Maliki diktatörlüğüne muhalefet ortak paydasında güçlerini birleştirerek Musul sonrası süreci başlatan intifada ruhunun beraberinde getirdiği yeni Irak tablosu gün geçtikçe daha da netlik kazanıyor. Bu sürecin birçok kesim açısından doğurduğu fırsatlar var. Bu nedenle Irak istisnasız herkesin gündeminde. Kim ne derse desin mevcut Irak tablosu en azından mağdur Sünni kesim açısından düne oranla daha iyi ve umut verici. Sürecin birçok kazananı ve kaybedeni olmakla birlikte burada en temel aktörler olan Maliki ve Sünni aşiretler açısından bakıldığında tablo gayet net: Mevcut Irak tablosunun kaybedenlerinin başında Maliki despotu geliyor, kazananlar arasında ise Sünni aşiretler başı çekiyor.
Irak Tablosunun Kazananları: Mağdur Sünni Aşiretler ve İntifada Ruhu
Irak'ta son süreçte baş gösteren gelişmelerin tek yönlü, yanlı ve salt IŞİD'e indirgenerek okunduğu bugün daha iyi anlaşılıyor. Ülkede son birkaç yıldır tesis ettiği mezhep diktatörlüğüyle muhaliflerine kan kusturan Maliki despotunun iktidardan tasfiyesi, üzerinde pek durulmamakla birlikte, bunu kanıtlayan çok somut bir kare aslında. Irak'ta bir diktatörün daha tarihin çöplüğüne gönderilmesi öyle azımsanacak, geçiştirilebilecek türden bir gelişme değil. Ama gel gör ki Irak'ta olup biteni salt IŞİD öcüsüyle görmeye şartlananlar bu gelişme karşısında hiç de oralı olmamakta. İşin can sıkıcı yanıysa bu grup içerisinde İslamcıların genelinin de yer alması. Hâlbuki zaafları her ne olursa olsun sonuçta mustazaflar eliyle bir diktatörün devrilmiş olması hadisesi sevinç ve heyecanla karşılanmayı ve Allah'a binlerce kez hamd etmeyi gerektiren bir olgudur.
Irak'ta Musul'un işgaliyle zirve yapan olayların tez zamanda durulacağını hele de Maliki'nin iktidar koltuğundan alt edileceğini hiç kimse beklemiyordu. Maliki'nin gidişi sonucunda ülkede siyasal istikrar umutları bu kısacık zaman zarfında filizlendi. Direniş koalisyonunda ağırlıklı yer kapan Sünni aşiretler önemli oranda bu yeni sürecin içerisinde yer alan en dinamik aktörler konumunda. Bu nedenle “Irak Baharı”nın Sünni aşiretler açısından beklenen sonucu kısmen de olsa doğurduğu söylenebilir. Ama tıpkı olayların yeni gelişimi döneminde de olduğu gibi gözü IŞİD'den başkasını görmeyenlerin anlaşılan ufku yine daralmış vaziyette. Bunlar, Maliki despotunun alaşağı edilmesinde somutlaşan Sünni intifada güçlerinin başarısını yine es geçmekte, bu kez de IŞİD'in Kürt bölgelerine yönelik saldırılarına kilitlenmişliğin getirdiği karanlıkta bocalamaktadırlar. Bu bocalama içerisinde İran’ın anti-emperyalist retoriğinin ve Suudi Arabistan’ın görece anti-İran tutumunun ne oranda tutarlı olduğunu muhasebe eden ise neredeyse yok! Varsa yoksa “IŞİD tehdidi”. Irak’taki gelişmeleri salt “IŞİD tehdidi” penceresinden okuyanlar nezdinde Maliki despotunun tasfiye edilmesi bir anlam ifade etmediği gibi, “IŞİD tehdidi” de her türlü kirli ittifakı, tutarsızlığı ve ahlaksızlığı adeta mubah kılmaktadır.
Çöküşün Başlangıcıdır Bazen, Yükselişin Zirvesi!
