek o kadar basit değil, Avrupa'dan gelen maceracıların imajları belki de daha önemli. Avrupa sömürgeciliği, gelirken beraberinde "kültür" ve siyasal etkisini de getirdi, Hıristiyanlık bu etkiden ayrılmaz bir parçadır. Bu manada Batı, Hıristiyanlık, Batı ile savaş Hıristiyanlık ile savaş demektir.
Filistin sorunu kitapta iyi incelenmiş konulardan biri. Kitap Filistinli Müslümanlar ve Yahudilerin bir ahenk içinde nasıl yaşadıklarını aktarmakta, yine bir çok kişinin pek bilmediği bir hususa değinmekte: "Yahudiler ve Hıristiyanların kendi ruhani liderleri mevcuttu ve hatta kendi hukuklarına göre yargılanıyorlardı ve İslam hukukunun onlara zorla uygulanması diye bir şey söz konusu değildi." Kitaba göre bu düzen Siyonistler, Filistin'in yalnızca kendilerine ait olduğu iddiasını atana kadar ahenkle sürdü.
Kitap İngiltere'nin Filistin'de İslam dünyasının ortasında bir Yahudi devleti kurmak için gösterdiği büyük gayrete de değiniyor. ABD Başkanı Woodrow Wilson'un gönderdiği bir komisyona göre, İngilizler bir Siyonist programın ancak silah gücü ile gerçekleştirilebileceğine inanıyordu. Nitekim öyle de oldu. 1939'dan bir örnek veriliyor: İngiliz destekli Yahudi göçü ve yerleşimine karşı başlayan bir ayaklanma "Filistinliler karşısında 1'e 10 avantajlı İngiliz ve Siyonist güçlerce ezildi." 3000'den fazla Filistinli öldürüldü, 2.110'u asıldı, 6.000'i tevkif edildi. 6.000-8.000 arası Filistinli ise yaralandı. (O dönemde toplam Filistinli nüfusun yarım milyondan az olduğu göz önüne alınmalıdır.)
Muhtemelen bir çok suçlu hala Filistin'de olduğundan ötürü bana kalırsa bugün de çok fazla şey değişmedi. Bu suçlular işledikleri insanlık suçlarından ötürü sürpriz sayılmayacak bir şekilde cezalandırılmadılar. Bunun yerine elimizde Orta Doğu krizinin temel öğelerinden birisi sayhan ve 60 yıldan fazla bir süre mülteciliğe mahkum edilmiş 4 nesil Filistinliler var.
Kürtler
Belki de Irak'la doğrudan bağlantısından ötürü, Kürtler kitapta Filistinliler'den daha fazla yer işgal etmektedir. Kitap, Kürtlerin küçük çaplı çarpışmalara girdiğini ve bölgede muhtemelen etki oluşturmayı amaçlamadığını vurguluyor. Ancak uzun vadede piyon rolünün bir sonucu olarak Kürtler farkında olmaksızın büyük çaplı bir savaşa katılabilirler. Ben Kürtler'in savaşa farkına varmadan girebileceklerini zannetmiyorum. Yazarların bize sunduğu deliller bu iddiayı çürütmek için yeterlidir. 16. yüzyılda Osmanlılar Kürtler'i "yükselen Şii Safevi hanedanına karşı direnmek için" kullandı. İran-Irak Savaşı'nda her iki hükümet de Kürtler'in desteğini garantilemeye çalıştı. Ancak durumu kötüleştiren, Kürt liderlerin aynı zamanda hem herkesle, hem de hiç kimse ile ittifak yapma yetenekleriydi. Kürtler 1970'lerde "İran Şahı'ndan taktik destek sağladılar ve Irak hükümetine karşı savaşmak için Amerikan desteği kazandılar." Ve sık sık bölgede dengesizlik yaratmak amacıyla İsrail'in Kürtler'i yetiştirdiği ve silah verdiği iddia edildi. Kitaptaki bir iddiaya göre Irak Kürtleri'nin İran'daki İslami rejimle kurdukları ittifak sadece Irak hükümetini kızdırmakla kalmadı, dolaylı yoldan İran Kürt hareketine karşı İran birliklerine yardım etti. Güven ve itimat kazanmak için Kürt liderler, kurnaz adam rolünü oynamaya çalışmaktan vazgeçmelidir.
