Irak'ın İkinci Körfez Savaşı'ndaki yenilgisinin ardından Mart 1991'de Kuzey Irak Kürtleri ve güneydeki Araplar Baas rejimine karşı ayaklandılar. (İlk iki haftalık dönemde ayaklanmalar şaşılacak derecede başarılıydı.) Şehirlerdeki hükümet idareleri devrildi ve yerel ordu garnizonları saf dışı bırakıldı. Fakat ay sonu gelmemişti ki isyanlar bastırıldı ve ayaklananlar en yakın sınırlar boyunca veya Irak'ın güney bataklıklarına kaçarak dağıldılar. Kaçamayanlar seri infazlardan kurtulamadı.
Batılı liderler tarafından, ayaklanmaları ve Saddam Hüseyin'den kurtulmaları için savaş boyunca Iraklılar'a yapılan çağrılara rağmen, bu dramatik ve trajik olaylar dış güçlerin beklediği en son şeydi. Ayaklanma Irak halkı için de sürpriz mi olmuştu? Böyle düşünmek için sağlam nedenler var. Irak muhalefet liderleri uzun zamandır, İran'la savaşı ve Saddam rejimi tarafından dayatılan mahrumiyet ve zorba yönetimi sona erdirecek bir "halk ayaklanması"na çağırmaktaydılar. Ancak o an geldiğinde muhalefet tamamen hazırlıksızdı.
1990-1991'deki Körfez Krizi paradoksal bir şekilde rejim için lehte bir dönemdi, fakat Mart Ayaklanmasının başarısızlığının kökleri, muhalefetin savaş ve devrimin bölünmez şekilde birbirine bağlı olduğu şeklinde bir inanç geliştirdiği Irak ve İran arasındaki savaş döneminde bulunabilir. Ancak eğer savaş devrime götürecekse, içerideki sosyal mücadelenin dışarıdaki milli mücadelenin önüne geçmesi gerekir. Genel ifadesiyle bu, bu yüzyılın başındaki iki Rus devrimi, Almanya'daki 1918 devrimi, 1919'daki ilk Macar ayaklanması ve 1920'lerdeki İtalyan işçi devrimindeki Avrupa modelidir. Bütün örneklerde yönetici sınıfın nasyonalizminin başarısızlığa uğradığı görüldü ve halk bağlılığını başka bir yere yönelterek buna cevap verdi.
Saddam Hüseyin'in milli müdafaada yeni bir Irak vatanseverliğini yerleştirmedeki başarısının boyutlarını son derece eksik değerlendiren Irak muhalefeti, ilk Körfez Savaşı'nın gidişatının bir çöküşü beraberinde getireceğini hararetle umuyordu. Halbuki bir çok Kürt ve Şii, savaşı kendi savaşları olarak görmüşlerdi: Yaklaşık 250.000 Kürt, İranlılar'ın Irak Kürdistanı dışında tutulmasında orduya yardım eden bir milis gücü olan Selahaddin Kuvvetleri'ne katılmış; Şii askerlerin çoğunlukta olduğu taburlar da güneydoğuda benzer bir savunma kurmuşlardı.
Ümitlerin boşa çıkmasıyla hüsrana uğrayan muhalefet, bundan hatalı dersler çıkardı. Bazı hizipler 1988'de ve 1989'da, savaşın kilitlenmesi ve ateşkesden sonra, rejim kesinlikle en zayıf ve en savunmasız durumdayken Baas'la uzlaşmaya yöneldiler. Daha sonra, Körfez Krizi ve İkinci Körfez Savaşı boyunca muhalefet Irak vatanseverliği konusunda Saddam'ın çekiciliğini gözünde büyüterek önceki yanlış hükmünü telafide aşırıya kaçtı. Bu nedenle muhalefet, 1991 Mart'ındaki ihtiyari ve gerçekten "yaygın" ayaklanmalar için tamamıyla hazırlıksızdı. Ayaklanmaların başarısızlığının kaynağı işte hazırlıktaki bu eksiklikti.
İlk Körfez Savaşı ve Muhalefet
İlk Körfez Savaşı'nın şaşırtıcı yönlerinden biri Saddam Hüseyin'in, kendisini destekleyebilecek farklı güçlere yönelmiş oldukça dağınık ilgileri bir araya getirecek şekilde rejimin ideolojisini yeniden şekillendirme yeteneğiydi. Baas'ın Pan-Arap ideolojisi, diğer Arap ülkelerinden destek sağlamada önemli olan, Pars tehdidine karşı Arap ulusunun savunucusu olma imajını güçlendirmesine yardım etti. Hepsi de Irak'ı bir şekilde destekleyen Körfez dışındaki güçler için Baasizm'in laik ve modernleşmeci görünümü onu, Humeyni'nin politik İslam'ını etkisizleştiriri cazip bir potansiyel kıldı.
Yine aynı zamanda Saddam, Iraklı çok sayıdaki Şii Arab'ın sadakatini sağlamayı bilmişti. Baas ideolojisi savaş esnasında Arapçılık, İslam ve hepsinden daha fazla Irak vatanseverliğinin yeni bir sentezi oldu. Yeni bir icad olan bu vatanseverliğin kökleri geçmişe, eski Filistin'i işgal eden Nabukadnezar ve Kudüs'te Haçlılar'a meydan okuyan Kürd Selahaddin Eyyubi gibi kahramanlara kadar uzanır. Bu bilhassa savaşın saldırganlıktan savunmacı bir çabaya dönüştüğü 1983'ten sonra gelişti. Baas idaresi tarihi karakterine uygun olarak muhaliflere karşı, güneyden 250.000 kadar Şii'nin sürülmesini de kapsayan insafsız bir dahili kampanyayı da sürdürdü.1
Örgütlü muhalefet arasında, savaşın egemen olduğu topluma yönelik üç konum belirginleşti: İran yanlısı (bazı Kürt ve Şii gruplar); Irak yanlısı (asıl olarak, Baas'ın Suriye yanlısı hizbi ve Irak Komünist Partisi [IKP] içinde bir kesim); ve hem İran, hem de Irak karşıtı (IKP'nin asıl bölümü). Sadece Baas'ın muhalif hizbi açık olarak Irak ordusu ve rejimini destekledi, ancak Saddam Hüseyin ile bir ittifak arayışında olmadı. Onların gönlü, temsilcisinin kendileri olduğunu iddia ettikleri "gerçek" Baas'ı iktidara getirecek bir ekipteydi.
İslamcı Şii partiler geleneksel olarak, dini kimliği veya onun ideal bir yansımasını ulusal kimliğe öncelemekteydiler. Onların halk ayaklanması şekli olan "İslam devrimi" için "sıfır anı"nı beklemekteydiler. 1982'de kurulmuş ve İslami Hareket Örgütü ile İslami Halk Hareketi'ni birleştiren ve şemsiye bir grup olan Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi'nin (Muhammed Bakır el-Hakim'in lideri olduğu SAİRİ [Supreme Assembly of the Islamic Revolution in Iraq]) dayanak olacak çok az politik deneyimi vardı.2 SAIRI'nın diğer bir bileşeni olan el-Davetü'l-İslamiyye [İslami Davet] bir istisna idi: 1977'de rejim karşıtı kitle gösterilerini başlatmış ve 1979'da sokaklara tekrar çıkmıştı. Bütün İslamcılar yanlış bir şekilde, Şia'nın çoğunluğunun gözünde, böyle bir ittifakı mazur gösterecek dini bir meşruiyet taşıdıklarını farz ederek 1980-1988 savaşı boyunca İran yanlısı bir konum aldılar. Onların hesaplarında, milliyetçilik bir etken olarak yoktu. Onlar İran'daki İslam Devrimi'nin ne dereceye kadar, Şah'ın Washington'a sadakati ile onurlarının millet olarak kırılması ve kin hissinden kaynaklandığını belirleyemediler ve Ayetullah Humeyni'nin kendi politik kariyerine İran milliyetçiliğinin bir müdafii olarak başladığını unuttular. Onlar, Irak'taki Şiiliği İran'ın nüfuzunun bir uzantısı olarak gören, Pan-Arap milliyetçiliğinin Irak'taki uyarlamasından da feci olarak zarar görmüşlerdi.3 Saddam Hüseyin, Güney Irak halkından olup da radikal İslam'ın kuşatmağı beceremediği insanlar için derhal, bulduğu yeni Irak milliyetçiliği ve bu milliyetçilikle ülke sınırlarının müdafaasına dayalı bir ilgi alanı oluşturmaya muktedir olabilmişti. İran'ı bazı Kürt partileri de desteklediler, fakat farklı bir tarihi arka plan çerçevesinde. Irak içerisinde büyük ancak marjinal bir grup olarak politik hesapları, Bağdat'a karşı verdikleri otonomi savaşında harici destek ihtiyacından daima etkilenmiştir. 1970'lerin başında, Baas rejimini zayıf yıllarında derinden sıkıntıya sokan bir işbirlikçi savaşı vermek için, Şah'ın para ve silahlarını kabul etmişlerdi. Ancak İran, Bağdat'ı kanlı bir sindirme kampanyası sürdürmede serbest bırakarak Kürtleri 1975'te ani bir darbeyle karşı karşıya bıraktı. 1980'den sonra kendilerini tekrar İran'a bağlayan bu Kürtler, bu ilk pahalı tecrübenin, Irak demokratik hareketinden kendilerini nasıl ayırdığını unutuyorlardı. Şii partiler için olduğu gibi bir yabancı milliyetçiliğe böyle bağlılık, kendi halklarından milli müdafaayı destekleyen birçok insandan onları ayırırken, beraberinde de daha fazla baskıyı getirmiştir.
