Eğitim sistemi tartışmaları birtakım kabuller üzerinden başlıyor. Bu da tartışmaların gereksiz ve anlamsız boyutlara varmasına neden oluyor. Öncelikle bu ön kabullerin doğruluğunun ve neliğinin tartışılması gerekiyor. Öncelikle okul ve eğitim kavramları üzerine kurulu ön kabulleri sorgulamalıyız. Okul ve eğitim kavramları üzerindeki kurulu algılarımız gerçekten doğru mu? Bilinen anlamıyla eğitim şart mı? Şartsa eğitimi mutlaka devlet mi vermelidir? Okul eğitim için zorunlu bir mekân mıdır? Okul olmasaydı eğitimsiz, bilgisiz, değerlerden uzak kişiler mi olurduk? Zorunlu devlet eğitimi devletin yurttaşlarına yönelik bir lütfü olarak görülecek kadar masum mudur?
Çocuklar her ne öğreniyorlarsa gerçekten okullarda mı öğreniyorlar? Okullar düşünsel, manevi, becerilerimizi geliştirdiğimiz mutlak mekânlar mıdır? Okullar çocuğun her yönüyle hayata hazırlandığı yeri başka bir şeyle doldurulamayacak kadar kutsal mekânlar mıdır? Okullar yokken insanlık nesillerine bilgi, beceri ve kültür değerlerini nasıl aktarıyordu? Hayatımızda okulun bu denli yer ve önem kaplaması doğal insani bir gelişim sonucu mudur, yoksa okulu örgütleyip finanse eden devletin dayatması mıdır? Bu işten kim daha çok kazanç elde ediyor? Okulun çıktısı olan öğrenciler mi? Yoksa okulu örgütleyip zorunlu kılan güç mü? Bu soruları atlayarak yapılacak olan eğitime/okula dair tartışmalar verimli sonuçlar üretmeyecek kanaatindeyim.
Sanayinin gelişimiyle ortaya çıkan kapitalizm ürettiği zenginlikle çocukların üretim sürecinden uzun yıllar dışarıda kalmasını sağladı. Sanayi öncesi üretim tarzı usta-çırak ilişkisiyle çocuğu da içine alan bir süreçti. Üretimde, tüketimde, eğitimde hayatın içinde olup devam ediyordu. Örnek verecek olursak derenin kenarına kurulmuş sıralarda çocuklara uzun yılları alan hiç dereye girmeden nasıl yüzüleceği dersleri verilmiyor, dersler suyun içinde bilenlerin bilmeyenlere öğretmesiyle yapılıyordu. Bu iki eğitim tarzının artı ve eksileri şartlara bağlı zorlukları elbette tartışılabilir. Ancak yazının konusu bu olmayacak. Yazımızın konusu var olan eğitim sisteminin bizden neler alıp, neler verdiği olacak.
Eğitimin devlet eliyle ve zorunlu olmasını savunanların temel tezleri; çocuğun hayatını sürdürebilmesi için gerekli bilgi, beceriyi kazanmasının yanında kültür aktarımının bu yolla aktarılabildiğinin “kesinliği ve alternatifsizliği” üzerine kurgulanmıştır.
Aslında eğitim (bilgi, beceri edinme, becerileri fark edip geliştirme ve değer yükleme) çocuğun doğumuyla birlikte başlar. Aile gelişim sürecinde çocuğa hayatını sürdürmesi için gerekli olan tüm bilgileri kazandırır. Bunun yanında iyi, doğru, kötü gibi temel ve evrensel doğruları verir. Aynı zamanda ait olduğu etnik kimliği, dili ve dinî inancını çocuğa verir. Aile tüm bunları bir müfredata dayanmadan doğaçlamayla yapar.
Sorularımıza devam edelim: Okul olmasaydı; bir dinî inançtan mahrum mu kalacaktık? Okul olmasaydı anne, baba sevgisini öğrenemeyecek miydik? Okul olmasaydı büyükleri saymaktan, küçükleri sevmekten, merhametten, iyilik duygusundan, yardım severlikten yoksun mu olacaktık? Okul olmasaydı doğa sevgisi, hayvan sevgisi diye bir kavramdan ve de değerden yoksun mu olacaktık? Okul olmasaydı, bilgiye dair, felsefeye dair, hikmete dair hiçbir şeyin sahibi olamayacak mıydık?