İran kuvvetlerinin Kuzey Irak'a girmesi Halepçe olayı dışında pek ele alınmamıştır. Kitapta KYB ve İran kuvvetlerinin Halepçe'yi ele geçirdiği zikrediliyor. Bu işgale verilen cevap çok vahşiydi, ancak tahmin edilmez değildi. Çünkü önceden de Irak ordusu İranlı askerlere karşı kimyasal silah kullanmıştı. Bu manada İranlılar ve Kürtler'den suçlamalar yapıldı. Ancak bu sıralar Batı'nın gözleri körelmişti, çünkü Irak, İran İslam Devrimi'ne zarar vermekle kalmıyor, aynı zamanda müslümanların "doğru tür"ünü öldürüyordu. Irak Körfez'deki müslümanların "yanlış tür"ünü tehdit etmeye başlayınca, Halepçe hikayesi ortaya çıkarıldı.
Yazarlar, Kürtler'in; Araplar'ın Türkler'in veya Farslar'ın dağlısı olmadığını ispat etmek için aşırı bir gayret gösteriyorlar. Farkları aydınlatmak için bulundukları teşebbüs bazen çok saçma genellemelere bile uzanabiliyor. Kürtlerin genel olarak Arap ve Türkler'e nisbeten daha uzun ve zayıf olduklarını söylemek adil olabilir, ancak "sosyal açıdan sadık, hoşgörülü ve bağımsız" bir Kürt tiplemesi diğerlerinin böyle olmadığı şeklinde bir Önyargıyı yansıtmakta. Yazarların gayet romantik ve abartılı bir şekilde çizilen Kürt portresine yönelik eleştirilerinden sonra bu oldukça gülünç kaçıyor. İskoçyalılar'ın da (tarihleri Kürtlerinkinden farklı olmakla beraber) problemlerini sahip oldukları genel karaktere göre değerlendirdiklerine eminim. Kitapta Kürtler'in "bir çok eski geleneğini muhafaza edebilmesinin" nedeni açıklanmaya çalışılmıştır. Sunulan neden kabilevi sosyal yapının varlığıdır. Kürtlerin izolasyonunun bir neden olarak alınmaması şaşırtıcıdır. Kürtler bölgesel kimliklerini en azından 2.000 yıldır muhafaza ettiler, çünkü komşuları birbirini izleyen işgallere maruz kalıp yabancı kültür ve diller tarafından eritilirken, Kürtler çok önemli işgaller yaşamadılar. Orta Doğu'da işgallerin az olduğu bir diğer yer ise Yemen'dir.
Kitap Türkiye'nin Kürtler'e yaptığı zulme değinmeden geçmiyor ve Kürt ulusal adetlerinin ve Kürt dilinin (Kürtçe öğretim ve yayın anlamında) nasıl yasaklandığından da bahseder. Türkiye rejimi ulusal ayaklanmaları bastırdı ve Kürtler'i bütün haklarından mahrum etti. Bir NATO ülkesi olan ve bir "Avrupa" ülkesi olarak tanınmak isteyen Türkiye'nin işlediği mezalim listesi sonsuzdur. Öyle görünüyor ki, yazarlar mevcut siyasi iklimdeki sorunlardan yola çıkarak, bu listenin Irak yönetiminin listesinden uzun olduğunu düşünmekteler. Örneğin Irak'ta Kürtçe yalnızca Kürdistan'da öğretilmeyip, ülkenin büyük üniversitelerinde de öğretilen bir dildir.