Bir zamanlar muhalefet partilerinin en etkilisi olan Komünistler ise halk ayaklanması (ki savaşın buna engel olduğunu 1985'de kabul ettiler) planlarken hem Irak'a, hem de İran'a karşı çıktılar.4 Bu durumun gerginliği kendini, IKP içindeki ve sürgündeki solcu gruplarda, insanlardan silahlarım "anavatanın müdafaası"na liderlik yapan rejime çevirmelerini istemenin anlamsız olacağını düşünen küçük bir kanadın ortaya çıkışıyla gösterdi.5
Böylece, rejimi tehdit etme ve demokratik bir hareket oluşturma potansiyeline sahip organize partilerden hiç biri hem acilen müstebit hükümet ve savaşın boyunduruğundan kurtulma ihtiyacı, hem de rejimin Irak'ı savunma zorunluluğu temelinde tekeline aldığı milliyetçiliğe karşı güçlü ilgiyi sentezleyecek bir düşünceyi formüle etmeye muktedir değildi.
Irak Vatanseverliğinin Tükenişi
Saddam'ın yurtsever konumu muhalefeti kargaşa içine soktu. Savaş yılları boyunca muhalefet büyük şehir merkezleri olan ve Irak nüfusunun hemen hemen yarısını ihtiva eden Bağdat, Basra ve Musul'dan çekilmişlerdi. Şehirlerdeki organize yapıları büyük ölçüde tahrip edildi, bazen tamamen ortadan silindi. Kürtler ve komünistler küçük kasabalara ve Kürt şehirleri olan Süleymaniye ve Erbil'e olan bağlarıyla kuzeydeki dağlarda üslerini muhafaza ettiler. İslamcılar'ın organize tek üsleri İran'daydı.
İran-Irak Savaşı'ndan önce şehirlerde bilhassa Bağdat'ta birçok parti mevcud idi. Ancak o zaman siyasi hoşnutsuzluk asgari düzeydeydi. Savaşın sona ermesi ve iç hoşnutsuzluğun şiddetini artırması sonrasında ise muhalefet partilerinin gerçekten hiç bir güvenilir yapıları yoktu. Rejim krizdeydi, ancak muhalefet de. İktidara geldiğinden bu yana Baas rejiminin en kötü döneminde, çoğu parti uzlaşma siyasetine geçti.6
İran tanklarına bel bağlayan, hatta İran Besic (gönüllü) birliklerine katılacak kadar ileri gitmiş olan İslamcılarınsa cesareti kırılmıştı. Faaliyetleri Tahran'ın kısıtlamalarına maruzdu. Yeni her İran saldırısında Irak'a dönüş için eşyalarını hazırlamaya alışmış olan, Suriye ve diğer Arap ülkelerindeki takipçileri, şimdi İsviçre veya diğer Avrupa ülkelerindeki barınaklar için hazırlanıyorlardı. Kürt partileri ellerinden geldiği kadarını koruma umuduyla uzlaşmayı seçtiler. IKP ise şu şartları sağlamaya çabaladı; hükümetle ortak veya genel bir diyaloga girilecekse, önce siyasi suçluların salıverilmesi gibi bir iyi niyet jesti gerçekleşmeliydi.7 Kuveyt'in işgalinden bir kaç gün öncesine kadar Iraklı muhalefet liderleri rejim ile durumu kurtaracak bir pazarlık anlaşması için bal çaresi düşünmekle meşguldüler.8
İlk savaş boyunca saf ve yalın bir vatanseverlik karşı konulamaz bir ruh hali idi; ülkesini işgale karşı müdafaa etmek. Ancak sosyal ve ekonomik problemlerin katlandığı ateşkes sonrasında ve yine daha sonra Saddam Hüseyin'in İran'ı nötralize etmek amacıyla Şattu'l-Arab'dan vazgeçtiği Kuveyt işgali sonrasında rejime ve onun mantıksız, tehlikeli siyasetlerine muhalefeti milli müdafaa ile birleştiren ikinci bir vatanseverlik şekli ortaya çıktı.
Muhalefet, Kuveyt'in işgalini seyretti ve bu defa içe dönük olacağını anlamayarak, yenilenmiş bir Irak vatanseverliği beklentisiyle ürperdi. Halk bu yeni savaşı istemiyordu. Patlak verdiğinde de, boyun eğerek onu kabul ettiler, fakat bu yıkımın, karşılığında Saddam Hüseyin'in yıkılışını getireceği umuduyla.9
Bu periyod boyunca ideolojik kampanyasını yürütme şeklinden açıkça görülmektedir ki, Saddam Hüseyin bu ruh halinin bir önsezisine sahipti. Umutsuz bir şekilde, yeni fakat iyi oluşturulmuş İslami bir terminoloji ile ideolojik cazibesini yenilemeye çalıştı. O Humeyni'yi "yenmişti" ve zaferini "Allah'ın vekili" olmasına bağlamıştı.
Iraklılar bu davranışa tahammül edecek bir ruh hali içinde değildiler, ancak muhalefetin kitlesel hoşnutsuzluğun ulaştığı boyutları ölçmede zamanlaması yanlıştı. Genel ruh hali için ölçü olacak araçlar hazır değildi. Ülke hakkında ekonomik ve sosyal, anlam taşıyan hiç bir araştırma yoktu. Muhalif kimselerin boş yere dikkatle aradığı siyasi haberlerin sadece parçaları ara sıra açığa çıkıyordu. Bazıları, Halepçe'nin zehirlenmesinde olduğu gibi genel hissiyatı, olaylara karşı kendi kişisel tepkileriyle değerlendirme alışkanlığı içine girmişlerdi. İsyancılar, zehirleme olayının görüntülerini alenen gösterdiklerinde açıklığa kavuştu ki, birçok Kürt bunu üç yıl sonra ancak, ayaklanma sonrasında ilk defa olarak duymuşlardı. Ne zaman gösterilirse inanmazlık ve kitlesel ağlama sahneleriyle karşılaşılıyordu.
Asıl hoşnutsuzluk, ekonomideki kriz ile körüklendi. Normal yollardan askere çağırılanların büyük çoğunluğunu oluşturan Irak'ın dört milyon çalışanının silah altındaki dörtte biri gittikçe sabırsızlanıyordu. İran karşısındaki savaş boyunca Irak'ın nakit para rezervleri 37 milyar dolardan 2 milyar doların altına düşmüştü. Ancak çoğunluğu ülkenin yiyecek gereksiniminin % 80'ini ithal etme ihtiyacından kaynaklanan ithalat faturası yıllık 11 milyar dolar olarak sabit kaldı. Saddam yönetiminde ilk defa olarak halkı beslemek ciddi bir problem olmuştu. Temel ihtiyaçların fiyatları, sadece fakir sınıfların değil, orta sınıfın da yaşam standartlarını düşürerek hızla arttı.
O zaman ki Ekonomi Bakanı olan Sa'dun Hammadi, Kuveyt'in işgalinden sonra aç Iraklılar'a, Kuveyt'in işgalinin, onların çok büyük miktarlardaki dış borçlarını iki ile dört yıl arasında, devede kulak sayılacak bir sürede geri ödemelerini mümkün kılacağını söylemek için devlet televizyonuna çıktı. Bir dizi resmi iletişim aracı bu temayı işledi, ancak halk bu tür bir fikri, hemen hemen tümüyle reddetti. Ve bu düşüncelerini Bağdat sokaklarında Batılı muhabirlere serbestçe gösterdiler. Dışarıdaki Irak muhalefetine ulaşan diğer raporlar Basra, Musul ve Bağdat'ın Savra bölgesinde toplumsal huzursuzluklardan bahsetmeye başladı. Musul İran'la yapılan savaşta genç subayların zayiatı açısından en yüksek orana sahipti ve Basra en fazla miktardaki sivil ölümlerine ve maddi hasara uğramıştı. El-Savra, askere alınmalara karşı direnme çabalarına öncülük etmiş olan öğrencileri barındırıyordu. Daha sonra Bağdat'taki ilkokul, ortaokul ve liselerdeki öğrenciler yaklaşan savaşa karşı elle yazılmış bildiriler dağıttılar. 1990 Kasım'ında Bağdat'ta yönetime karşı büyük bir öğrenci kitle gösterisi gerçekleşti.10 O zaman İçişleri Bakanı olan Samir el-Şeyhli basit bir çözüm düşündü: İki milyon başkentti sakini tahliye etmek (1 milyondan daha azını tahliyede başarılı oldu).