Eğer farkındaysanız biz bunları ailemizde ve hayatın içinde öğreniyoruz. Hangi aile şunu söyleyebilir: “Biz şu insani temel değeri bilmiyorduk, hiç duymamıştık ve çocuğumuza aktaramamıştık, çocuğumuz bunu okulda öğrendi!” Var mıdır bunun bir örneği? Anne babanın bilmeyip de yalnızca okuldaki öğretmenin bildiği ve ancak ondan talim edilebilecek değer nedir?
Eğer dinimizi, dilimizi, kültürümüzü yaşadığımız topluma ayak uydurabilmemiz için gerekli olan değer ve davranışları ailemizin öncülüğünde ve öğretmenliğinde ve de iletişim içinde olduğumuz, birlikte yaşadığımız toplumdan öğreniyorsak neden birileri “eğitim şart” diye onca paralar harcayıp okullar kuruyor?
Okul Ne İşe Yarıyor?
Ulus devletler kurgusaldır. Üretilmiş sanal değerler üzerinden kendilerini var ederler. Ulusun bu üretilmiş değerlere inandırılması gerekir. Ulus devletlerin bu amaca yönelik en büyük keşfi okuldur. Ulus devletler için okul istenilen yurttaşı yetiştirmenin bir aracıdır. Yurttaş okul aracılığıyla değiştirilip dönüştürülür. İnançları, kanaatleri, dili, kültürü okul tarafından yeniden kodlanır. Ulus devletin üretilmiş değerlerine aykırı olan tüm inanışlar okul yoluyla değiştirilir ve ulus devletin değerlerine bağlılık burada aşılanmaya çalışılır. Diliniz, inancınız, kültürünüz ve kutsallarınız “kanun yoluyla” burada belirlenir. Bu temel amacın yanında diploma diye verdiği evrakla size hayatın neresinde ve nasıl bir rolle yer almanız gerektiğini empoze eder.
Ulus devletler bir kanun devletidir. Her şeyi kanunlarla belirler. Bir adalet devleti değildir. Adaleti esas alan bir devlet anlayışı “adaletsizlikleri” ortadan kaldırmakla kendisini yükümlü kılar. Kişinin doğuştan getirdiği haklarını tanır ve onları özgür yaşaması ve geliştirmesi için ortamı ayarlar. Kişilerin birbirlerine baskı ve dayatma yapmasını ve sahip oldukları mülkiyet gibi meşru haklarının gasp edilmesi durumunda ortaya hukukla çıkar ve gereğini yapar. Adaletsizliğin olmadığı ortamda doğal olarak adaletin kendisi vardır. Ancak ulus devletler yurttaşlarını yoğrulup, şekil verilmesi gereken kilden çamur gibi algılar. Bu çamuru nakşetmeyi ise kendisinin doğal hakkı olarak görür. Ulus devletin çamura şekil veren elleri ise kanunlarıdır. Kanunları her yere uzanır. Okulu da bu kanunlarla düzenler. Kanun gücüyle çocukları ailelerinden alır. Kanun gücüyle müfredatı ve içeriğini belirler. Kendi doğrularını kanun gücüyle dayatır. Kanun gücüyle bireylere yurttaşlık kimliği kazandırır.
Sosyalist devletler insana inanıp güvenmedikleri için hayatın içerisindeki hiçbir faaliyeti insana bırakmaz. “Mutlak hakikati ve gücü” temsil eden “tanrı devleti”ni her şeyin mutlak belirleyicisi yapar. Sosyalist anlayışta devlet; hikmet ve hakikatin ne olduğuna karar veren ve dağıtımda adaletsizlik, eşitsizlik yapması mümkün olmayan “kadiri mutlak tanrı” olarak algılanır. Kapitalist ulus devletler ise öz kurallarını kendisi belirlemek şartıyla birtakım faaliyetleri insana bırakır, eğitim hariç. Eğitimi asla kendi tekellerinden çıkartmaya yanaşmazlar. Demokratik devletlerde ise demokrasinin kalitesi oranında insanın etkinliği her alanda olduğu gibi eğitim alanında da artar.
