Zaten her zaman çok yoğun bir tarzda seyretmekte olan Türkiye gündemine geçtiğimiz ay bir de hükümet değişikliği eklendi. Erdoğan’ın ardından, yaklaşık 20 ay önce başbakanlık koltuğuna oturan Ahmet Davutoğlu hızlı gelişen bir süreç sonucunda görevi bıraktı. AK Parti Kongresinin tamamlanmasıyla birlikte öncelikli gündemi ‘başkanlık sistemini inşa’ olarak belirlenmiş Binali Yıldırım’ın başbakanlığında yeni bir AK Parti hükümeti kuruldu.
Yaşanan hızlı sürecin ve uygulanan yöntemin Davutoğlu’nun maruz kaldığı muameleyi hak edip etmediğine ilişkin olarak gerek AK Parti içinde gerekse de Türkiye kamuoyunda tartışmaya yol açtığı ve bilhassa da İslami camianın genelinde bir burukluk meydana getirdiği açık. Bununla birlikte kongre sürecinde yaşananlara ve artık dolaylı dilin terk edilip gayet net bir şekilde ve altı kalınca çizilerek dile getirilen söylemlere bakıldığında bu tartışmaları anlamsızlaştıran bir sürecin yaşanmakta olduğu da görülmekte. Tayyip Erdoğan’ın konumu o kadar net ve abartılı biçimde vurgulanıyor ki böylesi bir atmosferde birilerine haksızlık yapılmış olabileceğine dair bir izlenimin ortaya çıkması bile imkânsız hale geliyor.
Yeni dönemin önceliği gibi, Binali Yıldırım hükümetine tevdi edilen görev de net: Bir müddettir fiilen başkanlık sistemine geçilmiş olduğu görülen ülkede bu değişikliği, yani başkanlık sistemini resmileştirmek! Yeni hükümetin üstlendiği bu misyonu ne ölçüde başaracağı ileride görülecek ama bu saatten sonra olumlu olumsuz tüm icraatların tek bir adrese yazılacağı, Cumhurbaşkanı çok daha belirgin hale gelirken, kabinenin biraz daha gölgede kalacağı rahatlıkla görülebiliyor. Bu yüzden Binali Yıldırım’ın açıkladığı yeni dönemde yapılacaklar listesi, kamuoyunda genel olarak “Yeni bir hükümet göreve gelmiş, yeni bir şeyler söylemesi lazım!” çerçevesinde rutin beyanatlar olarak algılanıyor.
Mamafih yeni hükümetin vaatleri arasında bir husus var ki görmezden gelmek imkansız! Başbakan Binali Yıldırım’ın Meclis’te partisinin ilk grup toplantısında yaptığı konuşmada dış politika bağlamında sarf ettiği “Dostlarımızın sayısını artıracak, düşmanlarımızın sayısını azaltacağız!” vurgusu kesinlikle dikkate alınmayı hak eden bir beyan olarak öne çıkıyor.
Dış Politikada Öncelik Ne?
Nitekim Yıldırım’ın bu sözlerinin bilhassa AK Parti iktidarını dış politikada maceracı bir tutum takınmakla suçlamakta olan çevreler arasında olumlu bir beklenti oluşturduğu, tatlı bir telaşa yol açtığı görülebiliyor. Yıldırım’ın bu ifadelerinin altını kalınca çizen söz konusu çevreler bu sözleri bir anlamda, son yıllarda Türkiye’nin gerek küresel gerekse de bölgesel ölçekte yalnızlaştığı, herkesle kavgalı hale geldiği, bilhassa bölgedeki sorunlara ilişkin tutumundan ötürü çok sıkıştığı ve ağır bedeller ödemek zorunda kaldığı vb. iddialarının teyidi olduğunu söylüyorlar.