Ordunun Tükenişi
1977'den bu yana mevcudu 140.000'den 1 milyon civarına yükselmiş olan ordu içindeki hoşnutsuzluk artmaya başlamıştı. Ayrıca 700.000 sivil, meşhur Halk Ordusu'nun muvakkat kuvvetleri arasında askere alınmıştı. Şişen silahlı kuvvetler önemli oranda yönetim karşıtı elemanları şimdi içinde barındırıyordu. Halk Ordusu'nun Selahaddin Kuvvetleri'ni oluşturan Kürt aşiret mensupları, aşiret reisleri tarafından kelle başına alacakları ödemelerle harekete geçirilmişlerdi. Baas kadroları onları idare etmesine rağmen Halk Ordusu'ndaki Araplar artık sadece Baas Partisi üyeleri değildi. Düzenli orduya gelince, Şii Araplar savaşan erlerin % 80'ini fakat subayların sadece % 20'sini oluşturuyordu.11
1973'ten 1980'e kadar, Saddam'ın şahsi gücü artarken, ardındaki kilit noktalar memleketinden kabilesinin fertleri ile doldurulmuştu. Buna karşın ilk Körfez Savaşı sırasında Tikritliler emekliye ayrılmış insanları geri getirmek de dahil olmak üzere, mümkün olan tüm askeri uzmanlıktan yararlanmak için subay sınıfını genişletmeyi zorunlu bulmuşlardı. Bu, Tikrit'in güç ve nüfuzuna seyreltici bir etki yapmıştı.
Bu nedenlerden dolayı ordu veya onun büyük kısımları, savaşlar arasındaki kısa dönemde rejim için en büyük problemdi. Bir halk tabanı gerçekten elde edilmişti, ancak rejim için ekonomik ve siyasi açıdan büyük bir maliyetle. Ordudaki sıkıntının alametlerinden biri, 1990 Kasım'ında Nizar el-Hazreci'nin kurmay şefliğinden, arkasından da Aralık'ta Abdulcabbar Şanşal'ın Savunma Bakanlığı'ndan azledilmesiydi. Nizar el-Hazreci'nin suçu başkana, kıdemli askeri komutanlarının Irak ordusunun müttefik güçlere denk olmadığından endişe ettiklerini söylemesiydi.12
Eleştirilerini en tedbirli ve şifreli terimlerle ifade etmesine karşın ordunun üst kademelerinde güçlü bir Saddam karşıtı blok ortaya çıktı. Bazıları Kuveyt'in işgalini destekliyordu, ancak zamanlamayı değil: Irak Batı'ya kış boyunca güçlerini bir araya getirmesi ve sıcaklar yeniden başlamadan bir saldırı başlatması için zaman tanımıştı, oysa Mart'ta yapılan bir işgal müttefiklerin karşı saldırısını gelecek kışa kadar geciktirebilirdi. Bazıları Kuveyt'in işgaline, İsrail'e yapılacak bir saldırıyı imkansız hale getireceği gerekçesiyle karşı çıktılar. Onlar diğer devletlerin bu savaşı kendi maksadları için kullanacakları düşüncesindeydiler: Türkiye'nin Kerkük petrol sahalarım talep etmesi, İsrail'in Ürdün'e saldırması veya belki de İran'ın Mandali veya Basra'yı gaspetmesi vb... Sadece, Avrupa'yı ABD'den ayıracak ve Suriye ve Mısır rejimlerini devirecek ve Irak'a yönelik bir Arap coşkusuna güvenen küçük bir azınlık başarı bekliyordu.13 önceleri Saddam, çoğunluğun liderlerini desteklediğini belirten dalkavukça raporların doğruluğunu tahkik etmenin bir yolu olarak kıdemli askeri subaylar toplantılarındaki tartışmaları teşvik etti. Fakat infazlar derhal takip etti. Kasım 1990'daki Kürt raporlarına göre yaklaşık 600 subay öldürüldü.
Bir on yılın büyük kısmında çeşitli vesilelerle savaşmış olan daha alt kademelerdeki insanlar tamamen bitkindiler. Bir onbaşı olan Ahmet'in durumu tipik bir örnekti, "Tekrar askere alınmaktan kurtulmak için köylü olduğumu gösteren sahte bir kimlik belgesi yaptım. Fakat iki ay sonra köylüleri askeri hizmetten muaf tutan kararname feshedildi. Annemin altın ziynetlerini, hatta onun düğün yüzüğünü kullanarak bir izin elde etmek için çok çalıştım, fakat boşuna. Bu ziyadesiyle pahalıydı. Subaylar zengindi. Şanslı askerler tayinlerini Kuveyt sahasından uzaklara naklettirebilmek için para ile sevk edebiliyorlardı. Albu Hijam aşiretinden askere alınan biri önceden yapmış olduğu gibi firar edeceğini ve Havre'l-Hammar bataklığında barınacak bir yer bulacağını fısıldadığında bir umut belirdi. Kimseye söylemeyeceğim takdirde beni onunla birlikte gitmeye davet etti. Söylediğine uydum."
Ülke dışındaki akrabalarına yazdığı bir mektupta bir kaçak: "Çay, koyun ve sigara ticareti yapan ve Kuveyt'in işgalinden önce işsiz olan kaçakçıların kendi bölgeleri olan Irak-Türk sınırı şimdi zenginleşti. Sadece yiyecek maddeleriyle değil, yeni bir ürün ile de: Firarilerle, Eğer bir erseniz 500, subaysanız 1000 Irak dinarı ödemek zorundaydınız. Aralarında, iki subayın da bulunduğu yaklaşık 100 kişi Türkiye'ye gizlice sokuldu."
Kürdistan Demokrat Partisi Politbüro üyesi olan Hoşyar Zebari Kürt firarilerin, Kuveyt-Suudi sınırındaki birliklerin etrafının daha sonra başka bir yere hareket eden diğer bir alayın yerleştirdiği mayınlarla çevrelendiğini söylediğini aktarıyordu. Mayınlar koruma sağlamak için bulunmuyordu, "askerlerin cephenin diğer tarafına iltica etmelerini önlemek için"di.
Irak'taki Kürt muhalefet partileri firarilerin sayısını savaştan önce bile binlerce olarak tahmin etmekteydiler.14 Irak'ın yönetim organı olan Devrim Komuta Konseyi, ilticacıların kanlarının, çocuklarının ve diğer akrabalarının tutuklanmalarım emreden 11078 nolu kararnameyi yayınladı. Genel Kurmay'dan gelen gizli notalar ordudaki şüpheli unsurların sürekli gözetim altında tutulmalarını ve onların hassas merkezlerden uzaklaştırılmalarım emrediyordu. Bunlar birlik komutanlarını "askerlerin Kuveytli sivillere yiyecek sıkıntısından şikayet etme, hatta yiyecek karşılığı silah ve cephane verme gibi başlıca olumsuz tavırlarına" karşı uyarıyordu.
Rejimin Fantazileri, Muhalefetin Sağduyusuzluğu
Saddam, umut vermeyen bu temellerle isteksiz halkını harekete geçirmeye girişti. Irak vatanseverliğini tekrar yaygınlaştırarak onu, güçlü bir İslami coşku dozuyla zenginleştirdi. Bunu yaparken Arap dünyasındaki, Cezayir'deki İslami Selamet Cephesi'ni, Sudan'daki Hasan el-Turabi'nin Ulusal İslami Cephe'sini, Tunus'taki Raşid el-Gannuşi'nin en-Nahda'sını, Ürdün'ün Müslüman Kardeşler'ini ve diğerlerini de içeren İslami hareketler imdadına yetişti. O, kendisini İsrail'i tehdit edecek kadar güçlü ve kararlı tek lider olarak ilan ederek Araplar'ın coşkusunu alevlendirmeye çalıştı.15 Saddam Iraklılar'ı da, Batı'nın zarar göreceğine ikna etmek zorundaydı. Devlet Başkanı, müttefiklere 30.000-40.000 zayiat verdireceği umuduyla Iraklılar'dan ağır bir zayiat bedeli ödemeye hazırdı.
Savaş için geri sayım boyunca Saddam'ın fikri durumu ve şartlarla ilgili düşüncelerinin ana hatları derin bir spekülasyon konusu olmuştur. Önceki macerası boyunca Humeyni'ye karşı büyük bir zafer elde ettiği hususunda gerçekten ikna olmuş olduğu görülmekteydi. 1990 Ekim'inde Kuveyt içinde kıdemli subayların yaptığı gizli bir toplantının tutanakları; çoğunun, başkanı orada bulunca şaşırdığını göstermekteydi. Bu, Saddam'ın generallerine karşı güveninin eksikliğinin açık bir göstergesiydi. Toplantı esnasında Saddam Hüseyin Kuveyt'i işgal için ona Allah'ın emir verdiğini iddia etti. Saddam "Allah şahidim olsun ki, olanların gerçekleşmesini isteyen Tanrı'dır." diyordu. "Aldığımız bu karan Allah adeta hazır olarak sunmuştur... Bu karardaki payımız hemen hemen hiçtir."