Irak tablosuna bakıldığında sürecin açık kazananlarından birinin de IŞİD olduğu su götürmez bir gerçek. Bu gerçekliğin tespiti tabloyu adilce değerlendirmek açısından gerekli. Evet, süreçten IŞİD güçlenerek çıktı. Bu doğru. Peki, sürecin öne çıkardığı IŞİD bunun hakkını veriyor mu? Maalesef hayır!
Irak’ta Maliki diktatörlüğü ve arkasındaki koalisyona karşı haklı tepkisi olan kesimlerin önemli bir kısmıyla koalisyon oluşturarak Musul sonrası süreci başlatan IŞİD, sürecin ilk etapta kazananı olmuştur. Ama bu yükseliş daha aradan iki ay geçmemişken örgütün attığı bir dizi adımın da tetiklemesiyle onun açısından adeta çöküşün de başlangıcı olmuş vaziyettedir.
Öncelikle dar zihniyet dünyası ve bundan neşet eden mücadele metoduyla ümmet coğrafyasındaki İslami hareketlerin haklı tepkisini çeken; ne bunların, ne batıda mukim Müslümanların ve ne de içerisinde yaşadığı toplulukların maslahatını gözetmeyen IŞİD’in bu iktidarlaşma döneminde köklü bir özeleştiri vermesi gerekiyordu. Ama gel gör ki, örgüt bu bağlamda hiç de oralı olmadı, olmamakta. Bu da bir yana zaten kendini aşırı önemsemenin getirdiği kibri bir de iktidar veya güçle buluşunca daha fazla muhataplarına hissettirmeye başladı. İkinci olarak beraber yaşadığı Iraklı topluluklara güven vermesi gerekiyordu ki, bırakalım toplumun kahir ekseriyetini, beraber koalisyon oluşturduğu Sünni aşiretler vb. kesimlere bile bu güveni vermedi. Bu bağlamda örgütün Suriye’deki sicilinin alabildiğine kirli olduğu ise zaten izaha gerek bırakmamaktadır.
Başta ABD olmak üzere küresel istikbar güçlerinin kısmi müdahaleleri bir tarafa, örgütün daha aradan kısa süre geçmeden tek yanlı olarak ilan ettiği “hilafet”, devrimin öncelikli hedefi olarak Maliki rejimi veya Bağdat’a yönelmesi gerektiği yerde koalisyonun bu hedeflerine ihanet edercesine Sünni güçlerin doğal müttefiki pozisyonunda olan Türkiye ve Irak Kürdistanı ile giriştiği sürtüşme ve sonrasında çatışma örgüte kan kaybettirdi. Bütün bunlar sonucunda kendisiyle ittifak edilen Maliki karşıtı koalisyonun diğer ortakları tarafından IŞİD’in yalnız bırakılması gecikmedi. Öyle ki şimdi bu koalisyonun bazı unsurları IŞİD ile açıkça çatışmaya girerken diğer bir kısmı ise Maliki’nin tasfiyesi üzerine oluşan yeni hükümetle yakınlaşmayı ve örgütle arasına mesafe koymayı tercih etmiş vaziyettedir. Zaten Maliki despotizmi karşısında IŞİD’le koalisyon oluşturmaktan gayrı başka seçeneği kalmamış bu unsurların IŞİD ile giriştiği ittifakın geleceğinin pek de olmayacağı açıktı ama söz konusu ittifakın bu kadar da hızlı çökeceğini herhalde kimse beklemiyordu.