İşin gerçeği ortada Başbakan’ın sözlerinin somut zeminde bir politik çizgi değişikliğine işaret ettiğini düşündürten fazla bir veri bulunmuyor. Hatta mezkûr cümle, öncesi ve sonrasıyla değerlendirildiğinde bir politika değişikliğinden ziyade mevcut yaklaşımı temellendirme çabası olarak da yorumlanabilir: “Türkiye'nin birçok sorunu var. Bölgesel sorunlarımız var. Avrupa Birliği, Kıbrıs, Kafkaslar ve coğrafyamızda yaşanan karışıklıklar tabiatıyla Türkiye'nin bölgedeki konumunu ve önemini daha da artırıyor. Bunun bilincindeyiz, bu bilinçle ne yapacağız? Yapacağımız çok basit; dostlarımızın sayısını artıracağız, düşmanlarımızın sayısını azaltacağız. Çünkü biz tarih boyunca hep ezilenlerin, mazlumların yanında yer almış bir milletiz. Tarih bize bölgede bugün çok önemli sorumluluklar veriyor…”
Aynı şekilde iktidar tarafından, ağırlaşan ve taşınmaz hale gelen yükten kurtulmak için Davutoğlu’nun günah keçisi yapılacağı ve yeni bir sayfa açılacağına yönelik iddialar-beklentiler de gerçekçilikten uzak şeyler. Öncelikle geçmiş dönemde izlenen politikanın sadece Davutoğlu’nun şahsi inisiyatifiyle şekillenmediği ortada. Ayrıca Erdoğan’ın bu konudaki tutumu gayet net bilinmekte. Bu durumda politika değişikliği beklentisi somut verilere dayalı tespitlerden ziyade zaten kronik rahatsızlık sendromu yaşayan çevrelerin temennilerini yansıtmaktan ibaret görünüyor.
Ama yine de laik, ulusalcı, Kemalist kesimlerin, her ne kadar kendilerini tatmin edecek düzeyde bir rota değişikliği beklemiyor olsalar da öteden beri ‘yenilginin itirafı’ olarak algıladıkları bu tür beyanlardan, lakırdılardan haz duydukları bilinmekte. Zaman zaman iktidarı temsil eden siyasilerden ya da İslami kesimi temsil ettiği düşünülen isimlerden bu yönde sadır olan özeleştiri ya da durum değerlendirmelerine aşkla, şevkle sarıldıkları da bir gerçek. Bu arka plan düşünüldüğünde şimdi bizzat yeni hükümetin başı tarafından dillendirilen bu tür ifadelerin bu çevrelerde çok daha fazla heyecan uyandırması gayet anlaşılabilir bir durum!
Bununla birlikte bizi daha fazla ilgilendiren ise zaten her zemini ideolojik tutumlarını yansıtma fırsatı olarak değerlendirme çabası içinde olan söz konusu kesimlerin yaklaşımlarından çok, AK Parti iktidarına yakın kesimlerin yaklaşımları ve bilhassa da İslami duyarlılık sahibi çevrelerin tutumu. Mazlum ve Müslüman halklar lehine ortaya konan politikaların maliyet hesabına binaen kimler tarafından sorgulanmaya, tartışılmaya açıldığı önem arz ediyor. Şöyle ki laik, ulusalcı, Kemalist kesimlerin ideolojik ve siyasi konumlanışları gereği bu politik çizgiden rahatsız olmaları ne kadar doğal ve beklenen bir tutum ise İslami duyarlılığa sahip oldukları iddiasında bulunanların rahatsızlıklarının da o oranda şaşırtıcı ve çelişik olduğu açıktır.
Sorunlar ve Çözümler Hangi Perspektiften Ele Alınmakta?
Müslümanları sıradan insanlardan, dünyevi beklentileri merkeze alarak tutum belirleyen çıkarcı tiplerden farklı kılan, ayıran şey hayata ve insan ilişkilerine Âlemlerin Rabbi’nin bakılmasını emrettiği pencereden bakmalarıdır. İman edenler neyin doğru neyin yanlış olduğunu, neyin tercih edilip neyin terk edilmesi gerektiğini de yine kişisel, ailevi, etnik, ulusal kaygılardan hareketle değil, ancak bu perspektiften belirlemekle yükümlüdürler.
Bu yüzden örneğin maruz kaldığı büyük zulüm karşısında Suriye halkının yanında yer almanın bir zorunluluk, İslami ve insani bir görev olduğunu düşünürler. Bundan dolayı ödenen bedellerin ağırlığını öne çıkartarak asla zulme göz yumulmasını isteyemezler. Buna karşın ideolojik konumlanışları gereği İslami hareketlere düşmanlık besleyen çevreler doğrudan; ulusal çıkarları ve kayıpları öne çıkartarak politika geliştirilmesini savunan; zihinlerini, ilişkilerini ve özlemlerini rızayı ilahi yerine menfaate endeksleyenler ise netice itibariyle, zulme boyun eğilmesini ve zalimle ters düşülmemesini savunurlar.
Bu tutum farklılaşmasını ve sonucunda ortaya çıkan yakınmaları her vesileyle görmek, duymak mümkün. Neden İsrail ile ters düşüyoruz? Neden eksen kaymasına uğradık ve Batı’dan uzaklaştık? Neden Suriye yüzünden Rusya ile düşman olduk? Neden İhvan için Mısır’la ilişkilerimizi kopartıyoruz? Neden İran ile gerilim yaşıyoruz? Neden Bangladeş’in iç ihtilaflarına taraf oluyoruz? Vs. vs.