Savaşın, müttefiklerin hava saldırısıyla başlayacağını tahmin eden Saddam, komutanlarına, "Yer altında hareketsiz olarak yalnızca çok az bir süre kaim. Eğer bunu yaparsanız, attıkları boşa gidecektir... Karada savaş bir başka hikaye olacaktır. Amerikalılar karada kuvvetlerini sizler kadar sağlam yerleştiremeyeceklerdir." diyerek tavsiyede bulunuyordu. Petrolün gücünün son tahlilde baskın geleceğini söylüyordu: "Dünya rezervlerinin % 20'sine sahibiz. Gözlerimizin hatrı için değil, ama petrolümüzün hatırı için müeyyideler kaldırılacaktır."16
Generaller onaylarını mırıldanmaktan başka bir şey yapamıyorlardıysa da, muhalefet de güçlü bir muhalif tavır ortaya koymanın zor olduğunu düşünüyordu. Hala ilk savaştaki vatansever duygunun gücünü ölçmedeki başarısızlıklarının yaralarını sarmaya çabalarken şimdi ibrenin diğer tarafa ne kadar dönmüş olduğunu bilmekten çok uzaktılar. Aynı hatayı tekrar yapmak istemiyorlardı. Hepsi de Kuveyt'in işgal ve ilhakım kınamıştı ve Irak'ın geri çekilmesini istiyorlardı. Saddam'ın yerinden edilebileceği umudunu hiç biri kaybetmemişti. Çoğu Batı'ya karşı Irak'ın yanında yer almazlarsa rejime muhalefet etmedeki moral doğrularını yitirecekleri endişesindeydi.
Hava savaşı başladıktan sonra (19 Ocak 1991) Beyrut'tan yayınlanan bir bildiride, Muhammed Bakır el-Hakim SAIRI'daki taraftarlarına, örgütünün askeri kanadı olan "Gönüllü Kuvvetler"e katılmalarını emretti ve İran'ın Irak sının yakınlarında üslenmiş olanlara "Birleşik Devletler'in saldırganlığı"na karşı durmaları talimatını verdi. IKP de ABD saldırganlığım kınadı. KDP lideri Mesud Barzani hem savaş seçeneğine, hem de Batı'nın askeri yığınağına karşı çıktı: Kürt partileri ve IKP'nin Kürt bölümü arasında bir koalisyon olan Kürdistan Cephesi, orduyu arkadan vurmamak için Kürdistan'da Irak ordusuna karşı tüm askeri faaliyetlerini durdurdu. Durum kitlesel bir ayaklanmaya hazır hale gelirken, muhalefet partileri bu tür bir şeyi beklemeyi bırakmışlardı.
Ayaklanan Halk
Saddam'ın gerçek "strateji" sinin Kuveyt'teki toplantıda özetlediğinin aynısı olduğunu farz edersek, -başka bir stratejinin varlığına dair hiç bir işaret yoktur- bu koskoca bir ahmaklıktır. İki veya üç gün süreceğini düşündüğü hava akını bir aydan fazla sürdü. İsrailliler karşılık vermedi. Avrupalılar kesinlikle Bush'la birlikte davrandılar. Saddam'ın çok güvenle beklediği kara savaşı hiç bir zaman gerçekleşmedi. Bunun yerine bozgun geldi. Irak ordusu emir verilmiş olsa bile savaşamadı. Ülke üzerinde yapılan tahribat tahayyül sınırını aşmıştı.
Bağdat radyosu yıkıntılar arasından savaşın "büyük bir başarı" olduğundan bahsediyor ve geri çekilmeyi "kahramanca" şeklinde nitelendiriyordu. Olaylar hakkında Bağdat'ın resmi yorumu Iraklılar'a el-Alameyn'de General Montgomery tarafından mağlup edilen bir İtalyan generalinin hikayesini hatırlatmaktaydı. O kuvvetlerinin tüm kıtalarının savaştan kaçmasına izin vermekle suçlandığında vakarla "Evet, kaçtık; ama arslanlar gibi." demişti. Irak silahlı kuvvetlerinin çok büyük ekseriyetini oluşturan genç köylü askerler için böyle bir benzetme hiç mümkün değildi. Onlar için kaçış tecrübesi el-Mutla'daki "ölüm vadisi"nde olduğu gibi katliamla bitmişti.17
Irak halkı bu kaosun ortasında diktatöre karşı gelmek üzere ayaklandı. Savaş alanındaki mahvedici bir mağlubiyetin sancısıyla, kendi harap ve sefil milletleri içerisinde bir zafer elde etme aşamasına geldiler.
Bu gerek çağdaş solculardan, gerekse geleneksel vaizlerden her muhalefet liderinin ilk Körfez Savaşı boyunca çağırmış oldukları "halk ayaklaması" idi. Sonunda çokları bunun olması umudunu tamamen terk etmişti ve bunu pratiğe dökmek için hiç birinin en ufak bir hazırlığı yoktu.
En yaygın muhalefet senaryoları, iktidar partisi ve güvenlik servislerinin politik olarak yalnız kaldığı ve yapısal olarak bozulduğu kriz anlarında aralıksız bir politik gösteriler silsilesini gerektiriyordu. Bu kitlesel protestolar halkı birleştirir, rejimi daha fazla yalnız bırakır ve ordunun halk tabakasını kendi tarafına çeker. Ancak bundan sonra en son olarak başkent için verilen bir savaşla neticelenecek silahlı ayaklanma safhası gelir.
Büyük bir teşebbüs, kadroları ve destekçileriyle geniş bir malumat toplama ağına sahip, gelişmelere karşı süratle tepki gösteren, bireylerin ve ordunun halet-i ruhiyesini dikkatle gözleyen ve birçok birimin vaziyet almasını ve hareketlerini planlayan etkili bir liderlik ister. Bu Irak ordusunun etnik, dini ve toplumsal parçalanmasının önüne geçecek, dengeli ve oldukça disiplinli bir liderliği gerektirir.
Kriz beklenildiği şekilde gelmedi. Askerlerinin üçte birini kaybeden ordu dağılmıştı. Daha da önemlisi halkın öfkesi, el-Mutla dehşetinden sağ kurtulan asker ve subayların geriye çekilmesi ile patladı. Ayaklanmanın ilk kıvılcımları, Basra'nın aşağı yukarı 60-70 km. güneyinde sünni şehirleri olan Ebu'l-Hasib ve Zübeyr'deydi. 1991 Şubatının son günü, Irak'ın Safvan'da General Schwarzkophf a resmen teslim oluşunun üç gün Öncesiydi. İsyan anında patladı ve diğer şehirlerde buna uydu: Basra, 1 Mart; Suk el-Şuyuh, 2 Mart; Nasıriyye, Necef ve Küfe, 4 Mart; Kerbela, 7 Mart ve daha sonra Ammara, Hilla, Kut ve güneyin her tarafı. Kuzeyde sıralama şöyleydi: Raniyya ve Çavar Kurna, 5 Mart; Hoy Sancak, 6 Mart; Süleymaniye, 7 ve 8 Mart; Halepçe ve Arabat, 9 Mart; Erbil, 11 Mart; Dohok, Zaho ve diğer küçük kasabalar, 10 Mart ve 13 Mart ve nihayet Kerkük, 20 Mart.
Tüm şehir ve kasabalarda neler olduğunu ayrıntılı olarak açıklamak mümkün değildi. Ancak, Iraklılar'ın illegal çeşitli yayınlarında nakledilenler her defasında aynı bir dizi olaydan bahsediyorlardı. Kitleler Saddam Hüseyin'i ve Baas idaresini tel'in için sokaklarda toplanır, sonra valiliği, Baas Partisi merkezlerini, gizli polis [muhebarat] binalarını, hapishaneyi ve şehir garnizonunu (varsa) zaptetmek için yürüyüşe geçerler. Diktatörün her posterine veya duvar resmine saldırırken halka ateş açılıyordu. Şehirler ayaklananların kontrolüne girerken isyancılar Baasçıları ve muhaberatı temizlediler.
Genel manzara buydu, fakat detaylar, bilinebildiği yerlerde çoğunlukla farklıydı. Bu tutarsızlıklar şartların son derece yeni olmasının ve iletişim eksikliğinin ve kısıtlı ulaşımın sonucu idi. Sadece yakın şehirler değil, aynı şehir içerisinde birbirine çok yakın semtler bile bir diğerinin mahallinde neler olduğunu bilemiyordu.
Hatta olayların ardından şimdi bile, ayaklanmalar için yapılan değerlendirme ihtiyatlı olmak zorundadır. Olayların elebaşlarının çoğu ya öldürüldü, ya da gizli kalmazlarsa ailelerine gaddarca davranılacağı endişesiyle şimdi Suudi Arabistan veya Irak'ta saklanmaktadır.