IŞİD açıkçası Irak’tan daha fazla Suriye ile ilgili oldu. Nitekim halen de öyle. Büyük bir ihtimalle Irak’ta devşirdiği güç ve bu cümleden olarak ağır silahlarla Suriye cephesini takviyeye yöneldi. Nitekim ilk Amerikan hava saldırıları sonrasında “Halife Bağdadi”nin Suriye’ye nakledildiği iddiası da dolaşıma girdi ki, bu uzak bir ihtimal değil. Amerika ve İran olayların başladığı ilk günden itibaren bağımsızlık iştahı kabaran Barzani ve Sünni aşiretler üzerinden sürecin arkasında duran Türkiye hükümetini Maliki ile devam demeye ikna etmeye çok çalıştı. Ancak ne Barzani ne de Türkiye hükümeti bu çağrılara olumlu cevap vermedi. Çeşitli gelecek senaryolarının tedavülde olduğu o günlerde Türkiye hükümeti ve Barzani’nin açık tutumu ilkesel olarak Irak’ın birliği yönündeydi. Ama bunun koşulu da Maliki’nin tasfiyesi ve başta Kürtlerle, ayaklanmış Sünniler olmak üzere mağdur kesimleri de kuşatacak adil bir hükümetin tesis edilmesiydi. Gerek İran gerekse de ABD’nin ilk günlerde Maliki ile devam yönünde ortaya koyduğu ısrar dikkate alındığında IŞİD’in özellikle de Kürt hükümetinin kontrolündeki bölgelere karşı giriştiği işgal siyasetinin bölgede ABD-İran inisiyatifine taze kan pompaladığı söylenebilir. Nitekim IŞİD yalnızlaştı; İran, Sünni aşiretlerin IŞİD’le aralarına mesafe koyması koşuluyla Maliki’nin tasfiyesine razı oldu ve kuşkusuz Suudi Arabistan da bu süreçte rol oynadı.
Sonuç olarak Maliki despotunun tasfiyesi elbette her şeyden önce Sünni aşiretlerde ifadesini bulan intifada ruhunun başarısıdır. Sonra mevcut hükümet zıtlar denilen ABD-İran-Suudi inisiyatifinin Irak’a biçtiği gelecek senaryosunun tezahürüdür. Barzani her ne kadar istemese de özellikle IŞİD’in bölgeye yönelmesiyle beraber sürece dâhil olmak durumunda kaldı. Dolayısıyla şu anki Irak’ta bir yandan Sünni aşiretler ve Kürtlerden de koşullu destek alan görece daha kucaklayıcı yeni bir hükümetin tesisi, bir diğer yandan da IŞİD tehdidini bertaraf etmek üzere bölgesel ve küresel çapta oluşan geniş bir koalisyonun oluşumu söz konusudur. Bu bağlamda süreçten Maliki rejiminin bir numaralı mağdur kesimi Sünni aşiretler görece kazançlı çıkmış gibi. Gittikçe daha da yalnızlaşan IŞİD’in ise bölgede geleceği yok. Ama bununla birlikte kendini var etmek için her türlü aracı mubah gören ve kendince elde ettiği kazanımları kolay kolay elden çıkarmayacak bir örgütten bahsediyoruz. İstenmese ve siyasal olarak meşruiyeti mümkün olmasa da bu örgütün Suriye ve Irak’ta yarınlarda da kaos ve istikrarsızlığın temel faktörlerinden biri olmaya devam edeceği muhakkak. Maalesef bölge ve dünya Müslümanlarının maslahatından ziyade bu örgütün taban düzeyindeki olanca samimiyet ve bağlılığına rağmen zihniyet yapısı ve tarz-ı hareket itibariyle daha ziyade İslam düşmanlarına katkı sağladığı ve direniş olgusu üzerinde oluşturduğu tekelle intifada ruhunu zedelediği daha iyi anlaşılmakta. Devlet kurmanın öyle “Ben yaptım, oldu!” havasında çölde çadır kurmak gibi kolay bir iş olmadığını anlamayan neredeyse yok ama bunun tek istisnası galiba IŞİD!
Sürecin Avantajlı Kıldıkları
IŞİD’in varlığı ve özellikle de Irak’ta Kürt bölgelerine yönelik başlattığı “fetih” sonrasında oluşan sürecin şüphesiz en kârlı çıkanları İran-Amerika-Suudi Arabistan koalisyonu ve yerel ölçekte de PKK olmuştur. Esed de her ne kadar süreçten pay kapmaya yöneldiyse de Batılılardan pek yüz bulmadı. Suriye’de IŞİD’e yönelik operasyona yeşil ışık yakabileceğini ama kendisinin muhatap alınması gerektiğini söylemişti. Ne var ki başta Amerika olmak üzere Batı’dan pek olumlu cevap alamadı. Dolayısıyla Esed’e karşı takınılan bu tutum, dolaşımda olan ABD-İran-Suudi Arabistan koalisyonunun IŞİD’e karşı mücadele önceliği temelinde Maliki’yi tasfiye etmeye benzer bir formülü yakın vadede Suriye’ye de uyarlayacağı ve burada hem Esed’i tasfiye edecek hem de IŞİD’e cephe açacak bir sürece start vereceği iddiasını en azından görece de olsa pekiştirmektedir.