İslam coğrafyasını kasıp kavuran zulümler, işgaller, darbe ve katliamlar bu ülkenin 100 yıla yaklaşan dış politik çizgisi açısından bir sorumluluk olarak algılanmayabilir. Farklı ideolojik kesimler açısından hiçbir şey ifade etmeyebilir. Hatta İslami harekete düşmanlıkları tescilli çevreleri bilakis memnun da edebilir! Bu yüzden onların neden diye sormaları, rahatsızlık duymaları doğaldır; itiraz etmeleri de haklarıdır. Bunu garipsemiyoruz!
Hiçbir şekilde hoşnutsuzluklarını giderme ihtimali bulunmadığını, kendilerini ikna etme şansımızın olmadığını bildiğimizden vicdanları kararmış bu kesimlerin tepkileri gündemimizde yer de etmiyor. Ama insani erdemlerden söz eden ve İslami duyarlılığa sahip oldukları düşünülenler içinden birilerinin garip hesapları, çıkarımları, çok iyi bildikleri gerçekleri bile kabullenme konusundaki isteksizlikleri, kısacası ölçüsüzlükleri ister istemez şaşırtıyor, rahatsız ediyor.
Bu çevreler net, somut konuşmuyorlar; sadece yakınıyor, homurdanıyorlar. Yanlış olarak gördükleri, hatalı tutum izlendiğini düşündükleri hususları sürekli dillendiriyor, yanlışların çetelesini tutuyorlar. Ama bir türlü yapılması gerekenin ne olduğunu söylemiyor, söyleyemiyorlar. Coğrafyamızda ortaya çıkan ağır manzaraya sürekli vurgu yapıp, işlerin yolunda gitmediğini tekrarlıyor ama bunun sebeplerini es geçiyorlar, adeta sonuca odaklanıp ilkeleri atlıyorlar.
İki temel yanlış içindeler. Öncelikle Müslüman halkların adalet ve özgürlük talebiyle başlattıkları kıyamı komplocu yaklaşımlarla değersizleştirme tutumu içindeler. Buradan baktıkları için yaşananlara karşı bir sıcaklık, kardeşlik duygularının gerektirdiği sahiplenme duygusu hissetmiyorlar. Ve devamında olan biteni sanki Türkiye’nin kendisinin belirleyip yönlendirdiği, dolayısıyla istediği zaman kolaylıkla farklı bir mecraya taşıyabileceği gelişmeler olarak algılıyorlar.
Bunlar yanlış varsayımlar. Müslüman halkların kıyamı haklı ve doğal zeminde gelişen kıyamlardır. Sonuca bakıp, arzu edilen netice elde edilemedi diye “bunda bir bit yeniği var” şeklinde düşünmek çok temelsiz bir yaklaşımdır. Bu mantıkla hareket edilirse tarih boyu ortaya konulmuş tevhid mücadelesini anlamakta zorluk çekilir.
Soyut Eleştiriler, Kuş Dili Yakınmalar
Diğer yandan Türkiye’nin pozisyonu bu süreçte mağdur, mazlum halklardan yana tavır almaktan ibarettir. Dolayısıyla adeta tüm sürecin başlatıcısı konumuna oturtulması saçmadır. Ki bu saçmalık ortaya çıkan manzara karşısında tüm bu vahşetin, zulmün faillerine karşı daha net tavır almak yerine “farklı bir tutum izlenseydi, daha yapıcı olunsaydı” vb. gevelemelerle mazlumları ve onlara destek verilmesini mahkûm etmeyi getirmektedir.
Aynı çevreler Suriye’den Mısır’a, Kuzey Afrika’dan Irak’a kadar her yerde yaşanan sıkıntıları, büyüyen insani felaketi öne çıkartıp “İyi mi oldu, yanlış yapmadık mı?” diye mütemadiyen soruyorlar. Burada doğru olmayan bir yaklaşımı sanki tartışmasız gerçekmiş gibi değerlendirdiklerinden adeta tüm olup bitenle ilgili Türkiye’yi sorumlu tutuyorlar. Peki, ama Türkiye ne yapmalıydı? Esed’in katliamlarına, Sisi’nin darbesine, İran’ın ve Rusya’nın yayılmacılığına göz mü yummalıydı? Ve acaba böyle yapmış olsaydı içimize siner miydi, başımız daha dik ve mutlu olur muyduk? Bu soruları sormuyorlar.