Özellikle ilk günlerde ayaklanmaların sorumluluğunu yüklenenler ehemmiyetleri muhalefet basını tarafından çoğunlukla gözardı edilen sıradan kalktı. Hatta durum daha da karmaşıktı; muhalefet partileri ilk günlerde şu veya bu ayaklanmanın başarısında hak iddia ettiler, fakat başarısızlık baş gösterince bu işi kitlelerin kendiliklerinden yaptıklarını söyleyerek kendilerini beri tuttular.18
Yaklaşık Bir Tablo
Bu problemlere rağmen, Irak'ı üç bölgeye bölen yaklaşık bir tablo ortaya koymak için yeterli deliller var: Şiilerin çoğunlukta olduğu güney bölgesi; Kürtleri ihtiva eden kuzey bölgesi ve Bağdat'ın kuzeyinden Dicle nehri boyunca batıda Musul'a, oradan da Suriye sının boyunca uzanan meşhur "sünni üçgeni"ndeki şehirlerle birlikte Bağdat ve çevresinin oluşturduğu ortadaki kesim. Her bölge sadece kendi etnik, dini ve toplumsal kimliğiyle değil, bizim sınıflandırmamız için önemli olan, siyasi bilinç derecesi, akan serbest bilgi miktarı, organizasyon yeteneğinin derecesi ve askeri güçler dengesi ile de birbirinden ayrılmıştı.
Güneyde, muhalefet partilerinin bir zamanlar ortaya koyduğu nazari ayaklanma senaryosu ters dönmüştü. Silahlı ayaklanma zincirdeki son değil ilk halkaydı. Zübeyr ve Ebu'l-Hasib'deki ayaklanmanın ardından, geriye kaçan kızgın askerlerin öncülük etmesi ve aynı derecede kızgın vatandaşların da arkadan gelmesi ile Basra'da silaha sarıldı.
Basra'da ayaklanma ateşini körüklemek için Zübeyr'i terkeden askerler arasında bulunan bir zırhlı araç sürücüsü Halil Cüveybur "Irak ordusu mağlubiyetin sorumluluğuna katlanamaz, çünkü savaşmadı. Sorumlu olan Saddam'dır." diye itham ediyordu. Bir subay Zübeyr ve Ebu'l-Hasib'teki ruh halini şöyle tasvir ediyordu: "Saddam 24 saat içinde geri çekilmemizi -fakat geri çekilen kuvvetlerin güvenliğini sağlamak için müttefiklerle resmi hiç bir anlaşma yapmadan- bildirdiğinde, bu çılgın serüvene son vermek için geri çekilmekte endişeliydik. Müttefiklerin bizi temizlemesini istediğini anladık: Cumhuriyet Muhafızları'nın önceden geri çekip emniyete almıştı. Hava saldırılarından sakınmak için tank ve araçlarımızı terk etmemiz gerekiyordu. Irak toprakları boyunca aç, susuz ve bitkin bir şekilde 100 km. yürüdük. Zübeyr'e geldiğimizde Saddam ve rejimine bir son vermeye karar verdik. Saddam'ın posterlerine ateş ettik. Geri çekilen yüzlerce asker şehre geldi ve ayaklanmaya katıldı. Öğle sonrasında binlerce olmuştuk. Vatandaşlar bizi destekledi ve gösteriler başladı. Parti binasına ve güvenlik merkezine saldırdık. Ayaklanma saatler içinde tam olarak 1 Mart sabahı saat üçte Basra'ya yayıldı."
Basra ayaklanması önceleri tanklar, silahlı araçlar ve kamyonlardan müteşekkil bir gücü, belediye sarayı, Baas Partisi büroları ve güvenlik merkezlerine saldırmak için biraraya getiren bir Irak subayı olan Muhammed İbrahim tarafından idare edildi. Basra halkının çok büyük çoğunluğu ayaklanmayı destekledi. Çarpışmalara aktif olarak katılanların çoğunun yaşları 14 ve 35 arasındaydı. Tannuma yakınlarında üslenen 24 nolu Mekanize Alayı da dahil olmak üzere hemen hemen tüm askerler katıldı. BATA ayakkabı şirketinin arazilerinin alt tarafında, belediye sarayının karşısında gizli bir hapishane buldular. Yüzlerce mahpus salıverildi. Mahkumlardan bazıları, 1979'da Irak cumhurbaşkanlığından zorla istifa ettirilen Ahmed Hasan el-Bekr'i kasdederek "Kahrolsun el-Bekr" diye bağırmaktaydı!
Basra'daki bu kendiliğinden ayaklanmanın olgun bir liderliği, bütün bir örgütlülüğü veya siyasi veya askeri bir programı yoktu. Birçok korkusuz asker Bağdat'a yürümek için bir plan olmadan ve ateşkes dışında Kuveyt'te olanlar hakkında henüz hiç bir bilgiye sahip olmayan diğer birliklerdeki subay ve askerlerle bir irtibat olmadan topların, tankların ve diğer silahların şuraya buraya dağılmış olması gerçeği karşısında dövünmekteydi. Gerçekten, ayaklanmayı bastırmak için gönderilen ilk subay beyaz bir bayrak kaldırdığında ve askerlerin safında yer almak için şehre girdiğinde aşağılandı ve kovuldu. Basra ayaklanması, Iraklılar'ın yaygın olarak ayaklanmalarının patlak vermesine yol açtı. Bundan sonra ayaklanacak olanlar Suk el-Şuyuh halkıydı. Albu Hiyam ve Albu Gassid'in aşiret reisleri tarafından yönetilen ve Havrü'l-Hammar aşiretleri tarafından desteklenen silahlı üç grup insan şehre saldırdı. Gerçekten bütün vatandaşlar sokaklara çıktı ve iktidar merkezleri için verilen savaşa katıldı. Hareketi ilk günlerinde, Milli Meclis'in bir üyesi ve eski bir Baaslı olan Abdul Şabaça yönetti.
Felaket Getiren Sloganlar
İsyan yaygınlaşırken şu açıklık kazandı ki, güneyin bazı vahim dezavantajları vardı. İlk olarak hala bazı Cumhuriyet Muhafızları'nın mevzilendiği ön savunma hatlarına yakındı. İkinci olarak gönüllü ordusu ayaklanma için hazır olmasına rağmen siyasi olarak bu olay olgunlaşmış değildi. Ve üçüncü olarak, ortadaki ilk başarının heyecanı içinde olan İslamcılar'ın yer alması ve tehlikeli bir slogan atmaları: Caferi (Şii) idaresi.
Ayaklanma, İran'da yaşayan Iraklı Şii muhaliflerin dikkatli bakışları altında cereyan etmekteydi. Muhammed Bakr el-Hakim takipçilerinin hem onun, hem de merhum Ayetullah Humeyni'nin resmini yukarı kaldırdıkları Hürremşehir'deki bir okulda SAİRİ karargahında Batılı gazetecilere, Irak halkının kendi hükümetlerini seçecekleri bir genel seçimden yana olduğunu, İslam rejimini zorla kabul ettirme gibi bir niyeti olmadığını ekleyerek söylüyordu. Irak'ın içindeyse, olaylar farklı telden çalıyordu. Bir zamanlar Saddam Hüseyin'in dev portrelerinin durduğu yerlerde İslami sloganlar ve posterler yükseliyordu.19
Ayaklanma sonrasında Basra ve Ammara'nın açık şehir olması ile Iraklı muhaliflerin sınırları geçip evlerine dönmeleri kolaylaşmıştı ve birçoğu ailelerini tekrar görmek için Nasıriyye, Ammara, Necef ve Kerbela'ya gelmişti. Birçoğu intikam doluydu ve sonuçta gereksiz birçok öldürme olayı gerçekleşti.
SAIRI'li askerler güneyde şehirleri ele geçiren güçlerin sadece bir unsuru olmalarına rağmen karar mercii gibi konuştular ve hareket ettiler. El-Hakim'in askeri yetkilisi "tüm Irak silahlı kuvvetleri teslim olmalı ve SAIRI'nin emirlerine uymalıdır. Bu şartlar dışında hiç bir hareket kabul edilmeyecektir; İran topraklarında faaliyet gösteren tüm partiler de el-Hakim'in emirlerine uymalıdır, hiç bir parti gönüllü toplamaya izinli değildir; meşru İslami düşünceler dışında başka hiç bir düşünce yayılmamalıdır...."20
Londra'da üslenen Dava Partisi lideri Dr. Muvaffak el-Rubai'ye göre, güneye geri dönenlerin el-Hakim ve Humeyni posterlerini taşımaları yalnızca intifadanın başarısızlığını getirdi. Çabalarını kutsal şehirler olan Necef ve Kerbela'da yoğunlaştırdılar, "fakat böyle yapmakla ayaklanmaya, sanki bir aile meselesiymiş gibi çok dar bir karakter verdiler."
El-Hakim, İslam devleti ihtimalinin Suudi Arabistan ve ABD bir yana, muhalefetteki diğer tüm müttefikleri (gerek Kürt, gerek Komünist veya Arap milliyetçisi olsun) için bir kabus olduğunu bilmeliydi. İlaveten, Irak'ta İslam rejimi düşüncesi toplumsal mücadele çağrışımlarını taşırken Saddam için bir yerli destek kazanma ve açıkça beyan edilmese bile örtük uluslararası sempatiyi tekrar kazanma fırsatı sağladı.