Bu farazi durum kimin lehine olabilir sorusu burada önem kazanıyor. Sonuçta şimdilik faraziye olmakla birlikte gerçekleşmesi durumunda bunun tıpkı Irak’ta olduğu gibi en temelde öncelikle Suriye’deki istikrarlı intifada ruhunun kısmi bir başarısı olacağı söylenebilir. Ama bununla birlikte IŞİD gibi bir örgütün gerek Irak gerekse de Suriye’de salt militer yöntemlerle yok edilmesinin en azından yakın ve orta vadede pek de mümkün olmayacağı açık. Böyle bir durumda bir diğer önemli soru da IŞİD’e karşı başlatılacak bir operasyonun sadece onunla sınırlı kalıp kalmayacağı hususu olmalıdır. Mesela Nusra ve “radikal” addedilen Suriye intifadasının kayda değer diğer İslami oluşumları böylesi bir süreçten nasıl etkilenecek? Mevcut tablo ve senaryolar arasında bu sorunun cevabı şimdilik belirsizliğini korumaktadır.
Irak tablosunun iyiden iyiye açığa çıkardığı bir husus da şüphesiz PKK bağlamındadır. Bu örgüt izlediği pazarlıkçı siyaset ve bölgesel konjonktürün de bu siyasetine elverişli zemin oluşturması sonucunda son dört yıldır Suriye krizinin tek kazananı adeta. Bu görece kazanımın elbette ahlaki hiçbir yanı yok. Bununla birlikte siyasal olarak bölgede bir karşılığı var. Örgütün Suriye’deki kolu PYD’yi güçlü kılan birçok faktörden biri de şüphesiz IŞİD’in varlığının “Rojava güzellemeleri”ne sunduğu katkı. Şimdi IŞİD, örgütün palazlanmasına aynı dolaylı katkıyı Irak’ta sağlamaktadır! Şengal (Sincar) ve Mahmur’da giriştiği “fetih”ler hem kendisine karşı bölgesel ve küresel ölçekte bir koalisyonun zemininin oluşmasına hem de Irak’ta PKK’nin yine bölgesel ve küresel güçler nezdinde neredeyse doğal müttefik olarak algılanmasına sebep oldu. Dolayısıyla Amerika’nın savaş uçaklarının gölgesi altında, Pasdaran ve Pêşmerge ile kol kola Irak’ta varlık gösteren PKK, IŞİD’in doğurduğu tehdidin en önemli kazananı olarak öne çıkmıştır.
Kısacık zaman zarfı içerisinde intifada ruhunun temel aktörü Sünni aşiretler açısından bakıldığında ABD-İran koalisyonunu çaresizliğe ve Maliki despotunu tasfiyeye sürükleyen mevcut Irak tablosu aydınlanırken, sözde İslami bir iddiayla öne çıkan ama ne İslam ne de Müslümanların maslahatını hiçbir şekilde gözetmeyen IŞİD karesinde giderek kararmaktadır. Diktatörlüğün yol açtığı tahribatlardan türeyen IŞİD ve PKK gibi konjonktürel yapılar genellikle kaotik süreçlerin birbirini tersinden besleyen görece kazananları oluyorlar. Suriye ve Irak’ta da böyle olmuştur. Şüphesiz yine de bir diktatörün daha tarihin çöplüğüne atılmış olması azımsanacak bir gelişme değil. Ama bununla birlikte bölgemizin diktatörlerden olduğu gibi diktatoryal rejim, zihniyet ve yapılardan da arınmasının önemi Irak tablosu üzerinden bir kez daha açığa çıkmıştır.