Bu noktada karşılaşılan ciddi yanlışlardan biri de teslimiyeti, zilleti öne çıkartan, adeta çözümmüş gibi sunan yaklaşımlar. Ne yazık ki mızraklarının sivri ucunu adeta hep mazlumlara ve mazlumların destekçilerine çevirmiş haldeler. Sürekli ödediğimiz bedelleri sayıp döküyorlar. Ödemek zorunda kaldığımız faturanın büyüklüğüne dikkat çekiyorlar. Sanki karşı taraf güllük gülistanlık bir konumdaymış gibi!
Örneğin Türkiye’nin Suriye politikasının iflas ettiğini söyleyenler İran’ın çok kazançlı çıktığını mı zannediyorlar? Rusya ile gerilimden Türkiye’nin büyük zarara uğradığını dile getirenler Rusya’nın kaybının daha az olduğunu söyleyebilirler mi? Mısır ile ilişkilerin kesilmiş olmasının bir sıkıntı konusu olduğundan yakınanlar, Mısır cuntasının yüz yüze olduğu açmazı dikkate alıyorlar mı?
Bununla elbette “Karşı taraf daha çok kayba uğradı, bu cenahtaki hasarın önemi yok!” demiyoruz ama bu zorlu sürecin sadece tek yanlı ele alınmasının yanlışlığına dikkat çekiyoruz. Şüphesiz bu zorlu, ağır, bedel ödemeyi gerektiren bir süreç ama propaganda mantığıyla sürekli biçimde “öldük, bittik” söylemleri adil ve tutarlı değil. Âl-i İmran Suresinin 140. ayetinde buyrulan gerçeği hatırlayalım: “Eğer siz bir yara aldıysanız, o topluluk da benzer bir yara almıştır. Biz günleri insanlar arasında döndürür dururuz. Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez.” Kaldı ki her şeyden öte bir taraf adaletten yana, mazlumlardan yana tavrının bedelini öderken, diğer taraf zalimliğinden, hainliğinden ötürü acı çekmekte. Hangi konumda olmanın tercihe şayan olduğu açık olsa gerek!
Neyi Eleştirelim? Nerde Karşı Çıkalım?
Türkiye’nin son dönemde genel manada izlediği dış politika çizgisini ve hassaten de Ortadoğu intifadalarına ilişkin tutumunu olumlu bulmak tabi ki hiç yanlış yapmadığını düşünmek anlamına gelmiyor. Bizler İslami kimliğimizin gereği olarak, başta ABD’nin Türkiye’nin dış politikası üzerindeki ağırlığı olmak üzere pek çok konuda eleştirel bir tavır sahibiyiz. Yine özellikle bugünlerde Siyonist çeteyle geliştirilen ilişkiler konusu bizim açımızdan tam bir yaradır. Ve İsrail ile normalleşme başlığı, bizim açımızdan asla tasvip edilmesi, meşru görülmesi mümkün olmayan bir gündem olarak kalmaya devam edecektir.
Elbette Ortadoğu intifadaları ile ilgili olarak da Türkiye’nin kimi politikalarına eleştirilerimiz mevcuttur. Ama bu eleştiriler yukarıda tartışılan tavır sahiplerinden farklı olarak “Neden destek verildi?” değil; “Neden gerektiği kadar destek verilmiyor?” şeklindedir. Bu bağlamda örneğin “Neden hâlâ Suriyeli mücahidlerin elinde katliamcı Esed ve Rus hava kuvvetlerine karşı kullanabilecekleri uçaksavarları bulunmuyor?” sorusunu hep sorduk, sormaya da devam edeceğiz.
Özetle, sorun mevcut iktidarın tutumunu, politikalarını toptan sahiplenmek ya da reddetmek değil, hangi esaslara dayandığı ve hangi sonuçlar ortaya çıkardığı bağlamında tartışıp tavır almaktır. Bu zaviyeden baktığımızda ümmetten, İslami hareketlerden, mazlumlardan yana ortaya konan tavırları bedeli ne olursa olsun desteklemeyi borç biliyoruz. İslami duyarlılığa sahip bazı kesimlerin ya da şahısların Allah için ortaya konmuş çabaları kâr zarar hesabıyla değerlendirme ve ulusal, ülkesel çıkarlara bağlı olarak desteklenmesi ya da desteklenmemesi gereken mücadeleler olarak kategorize etmelerini ise çok çirkin ve sapkın bir tutum olarak algılıyoruz.
Bu noktada iktidarın bir söylem ve tutum değişikliğine gitmesini beklememekle beraber, her şartta haktan yana tavır almayı sürdüreceğimizin ve ümmete, adalet ilkesine, kardeşlik hukukuna zarar verecek politikalar söz konusu olduğunda da yanlışa karşı çıkacağımızın altını çiziyoruz.