Farklı Manzaralar
Siyasi manzara kuzeyde farklıydı. Süleymaniye ön cephenin 1.000 km. daha fazla uzağındaydı, fakat milliyetçi ve solcu partilerle olan bağı, savaş alanında ne olduğunu bilme hususunda onu kuzeydeki birçok şehirden daha iyi bir konuma getirdi. Kürt kitleler ordunun mağlubiyetinin, müteakiben muhaberatın dağılmasının ve süratle yayılan ayaklanmanın manasını çabucak kavradılar. Bu, değerlendirilmesi gereken andı. Süleymaniye için mücadele Basra'daki isyanın bir kaç gün sonrasında patlak verdi. Uluslararası ve bölgesel negatif tepkiler -ABD'nin İran'ın müdahalesinden endişe etmesi, Ankara'dan yayılan alarm sinyalleri- hala deneme niteliğindeydi. Kürtler ikinci bir cephe açtılar ve bunu güneyli halktan daha büyük bir cesaret, marifet ve disiplin ile yaptılar.
Gerilim günlerdir artmaktaydı. Süleymaniye yakınında bir ilçe olan Raniyya'da güvenlik görevlileri asker kaçaklarını avlıyorlar ve silahlı çatışmayı provoke ediyorlardı. Gösteriler devam etti, polis ve güvenlik birimleri ateş açtılar ve siviller kendilerini savundular. Silahlı kitleler Raniyya'nın kontrolünü bir saat içinde ele geçirdiler, fakat istihbarat servisi süreç içinde 34 kişi kaybederek düşmeden önce bir sekiz saat daha direndi. Nihai olarak, Selahaddin Kuvvetleri (Kürtler onları caş [kelime olarak 'eşek' anlamına gelen bu kelime, aynı zamanda işbirlikçi Kürtler için kullanılıyor] olarak adlandırıyorlardı) halkın safına geçti. Çavar Qurna'da üslenmiş olan 24 nolu tümen isyancılara tek bir kurşun atamadı ve barış içinde teslim oldu. Peşmerge şehre yukarıdan bakan tepeleri işgal ederek isyancılara yardım etti.
Haberler, caş amiri Kasım Ağa tarafından desteklenen özel komando birliklerine karşı hummalı bir mücadelenin verildiği Hoy Sancak'a ulaştı. Şehrin ele geçirildiği 6 Mart gününe kadar iki gün geçmişti. Bazian ve Basloja hareketi sürdürdü. Süleymaniye'nin kendisi bir patlamanın eşiğindeydi. Binlerce asker kaçkını genç durumu tartışıyor, Saddam Hüseyin'i alenen eleştiriyor ve posterlerini yakıyorlardı. 6 Mart günü yetkililer bir sokağa çıkma yasağı ilan ettiler; (hafif silahlı araçların desteğinde) güvenlik ve ordu birlikleri şehirde devriye gezdi. Fakat 7 Mart'ta şehir, kadın ve çocukların en önlerinde yer aldığı göstericilerle doldu. Devletin resmi merkezleri bir bir ele geçirildi. Bahtiyari semtindeki Baas ve Halk ordusu komuta merkezleri için verilen mücadele saat 3'ten; (binanın yerle bir edildiği) akşam 7:30'a kadar sürdü. Daha sonra mücadele yeni güvenlik servisi müdürlüğünün bulunduğu Agari semtine çevrildi. Aralarında müdür Albay Halaf el-Hadisi'nin de bulunduğu 900'den fazla muhaberat yaklaşık 150 isyancıyla birlikte öldürüldü.
Aynı zamanda, Kürdistan'ın başşehri olan Erbil ayaklanma için hazırlanıyordu. Bu sefer gösterilerin zamanlaması Kürdistan Yurtseverler Birliği peşmergeleri ve komünistlerle koordineli olarak yapılmıştı. 11 Mart'ta silahlı kalabalıklar sokaklarda toplandı ve şehri üç saat içinde kontrol altına aldılar. Hoy, Çamcamal, Kifri, Agra, Tuz, Hurmati, Dohok ve kuzeyin diğer şehirlerinde zincirleme bir reaksiyon devam etti.
Güneydekinin aksine, bu silahlı ele geçirmelerin öncesinde, bazen günlerce devam eden ve açık politik sloganların atıldığı halk gösterileri yer almıştı: Irak için demokrasi ve Kürdistan'a otonomi. Kürtler geniş bir birlik oluşturma aşamasındaydılar. KDP lideri olan Mesud Barzani, Selahaddin Kuvvetleriyle yakınlaştı ve on binlerce kişi isyancıların safına katıldı. Barzani aynı zamanda Kürdistan'da konuşlanmış altı düzenli ordu tümeninden birçok yüksek rütbeli komutan ile samimi kişisel ilişkiler kurdu. Peşmergeler, gönüllü ordunun geri çekilen bölümünün güneyde gerçekleştirebildiğinden daha tedbirli bir rol oynadı. Peşmergeler bir şehrin ele geçirilmesine yardım ettikten sonra, şehrin kontrolünü seçilmiş yerel idarelere bırakıp çekilebilirlerdi. Bu hareket üç farklı mesaj vermektedir: Birincisi, şehirler dışarıdan değil, içeriden kurtarılmıştır; ikincisi askeriyenin gururu yaralanmamalıdır; ve üçüncü olarak da Türk hükümeti Kürtler'in bağımsızlaşmasından korkmamalıdır. Bu tahrikler ayaklanmanın, Bağdat'tan üç saat uzaklıktaki petrol şehri Kerkük'e kadar yayılması esnasında işe yaramıştı.
50.000'den fazla asker birliklerini çatışmaya girmeden terketmiş ve Kürtler'in yaşadığı şehirlerin sokaklarında sevgiyle karşılanmış, Kürt ailelerince yedirilmiş ve barındırılmıştı. Ayaklananların silahlı hareketleri yalnızca güvenlik görevlilerini ve Baasçı kadronun önde gelen üyelerini cezalandırmayla sınırlı tutuluyordu. İntikam saldırıları her yerde engellenemiyordu. Çünkü halk kızgınlığını ifade etmek için uzun süredir bu anı bekliyordu, ama misillemenin boyutu güneyde olduğundan daha küçüktü.
Olmayan Ayaklanma
Ülkenin orta kesiminde neler olmuştu? Bağdat'taki kitlelerin, aralarında hiç bir askeri veya örgütsel uyumluluk bulunmayan ve geniş körfezin birbirinden ayırdığı aralarında açıkçası hiç bir siyasi, askeri veya organize uyumun bulunmadığı kuzey ve güney arasında bir köprü görevi görmesi uzun sürecek bir başarı için elzemdi. Fakat ayaklananlar hayal kırıklığına uğratılacaklardı. Bağdat işlevsiz ve sessiz kalıyordu.
Önemli bir faktör bilgi akışı, daha doğrusu bilgi eksikliği idi. Bırakın ülke içinde seyahat etmeyi, başkent içinde bile yolculuk etmek çok zordu. Haberlerin yayılma hızı çok yavaştı. Cephedeki gerçek durum Basra'da ve hatta Süleymaniye'de bilindiği kadar bilinmiyordu. Solcu birisine göre, Basra'da bir ayaklanmanın gerçekleştiğinden emin olabilmeleri için tam beş gün süren bir araştırma yapmaları gerekmişti.
Hatta bu ayaklanma da garip bir pasifizm türü ortaya çıkarmıştı: Bağdatlılar başkaldırının kendilerine kadar ulaşmasını bekliyorlardı. Bu yanlış beklenti bazı muhalefet liderleri tarafından cesaretlendiriliyordu. Bunların en barizi önce Musul'a daha sonra Bağdat'a saldırmayı düşünen Talabani idi. Ayrıca el-Hakim radyo ile ayaklanmanın yolunda gittiği haberini yayınlıyordu. Daha sonra Irak'ı terk eden en az bir düzine Bağdatlı'yla yapılan söyleşiden anlaşıldığına göre muhalefet liderleri tarafından Tahran radyosundan veya BBC ve diğer kanallardan verilen haberler abartılıyor, bazen de asılsız oluyordu. Bir muhalif, kitle huzursuzluğuna dair her haber parçasını tetkik edebilmek için Bağdat çevresinde mesela Kadimiyye veya Sevra semtlerinde (çoğunlukla Şiilerin oturduğu fakir bölgeler) gezdiğini, bunun için çok çaba sarfettiğini söylüyordu: "Belirtilen yerlere her gidişimde hiç bir şey bulamıyordum." diye şikayet ediyordu.
Bunlara rağmen pasifizmin temel nedeni başkentte örgütsel yapıların eksikliğiydi. İran ile olan geçirgen sınırlarından Ammara, Basra ve Nasiriyye şehirlerine geçiş kolaydı. Kürtler, en zor olduğu zamanlarda bile şehirlerine girip çıkabiliyordu. Fakat Bağdat, talihsiz bir istisnaydı. Sadece üç parti teorik olarak boşluğu doldurmuştu. Komünistler, Dava ve Suriye yanlısı Baas partisi. Ancak komünistler kendilerini Kürdistan dağlarına hapsettiler ve kendilerini Kürt meselesiyle özdeşleştirdiler. 1980'den 1989'a kadar kendilerini Irak şartlarında çok az etkili olan bu silahlı mücadele biçimiyle sınırlandırdılar: Guevera tipi taşradan kente seçkin sınıf mücadelesi. Şehirlerde silahlı birlikler oluşturulmasına ilişkin her fikir sapma ya da karşı devrimcilik olarak nitelenip terk edilmiştir. Bağdat'ta çeşitli birimler oluşturmak amacıyla girişimde bulunmadılar. 1988'de gerilla merkezleri tahrip edilip, kırsal kesimdeki mücadelelerine son verince muhalifleri derhal, silahlı mücadelenin anlamsız olduğu ve en iyi yolun rejimle anlaşma yapmak olduğu hükmünü verdiler.