Kitaba göre İngilizler de, hem 1923 ve 1931'de Kürt isyanlarının İngiliz ve Irak kuvvetlerince bastırılması, hem de 1932 ve 1943-1945"de Kürt isyanlarını bastırmak için Kraliyet Hava Kuvvetleri'nin kullanılması ve ilginçtir ki son olaylar nedeniyle hiç de temiz bir sicile sahip değildirler. 1946'da Sovyetler Birliği İran'dan çekilince (imtiyazlar verildikten sonra) İran ordusu İngiliz ve ABD desteğini arkasına alarak Kürdistan içlerine ilerledi, insanlar öldürüldü ve idam edildi. Yazarların düşüncesinin "1961 ve 1968 yıllan arasında Kürtler'in yürüttüğü silahlı mücadele dört Irak rejiminin yıkılmasına neden oldu" şeklinde olduğu anlaşılıyor. Halbuki Irak tarihinin bu döneminin dikkatle incelenmesi Irak'ta rejimlerin değişmesinin diğer nedenlerini de ortaya koyacaktır ve sağduyu (eğer siyasette buna başvurulabilirse) bunun karşıtının daha doğru olabileceğini söyler, şöyle ki çatışmalar halkları yöneticileri arkasında birleşmeye iter (yöneticileri kim olursa olsun). Ne yazık ki yine kitaba göre, özellikle Şah döneminde olmakla birlikte, İran'da da Kürtler'e eziyet edildi ve benzer şekilde Suriye'de de Hafız Esad'ın iktidarı ele geçirmesine kadar gaddarlıklar yapıldı. O zamandan beri Hafız Esad "Kürt ve Arap halklarının yerlerinin değiştirilmesi planına son verdi" ve öyle ki "Bugün radyo Kürtçe müzik yayınlayabiliyor ve Kürtler kendilerini daha çok güvencede hissediyor."
İran-Irak Savaşı ve Batı
İran-Irak savaşından çok az bahsedilmesi gariptir. Belki de sebeplerinin anlaşılmasının çok güç olmasındandır. Kitap giderayak sadece "savaştan kaynaklanan fakirleşme, işsizlik ve düşen petrol fiyatları, hepsi Kuveyt'in Irak tarafından işgal edilmesine yol açan yardımcı faktörlerdi." diyerek savaştan bahsediyor. İran-Irak Savaşı devam eden Orta Doğu krizini anlamada önemlidir ve bize geleceğin ipuçlarını da verebilir!
Kitap "Şiiler Sünnilerden daha radikaldir" diye iddia eder ve Şiilerin sosyal işlerde ve hükümet işlerinde eşit fırsatlardan nasıl mahrum bırakıldıklarını, İslam tarihinde protestoların niçin genellikle onlar tarafından başlatıldığını açıklayarak söyler. Kitapta verilen bir örnek Lübnan'la ilgidir. Kitap, burada bir çok dini topluluk arasında "Şiiler muhtemelen en çok zulme uğrayanlardır" ve bu "uzun süredir" devam ettiğinden "hakim otoritelere karşı muhalefet ve devrimci düşünceleri kabul etme geleneklerini korumuşlardır" demektedir. Birisi, Irak hükümetinin Arap desteğini ve Farisi İran'la savaşta halkının birliğini sağlamak için ırkçılıktan faydalandığı bilinmesine rağmen, İran-Irak Savaşı'nda apaçık olan ırkçılıktan çok az bahsedilmiş.
Niçin "Humeynicilik olgusu hemen hemen tüm İslam devletlerinde açık bir tehdit olarak görülüyor?" Niçin bazı müslüman ülkelerde İslam hukuku tekrar yürürlüğe kondu ve "Körfez devletlerindeki cami sayısı bir tahmine göre üç katına çıktı?" Bu sadece genel manada bir fundamentalizm endişesinden mi kaynaklanıyor yoksa bu endişe İslami fundamentalizmin belirli bir tipi için mi? İslami fundamentalizmin Suudi versiyonunun yaygınlaşmasından kimse rahatsız görünmüyor.
Kitap İslam dünyasının her yanında I. Dünya Savaşı'ndan sonraki onlarca yıl boyunca Batı karşıtı duyguları pekiştiren ve sömürgeciliği de içeren (Batılı güçler, özellikle tüm Arap İslam dünyasını sömürgeleştiren İngiltere ve Fransa) bir dizi ilginç faktörü sıralar. İslam dünyasının ortasında bir Yahudi devletinin zorla kuruluşu (İsrail başka yerlerden göç eden insanların yerleştiği bir yer olduğu için bu aynı zamanda bir işgaldi) ve İslam'ın anti-komünist bir bayrak olarak (mesela Bağdat Paktı) ve özellikle 1955'den sonra milliyetçiliğin karşıtı olarak kullanılması.
Kitap İran'da bir İslam devletinin kurulmasının bir tetik gibi; Sedat'ın öldürülmesi; Cezayir, Fas, Filipinler, Hindistan, Suriye ve Suudi Arabistan'da kargaşa ve Bahreyn ve Kuveyt'te gözdağı şeklinde ortaya çıkan bir İslami canlanışa yol açtığını öne sürüyor. İlginç bir nokta, Cezayir'de bugün yaşanan durumun ardında, 1979'da İran'da "demokratik devrimin dini bir devrime dönüşmesi" olgusunun yattığının ifade edilmiş olmasıdır. Yazarlar, farkında olmadan demokrasi kelimesini Batı'da var olduğu manasıyla kullanma tuzağına düşmüşler, fakat İran Devrimi din için yapılan bir halk devrimiydi. İnsanları sokaklarda askerlere karşı durmaya ve ölmeye sevk eden şey yalnızca Batı'nın siyasi, ekonomik ve kültürel müdahaleleri ve diktatörlük değildi. Şu kabul edilmelidir ki hareketlerini devam ettirmelerini sağlayan şey de halkın imanı idi.
Petrol
Kaynakları, tüketicilere bağlayan az sayıda stratejik yol olmasının nedeni sınırlı sayıda büyük petrol üreticisinin varlığıdır. Kitap, Orta Doğu petrolüne olan bağımlılığın bir ülkeden diğerine değişiyor olması ve dalgalanma göstermesine rağmen, "en geç gelecek yüzyılın ilk yansında, tekrar ön plana çıkacağı" tahmininde bulunuyor. Bu, Körfez'de ve çevresinde daha fazla çatışma mı demek, yoksa sadece, dünya petrol rezervlerini ABD kontrol edecek anlamına mı geliyor?
ABD kendisini, İran ve Körfez'den yapılan ithalata bağımlı kılan, üretimiyle ters orantılı rezervlere sahip. Fakat Batı Avrupa'da ve Japonya'da durum daha kötü, kitap buna dair rakamlar veriyor. Bilhassa Avrupa'nın ve Japonya'nın artan bağımsızlığında ve Amerikan ekonomisinin devam eden gerileyişinde Önemli bir faktör olarak, ABD'nin petrol kaynaklarını kontrol ederek Avrupa ve Japonya üzerinde nüfuz kullanabileceği varsayılabilir.
Kitap petrol ve gelişmeyi ele alırken ve belki Orta Doğu'yu tek bir ünite olarak ele almamalı, bunun yerine iki bölümde işlemeliydi, yani Körfez ve diğerleri olmak üzere. Deveden Mercedes'e geçiş açıkça Orta Doğu'nun bazı bölgeleriyle ilgilidir. Petrol sayesinde Orta Doğu'nun belirli bir çok bölgesinde zenginlik vücut bulmuştur ve sonuçta zengin ve fakir arasında büyük bir uçurum yaratılmıştır. Bu ayrılıkların problemler doğurması beklenmektedir. Kitap, geçen on yıl boyunca Kuveytliler'in fakir Irak'a giderek müsrif bir şekilde ve bir çok fesada sebep olacak şekilde harcama yaptıklarından bahsetmeyi ihmal ediyor, ki bu şüphesiz Iraklılar'ın Kuveytliler'e olan kızgınlıklarını artırmıştır (Kübalılar'ın Amerikalılar'a kızmaları gibi).
Kitap, üretici devletlerin niçin kendileri için en verimli oranlarda petrol üretmediklerinin ve böylece fiyatları kontrol etmediklerinin nedenini açıklıyor. Yiyecek ve teknoloji (bunlar için Körfez devletleri kısmen Batı'ya bağımlıdır), her yerde bulunabilir, fakat problem yatırımlardan kaynaklanmaktadır. Batı ekonomilerindeki bir gerileme, onların yatırımlarını etkileyecektir. Ve kitapta zikredilmeyen geçerli bir endişe de, Batı'nın İran ve daha sonra Irak'ın durumunda olduğu gibi bir kere onaylamadığı ülkelerin mal varlıklarına el koymasıdır.