Dava, yer altı ağları kurabilecek güce ve tecrübeye sahipti, fakat Allah'a güvenmenin İran tanklarına güvenme anlamını taşıdığı şeklindeki riayetkar bir İslami inançla sarhoş olmuş ve kendisi önemli hazırlıklar yapmamıştı. Suriye yanlısı Baasçılar da, Şam'dan gelecek tankların kendilerini bir gün Bağdat'a götüreceğine dair benzeri bir beklenti taşıyorlardı. Sonuçta Bağdat'ın dört milyon insanına mesaj verecek tek bir lider yoktu. Bunlara ek olarak, güneyden yükselen radikal İslami sloganlar endişeye neden oluyordu. Bir Şii muhalif, ayaklanma basan kazandığında gelecek gelişigüzel misillemelerden korkan Sünni akrabalarının korunmak için kendi evine nasıl sığındığını anlatıyordu. Bu korkular nadir değildi. Ve Saddam'ın kendi konumunun özellikle "Sünni Arap Üçgeni" bölgesindeki çekingen alanlarda daha da pekişmesine yardım ediyordu.
Bu Bağdat'taki ataleti belki kısmen açıklayabilir. Herhangi bir ayaklanmanın başarı şansının niçin küçük olduğunu açıklayan iki faktör daha vardır, Birincisi, rejim güvenlik çabalarını başkentte yoğunlaştırmıştı. İkincisi, savaşın patlak vermesinden önce yaklaşık bir milyon Bağdatlı'nın tahliyesi.
Hepsi Susturuldu
Başkentin yardımından yoksunluk ve örgütsel, taktik ve siyasi koordinasyon eksikliği yüzünden, ayaklanan şehirler bir bir düştü. Güneydeki bazı şehirlerin bir kaç defa el değiştirdiği doğruydu, ama sonunda hepsi susturuldu.
Irak ordusu kalıntılarının rejimi kolayca koruması muhalefet liderlerini şaşırttı. Fakat aynı zamanda, Amerika'nın Irak askeri tehdidini bölgesel planda azaltmakla ve bu yüzden ayaklanmada önemli rol oynayan, geri çekilen birliklerin bombalanması üzerinde yoğunlaşmakla ilgilendiği gerçeğini anlamalarına yol açtı. Bu birlikler Saddam Hüseyin tarafından potansiyel tehlike olarak görülen birliklerin ta kendisiydi.
Irak birliklerinin yarısı Kuveyt sahası içinde ve çevresinde konuşlanmıştı. Sadık olan diğer yarısı dört gruba bölünmüştü: Biri, Kürdistan'daydı (çoğunlukla savaşmadan teslim olmuştu); bir başkası Musul'daydı (altı tümen); bir diğeri Bağdat içindeki herhangi bir teşebbüsü boşa çıkarma görevi ile Tikrit'teydi; ve sonuncusu güneyden kaynaklanacak herhangi bir teşebbüse engel olmak için Bağdat'ın içindeydi.
Kral Faysal 1930'larda, "Irak ordusu aynı anda iki ayaklanmayı bastıracak kadar güçlü olmalıdır" diyordu. 1991 yılına gelindiğinde Saddam kuvvetlerini, en azından birinin askeri bir isyana kalkışacağını tahmin ederek kuzeyden, güneyden ve başkent içinden gelecek üç yönlü bir tehditi karşılayacak şekilde düzenlemişti. BBC muhabiri John Simpson From the House of War [Savaş Ülkesinden]'de, savaş arefesinde Tikrit'in manzarasına olan şaşkınlığını şöyle açıklıyor: Ön cepheden uzaklığı 1000 km'den fazla olmasına rağmen, kelimenin tam manasıyla bir kale idi. Kısacası Irak'ın savaş öncesindeki güvenlik önlemleri daha çok iç düşmanlara yönelikti.
ABD'nin sürdürdüğü nicel yaklaşım tam tersine, rejimin hesaplarının dumura uğramasına neden olmadı. Irak ordusunun mağlubiyeti halk ayaklanmasının patlak vermesine neden olduysa da, bu mağlubiyete uğrama şekli de ayaklanmanın altını kazıyordu. Bozgun Saddam'ı ordusunun en belalı kesiminden kurtarıyordu ve sadık çoğu tümenini koruyordu.
Başlangıçtan itibaren Batı ve Arap medyasının verdiği Şii karakter (kelimenin tam anlamıyla), bazı Şii liderlerin akılsızca mübalağaları ile daha da ziyadeleşti. İlaveten, çoğu Baasçının gereksiz yere intikam için öldürülmesi -kuzeyde kısmen ve güneyde büyük oranda- parti kadrosunun çoğunluğunu Saddam Hüseyin'in arkasında topladı. Bu rastgele öldürmeler Baasçılara, canlı değil ölü olarak arandıkları yönünde açık bir mesajdı ve beklendiği gibi sonuna kadar direndiler.
Muhalefet güçlerinin görevi yalnız Baasçıları değil, Tikritlileri de bölmekti. Tikriti kabilesi sadece devlet, parti ve güvenlik teşkilatı liderlerini ve anahtar kadrosunu değil, aynı zamanda, sayıları 2000 kadar olan yüksek ve orta dereceli subayları da sağlamaktaydı. Başlangıçtaki büyüklüğünün üçte birine inmiş bir ordu içinde bu Tikriti eliti belirleyici çekirdeği oluşturuyordu. Siyasi bağlara ilaveten, ekonomik çıkarlar ve ideolojik bağlar, akrabalık bu gruba hemen hemen bütüncül bir karakter verir. Ancak siyasi farklılıklar bazı çatlaklara neden oldu, Cumhurbaşkanı Ahmed Hasan el-Bekr'in 1979'da Saddam Hüseyin tarafından yerinden edilmesi veya 1989'da Saddam Hüseyin'in üvey kardeşi ve Savunma Bakanı olan Adnan Tilfah'ın öldürülmesinde olduğu gibi. Bu bölünmeleri artırmak ve bunları anlamlı aktif bir siyaset içinde kullanmak tüm muhalefeti bekleyen en önemli vazifelerdendi.
Irak'ın bölgesel komşuları (elbette İran dışındaki) ve ABD için durum başlangıç noktasına, İran'ın devrim ihracına yöneldiği 1980'e geri dönmüştü. Bu tehditi yok etmek için sekiz yıl süren bir savaş yapılmıştı. Şimdi ikinci bir savaş, ortaya çıkan sağlıksız büyüme ve yeni dengesizliği bertaraf etmek için yapılıyordu. İslam kabusu bölgesel ve uluslararası tavırları değiştirdi. Belki de isyancıların, Qattan'a göre, Nasıriyye'de nehrin karşısında ABD kontrolündeki Irak silahlarına ve cephaneliğine ulaşmasının engellenmesinin nedeni buydu.
Irak ayaklanmaları kendi iç çelişkileri ve özellikleri nedeniyle, İran'ın işe yaramayan tek yanlı desteği dışında uluslararası veya bölgesel, mühim sayılabilecek her türlü destekten mahrum kaldı. Orta Doğu'daki yönetici elit kesimin çoğunluğu için "demokrasi" kavramı Saddam'ın tanklarından daha tehlikeliydi, ancak Irak ayaklanması, hem Arap muhalefeti, hem de Arap idarecilerinin ortak bir şekilde hoş karşılamadığı ilk halk ayaklanması idi. İdareciler çokça zikredilen devrimci ateşin yayılmasından korkuyorlardı. Muhalefet kendilerinin dışa dönük, Batı karşıtı milliyetçi duygularından bir sapma olacağından korkuyordu. Bu sapmanın niçin bu kadar geniş, bu kadar zıt olduğu, ayrı bir inceleme konusudur.
Ayaklanmalar kanla boğuldu. Dünyanın gözleri önünde gerçekleştirilen kısa, kitlesel infazlar Irak'ın hala şaşkınlık verici bir terör ülkesi olduğunu gösteriyordu. Ancak Arap solcuları ve sevgi dolu liberaller katledilen bir milletin çığlıklarına kör gözlerini ve sağır kulaklarını çeviriyorlardı. Demokratik bir gösteri korkusunun etkisi Arap idarecileri ayaklanmalardan soğuttu. Fakat Arap ve daha geniş haliyle uluslararası solun pasifliği anlaşılmaz idi. Onların hayati hatası Irak halkının demokrasi istemini gözardı etmekti. Bu, barış ve demokrasinin inisiyatifini ABD ve diğer Batılı güçlerin ikiyüzlü müdahalelerine terketmekti. ABD entrikalarının ve gizli işlerinin haklı olarak lanetlenmesi, Irak halkının meşru demokratik özgürlük hakkının ve onların barış ve savaş meselelerine karar verme hakkının savunulması ile tamamlanmalıydı.