Cevaplanması gereken önemli soru şu olmaktadır: Körfez devletleri Batı'da niçin bu kadar fazla yatırım yapmaktadırlar? Gösterilen neden bu ülkelerin "tüketim kapasitelerinin düşüklüğü" ve böylece çok miktarda fazlalarının olmasıdır.
Yine kitap; "Irak ve İran da petrole önemli ölçüde bağımlı, ama Yemen hariç diğer Arap yarımadası ülkeleri için petrol varlık sebebidir" diyerek dolayısıyla bu durumun Körfez ülkelerinin iç yatırımlara yönelmeleri için önemli bir neden olduğunun düşünülebileceğini belirtiyor. Fakat gerçekte, konfor düzeyinde gelişme sağlanmasına (bazı durumlarda hastane, üniversite ve hatta havaalanı fazlası olmasına) rağmen hiç bir somut ekonomik gelişme olmadığı hususunda bilgi veriyor. Körfez ülkelerinin; "planlama eksikliği ve basiretsizlik" sebebiyle bir petrol bolluğu döneminde ciddi bir şekilde zedelenebilecekleri ifade ediliyor.
Körfez ülkelerinin güvenlikleri bakımından Batı'ya bağımlı oldukları artık çok açık bir biçimde ortaya çıktı. Bu noktada her ikisi de kesinlikle insafsız diktatörler olan ama birisi Batı'ya karşı çıkmaya, meydan okumaya cesaret eden Saddam Hüseyin ve Kuveyt Emiri arasındaki fark gündeme geliyor. Kitap, "petrolün bulunması sonucunda (Yemen hariç) Arap yarımadası şeyhliklerinin Batı'nın aktif katılımıyla, kendilerini bağımsız birimler olarak ilan etmeye teşvik edildiklerini" belirtiyor. Dünya petrol rezervlerinin büyük bir miktarım kontrol eden Körfez ülkelerinin emirleri işte bu yüzden kendilerini iş başına getiren Batı'ya karşı her zaman minnet duyuyorlar ve sistem de bu ülkelerin devamlı surette Batı'ya bağımlı olmalarını sağlayacak şekilde işliyor. Bundan dolayı, yanılıyor olmayı ümit etmekle birlikte, Körfez İşbirliği Konseyi Ülkelerinde önemli siyasal değişiklikler olması bana mümkün görünmüyor. Esasen ABD'nin bölgedeki nüfuzunun pekişip güçlenmesi sadece hanedanların durumunu ve totaliter rejimleri teminat altına alabilir.
Belki de bütün bunlardan daha beter olan ise başta ABD olmak üzere Batı'ya yatırılan milyarlarca doların, Batı bankalarının korkunç karlar sağlamasına yaramakla kalmayı aynı zamanda büyük bir meblağın düzenli olarak Arap halkının düşmanı olan İsrail'e transfer edilmesidir.
Kitap, ABD'nin bir yandan İsrail'i destekliyor olmasının öte yandan ise İsrail'i uzlaşmaya zorlayabilecek yegane güç olmasının Arap dünyasında Amerika'ya karşı nasıl bir kararsızlık doğurduğunu belirtiyor. Bu tesbitin biraz açılması gerekiyor: Bazı Araplar ABD ve İsrail'in aynı safta yer aldığına inanıyor. Bu kesim, Bush'un, "yeni seçilen Şamir başkanlığındaki Likud hükümetinin hararetli karşı çıkışları ve direnişi karşısında nasıl duraklayıp tereddüte düştüğünü" ve hala Irak'ı tahrip etmeye ne kadar istekli olduğunu görüyor. Bu insanlar İsrail'in ABD'den her sene aldığı muazzam miktarlardaki para ve silah yardımlarını da görüyorlar. O kadar ki ABD'den sevkedilen en yeni ve ileri, gelişmiş askeri teçhizatı Avrupa'dan önce genellikle İsrail alıyor. Avrupa'ya yönelik eski Sovyet tehdidi ve İsrail'e yönelik teorik Arap tehdidi karşılaştırıldığında bu durum İsrail'in ABD için sadece bir müttefik olmaktan daha çok şey ifade ettiğini gösteriyor (bazıları İsrail'in tamamen bir Amerikan askeri üssü olduğunu bile iddia ediyorlar). Bu yaklaşıma, İsrail ile anlaşmak isteyen ve böylece çıkar çatışması görmeyen bazı diğer Araplar tarafından (büyük ölçüde devlet yöneticileri) karşı çıkılıyor. Bir çok Arap işgal edilen Arap topraklarının iade edilmesi talebinden vazgeçti. Ama bu kimseler İsrail sorununun sadece bir toprak sorunu değil, Arap ulusunun varlığını ve haklarını tehdit eden bir sorun olduğunu anlamak zorundalar.
Su
Yetersiz yağış ve nüfus artışı sebebiyle su önemli bir sorun. Kitaba göre sınırlar belirsiz olduğu için petrol ve suyun daha bir çok krize yol açması muhtemel. Petrolle ilgili Irak-Kuveyt ve Yemen-Suudi Arabistan arasındaki tartışmalar örneklenmiş. Kitap ayrıca, toprak kaynakları tükendikçe deniz sahasının gittikçe önem kazanacağı ve kıta sahanlığı sınırlarının belirlenmesinin daha da zor olmasından dolayı gelecekte başka sorunların çıkmasının muhtemel olduğu tahmininde bulunuyor. Kitaba göre "Varbah ve Bubiyan adalarının da, Dicle-Fırat sisteminin biriktirdiği alüvyonlardan oluştukları için Irak'ın doğal uzantıları oldukları söylenebilir."
Kitap, bölgedeki ülkelerin su sorunlarını inceliyor. Türkiye; 1991 yılında tamamlanması gereken Fırat üzerindeki Atatürk barajı (GAP'ın bir parçası) örneğindeki gibi büyük barajlar inşa ederek Suriye ve Irak'ın suyunu hem miktar, hem de kalite olarak azaltıyor. Suriye'nin planlan da buna eklendiğinde bu durum Irak'ın hesaplanan su ihtiyacında %20'lik bir açık anlamına geliyor. Bu da Irak'ın gelişmesini etkileyeceğinden bir bunalıma yol açabilir. Asıl sorun siyasal denetim ve belirlemenin sadece devletin üst düzeyinde sıkışıp kalmasıdır. Şayet çatışma doğarsa bu arz-talep sorunu yüzünden değil izafi güç dengeleri ve çeşitli devletlerin özellikle su ihtiyacını algılamalarındaki farklılık yüzünden olacaktır.
İsrail'in de Ürdün'ün de su kaynakları son derece kısıtlı ve bir tarafın kazancı kesinlikle diğerinin eşit miktardaki kaybıyla sonuçlanıyor. Kitap "gelecekte yeni kaynaklar bulunması hariç tehditleri ortadan kaldıracak hiç bir genel çözümün mümkün olmadığım" ifade ediyor. Kitap nüfusla su ihtiyaçları arasında bağlantı kuruyor ise de gelecekteki daha ciddi sorunları engellemek açısından, Filistin'e Yahudi göçünü durdurmanın öneminden bahsetmiyor.
Kuveyt ve Körfez Savaşı
Kuveyt tarihi ile ilgili yazılı bilgiler çok zayıf. Ayrıca tek bir kaynağa dayanıyor olması nedeniyle tarihsel tarafsızlığı sağlamıyor. Burada Kuveyt'in ya da Arap Birliği'nin meşruiyetini tartışmaya yer yok; sadece kitabın göstermeye çalıştığı kadar kesin ve açık bir durum olmadığını belirtmekle yetinelim.