Dipnotlar:
1. Sadece iki makam kesin rakamlara sahipti: Şia'yı sınır dışı eden Irak güvenlik teşkilatı ve onları (yolda ölenler hariç) kabul eden İranlı yetkililer. Bu rakamlar İran'dan gelen ve gittikçe artan rakamlara dayanan bir ortalamaydı. Irak muhalefet grupları daha da yüksek rakamlar veriyorlar. 1982 ilkbaharında İran'da yürüttüğüm bir araştırma benim bunun ılımlı bir rakam olduğuna inanmama yol açtı. İlk başta İran'a sürülen yaklaşık 40.000 kişi daha sonra Suriye'ye yerleşmişti.
2-1982 ilkbaharında Tahran'da Müderrisi, Muhammed Bakır el-Hakim ve diğerleriyle yapılan röportajlar. Materialism and Modern Islamic Thought, [Materyalizm ve Modern İslami Düşünce], (Beyrut, 1985) adlı kitabımın ikinci baskısına bakınız.
3-Çağdaş Irak yazarlarından Hasan Alavi, Vamiz Ömer Nazmi ve Kerim el-Izri; Pan-Arap düşüncesinin Osmanlı'nın İran ve dolayısıyla Şia karşıtı konumuyla birçok ortak noktaya sahip olduğunu belirttiler. Nasıl ki, Şiilik bir zamanlar, Osmanlı tarafından Safevi ve Kaçar hanedanlarının bir uzantısı olarak görüldüyse şimdi de çağdaş Iran devletinin bir uzantısı olarak görülmektedir.
4-IKP'nin Genel Sekreteri Aziz Muhammed'in IV. Parti Kongresi Dökümanları'ndaki konuşmasına bakınız, (tarihsiz), s. 93.
5-Bu akımın ünlü şahsiyetlerinden birisi de, Problems of Revolution and Defence of the Nation [Devrimin Problemleri ve Milli Müdafaa], (Şam, tarihsiz), isimli kitabın yazarı kıdemli komünist Zeki Hairi'dir. Hairi, parti içinde kalırken diğerleri ayrıldılar ve Communist Tribüne adlı aylık dergiyi çıkardılar. Grup daha sonra hemen hemen tümüyle dağıldı ve kilit şahsiyetlerinden epeycesi Bağdat'a döndü. İkinci Körfez Savaşı'nda genel olarak aynı ortak tavrı aldılar.
6-Daha fazla detay için, Victoria Britain (der.) içindeki, The Gulf Betujeen Us, [Aramızdaki Körfez] isimli makaleme bakınız, (Londra: Virago Press, 1991).
7-IKP Yıllık Toplantı Raporu, Mart 1989, s. 27-32.
8-Zeki Hairi ve karısı Suad Hairi, milletvekilleri ve muhabirlerden oluşan bir kalabalık eşliğinde liderlerinin Ankara'ya dönüşünde olduğu gibi Türk Komünist Partisi modeli temelinde Bağdat'a bir dönüş yapmak için çaba gösteriyorlardı.
Diyalog kanalları, eski Sulama Bakanı ve IKP Merkez Komitesi eski üyesi olan, 1979 başlarında Baas-Komünist birliğinin çökmesinden bu yana Bağdat'ta açıkça ifade edilmeyen bir ev hapsinde yaşayan Mükerrem Talbani tarafından açıldı. Kürtler uzlaşmayı desteklediler, komünistler daha tedbirliydiler.
Muhalif güçler arasında rejim karşıtı bir diyalog da vardı. İslami hareketler demokrasi, milliyetçilik, laiklik ve hatta vatanseverlik kavramlarının ideolojik temellerini reddettikleri için süreci ertelediler. O zaman Saddam Hüseyin bir reform paketi önerdi, fakat uygulamaya koymadı: Ekonomik liberalizm ve çok partili sistem. Fakat kendisi ömür boyu başkan olarak seçilmişti. Muhalefetin bu dönemdeki fikri durumu hakkında bkz.: Rahim Ajina ve Fahri Kerim el-Sakafetü'l-Cedide (1991).
9-IKP liderliğinin, dışarıdaki üyelerinin bir kısmı tarafından ABD işgaline karşı sıkı bir tavır göstermemekle eleştirilirken, ülke içindeki üyeleri tarafından (gerek dağlardaki, gerekse yeraltı şebekelerindeki) daha şiddetli bir şekilde müttefiklere karşı olması ve rejimin acilen devrilmesi ihtiyacını unutması yüzünden eleştirilmesi görülen acaipliklerdendi. Sapma umumiydi. İsimlerini izinleri olmadan zikredemeyeceğim IKP liderleri, röportajlarda bunu teyid ettiler. Ateşkesten bu yana ülkeden kaçan başka Iraklılar'ın mektup ve röportajları bu görüşü destekliyor.
10-Bu bilgi Muhammed Bakır el-Hakim'in Londra merkezli Arap gazetelerine gönderdiği bir mektupta ve bir IKP yayınında yer alıyordu. Irak İçişleri Bakanlığı, bildiriler yazdıklarını ve diğer öğrencileri tehdit ettiklerini itiraf eden ve yaygın adıyla "Kara El Çetesi" mensubu olan bir düzine veya daha fazla öğrenci ile yapılan röportajları, Bağdat televizyonunda yayınlayınca bu haberi istemeyerek teyid etti.
11-Albay Ahmed Zübeydi, "Irak Silahlı Kuvvetlerinin Yapısı", el-Sakafetü'l-Cedide, No.: 237'den alınmıştır (Kasım 1991).
12-Saddam Hüseyin savaş arefesinde silahlı kuvvetler içinde çift kutuplu bir denge kurdu. Genel Kurmay Başkanlığı, Hava Kuvvetleri Komutanlığı ve Askeri Endüstri Bakanlığı Tikritliler'in elinde kalırken -General Hüseyin el-Raşid, Mezahim Sa'ib ve Hüseyin Kamil-; Savunma Bakanlığı ve Cumhuriyet Muhafızları Komutanlığı Tikritli olmayan Marşa Sa'di Turna Abbas el-Ceberiye ve General Muknifel-Ravi'ye verildi. Askeri Siyasi İstihbarat ve Güvenlik Teşkilatı, Saddam'ın üvey kardeşleri olan Sab'avi, Vatban ve Barzan tarafından yönetiliyordu. Güçlerin bu şekilde bölünmesi, iktidarı elde etmeye yönelik her çabayı iki kutbun işbirliğine bağlı kılıyor veya hiç muhtemel görünmese de, birinin etkisizleşmesini sağlıyordu. Mağlubiyetten sonraki seçenek içerdeki aileye güvenmekti.
13-Bu bilgiler, Londra'da sürgün yaşayan eski seçkin bir asker olan ve hava seferlerinin başlamasından çok kısa bir süre sonra ölen merhum Salim el-Fahri'nin verdiği haberlere dayanmaktadır.
14-Sayısız Irak askeri ve subayı ölüm cezası riskini göze alarak bir çıkış bulmak için muhalif güçlere, sürgündeki akrabalarına ve arkadaşlarına mektuplar gönderdi. Nakledilenlerin boyutu çok büyüktü aslında ve ayrı bir çalışmayı gerektirir.
15-İhtilaf içindeki politik İslam'ın rolü hakkında daha fazla bilgi için benim "Körfez Savaşı ve İdeoloji: İslam'ın İki Uçlu Kılıcı" başlıklı makaleme bakınız; H. Bresheeth ve N. Y. Davis'in birlikte derledikleri The GulfWar and the New World Order, [Körfez Savaşı ve Yeni Dünya Düzeni], (Londra: Zed Press, 1991),
16-Londra merkezli Arap gazetesi el-Hayat (9 Haziran 1991)'da metnin aşağı yukarı tam bir versiyonunu ve The Guardian (10 Haziran 1991)'da daha kısa bir versiyonunu yayınladım.
17-Victoria Brittain'in The GulfBetween Us isimli kitaba yazdığı takdim yazısına bakınız, s. x.
18-Bu, örneğin IKP Politbürosu üyesi Fahri Kerim'in ayaklanmanın bitmesinden kısa bir süre sonra Londra'da bir konferansta iddia ettiği şeydi. Dün düşmanları olan insanlarla görüşmek üzere Bağdat'a giden Kürt liderler Kuzey'deki ayaklanmaları halkın kendisinin yaptığını ve sorumluluğu üzerlerine almaları gerekenlerin de bunlar olduğunu söylüyorlardı.
19-Newsweek, 1 Nisan 1991.
20-Kararnamenin bir kopyası 175 nolu (13 Mayıs 1991) IKP Enformasyon Bülteni tarafından temin edilmiştir. Haftalık el-Badil el-İslami (İslami Alternatif), tam metni 9 Mayıs 1991 tarihli nüshasında yayınladı.