Körfez Savaşı'nın sonuç devreleri ve sonrası doğal olarak kitabın ilgi sahasında yer alıyor. Bu meseleyi "Dünya kamuoyu, Doğusu ve Batısı, Arap ve Arap olmayanlarıyla dengeli bir şekilde tetkik edilirse altta yatan fakat giderek gelişen bir ortak kanaat soruna Arap çözümü getirilmesidir" şeklinde sonuca bağlıyor. Kitap, Irak halkının rejim sorununu tek başına çözmesinin zorunluluğunu; kukla bir hükümetin sadece çok pahalıya mal kalmayıp, böyle bir rejimin sürmeyeceğini de vurguluyor. İngiltere'nin Saddam'a karşı medya taarruzunu nasıl yönettiğini ve İngiliz halkını savaşa ikna ettiğini anlatıyor. (Kamuoyu yoklamalarının savaş lehindeki sonuçlarının düşmediği tek ülke oldu.) Basını kimin kontrol ettiği hususunda açık bir soru yöneltiliyor. Kitap Irak'ın nükleer potansiyelinin sürekli denetlenmesine rağmen abartılarak işlenmesi; buna karşı nükleer silaha sahip olduğunun bilinmesine rağmen İsrail'in hiç bir zaman denetlenmemesi arasındaki tezatı gösteriyor. Kitap "nükleer silaha sahip olan bütün ülkeler arasında bunları kullanma ihtimali en yüksek olan İsrail'dir" yargısında bulunuyor. Kitap nükleer silahlanmanın yayılması konusunda "Şüphesiz çözüm yolu, nükleer silah elde eden her yeni ülkeye karşı bu imkanlarını yok etmek için savaş açmak olmamalıdır." diyor. Bu manada, Pakistan ve İran gibi nükleer silaha sahip olmaya çalışan ülkelere karşı muhtemel askeri operasyonlar tahmininde bulunuyor.
Kitap Kuveyt'te Irak tarafından gerçekleştirildiği iddia edilen can ve mal tahribatının çok fazla abartıldığım ve içlerinde bir de albay bulunan yirmi Iraklı askerin bu sebeple idam edilmesinden sonra böyle tecavüzlerin tamamen durduğunu öne sürüyor. Bundan sonra Irak'a uygulanan müeyyideler konusunda müttefiklerin 1991 Ocağından itibaren Irak'ı tamamen tahrip etmeye başlamaları sebebiyle iyi bir tartışma ortaya koyuyor. Şayet müeyyideler başarılı olmuş olsaydı, bu kuvvet kullanımına ihtiyaç kalmayacak yeni bir dönemin müjdecisi olacaktı. Bu durum ABD, İngiltere ve Fransa'nın Arap dünyasına düşman olmadığını gösterecekti. Kitap Amerika'yı "şu açıkça vurgulanmalıdır ki ABD hiç bir zaman gerçek bir uzlaşma önerisinde bulunmamıştır" diyerek suçluyor. İran, Mısır ve İsrail'in konumlarıyla ilgili değerlendirmeler yapıyor.
Kitabın son bölümü, son sözü, belki de en iyi bölüm. Bu bölümde Irak'ın sınırlarıyla ilgili tattığı acılardan duyulan üzüntüler ve bu durum karşısında yapılan acımasız yargılardan bahsediliyor. Filistin meselesi ile bu konu arasında var olan benzerliklerden yola çıkılarak ikisi arasında bir bağ bulunduğu iddia ediliyor. Kitapta Bush'un kendisinin çaresiz birisi olmadığını ispatlamaya çalıştığı ve Kuveyt'ten koşulsuz geri çekilmeyi öngören iki öneri paketini barış istemediği için reddettiği öne sürülüyor. Irak'ın alt yapı tesislerinin yok edilmesi Kuveyt'in kurtarılmasının yalnızca küçük bir hedef olduğunun kanıtıdır deniliyor. Irak'a karşı düzenlenen harekatın ilk gününde kullanılan patlayıcıların gücünün Hiroşima'ya atılan bombadan daha fazla olması esas hedefin ne olduğunu gösteriyor.
Kitaba göre kara savaşı, Amerikan ordusu ve iki ana müttefîğince (üçü de nükleer silahlara sahiptir) geri çekilmekte olan Irak askerlerine yapılan saldırılardan ibarettir. Kitapta petrol, Irak'ın sahip olduğu nükleer ve kimyasal güç ve cumhuriyet muhafızları hakkındaki raporların birbirini tutmadığı belirtiliyor. Ancak yazarlar, bu kadar kısa zamanda tespit edilen bunca hatadan gelecekte ne gibi dersler çıkarılabileceğini merak ediyorlar.
Ve "Büyük bir olasılıkla 1991 Körfez Savaşı, zaman içinde bölgede cereyan eden ve uzun bir tarihe sahip olan çatışmaların bu zamandaki bölümü olarak algılanacaktır." diyorlar.
Çev.: İbrahim Turhan