Demokratik devletler halklarıyla daha barışıktırlar. Seçilmişler, seçimler yoluyla halka hesap vereceklerini bildikleri için yapıp ettikleri işlerde onların rızasını almaya ya da taleplerini karşılamaya çalışırlar. En azından kısmi de olsa iktidarı ve uygulamalarını yurttaşlarıyla paylaşma eğilimi içindedirler. Okulun nasıl dizayn edileceği, müfredatın içeriği, okul türleri ve okula yüklenecek anlam konusunda çeşitliliğe açıktırlar. Anadilde eğitim yapılmasını, dinî eğitim veren okullar açılmasını, müfredatını ve içeriğini kendisi belirleyen okulların açılmasını “devletin varlığına”, “milletin bölünmez bütünlüğüne” bir tehdit olarak algılamazlar.
Türkiye’de Durum ve MEB’deki Değişiklik
Okuyucularımızın da bildiği gibi ülkemizde devlet yapılanması totaliter ulus devlet yapısıdır. Kutsal ve tartışılamaz bir ideolojiye, kutsal lidere, kutsal ve üstün bir ırka ve yine onun kutsal diline dayanır. Her ne kadar temsili bir demokrasiden bahsedilse de yönetim vesayetçi kurumlar eliyle baskı ve dayatmalarla yürütülür.
Ancak içinde bulunduğumuz dönem ülkede İslamcıların, liberallerin, Kürtlerin, Alevilerin ve azınlıkların dayatma ve zorbalıklara karşı özgürlük ve hak arama mücadelelerini ve taleplerini yükselttikleri bir dönemdir. Bu talepleri görmeye çalışan vesayetçi kurumların dayatma ve baskılarına karşı halktan aldığı yetkiyi kullanmaya çalışan bir iktidarın varlığıyla ülke bir değişim sürecinin içersine girmiştir. Askerî vesayetin yanı sıra yargı, YÖK, sermaye ve basın vesayetinin geriletilmesi derken iş MEB vesayetinin geriletilmesine kadar geldi.
MEB vesayeti; halktan aldığı vergilerle, kanun zoruyla belirlediği müfredatı halka dayatıyor. İdeolojik, militarist ve ırkçı bir temele sahiptir. Ayrımcıdır, farklılıkları yok eder. Çocukların ailelerine danışmaz hatta onların inanç ve kültürel değerlerine karşı kendisini kodlar. Sivil anayasanın tartışıldığı bir dönemde elbette bu vesayetçi, dayatmacı kurumun da sorgulanması gerekirdi.
Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer MEB teşkilat kanununda bizim de olumlu bulduğumuz birtakım değişiklikler yaptı. Yeni kanun hükmünde kararnameye göre artık bakanlığın “Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda ve Atatürk milliyetçiliği temelinde öğretimi sevk ve idare etmek” gibi bir görevi yok. “Türkiye Cumhuriyetine bağlı, Türk kültür vs.” bağlı yurttaş yetiştirmek gibi bir görevi de yok. Merkeze devleti ve ideolojiyi koyan anlayış görev kapsamından çıkartıldı. Şüphesiz ki, bu, mevcut vesayetçiliğe vurulmuş ilk kazmadır ve önemlidir. Bakan değişimi bununla mı sınırlı tutacak, mevcudu sadece tadilatla mı sınırlı tutacak henüz bilemiyoruz. Bakanın niyetinin ne olduğuna bakmadan bizim yapmamız gereken ödevlerimiz var.
Neler Yapılabilir, Ne Yapmalıyız?
Hukuk devletinde kurumlar görev tanımlamalarının dışına çıkamazlar. Tanımlar kurumlara sınırlar çizerler. Bu temelden yola çıkarak ilköğretim programından, YÖK kanunundan ve ders kitaplarından ideolojik kalıpların temizlenmesinin gerekliliğini savunmalı ve bunun için taleplerimizi yükseltmeliyiz.
Biliyoruz ki, MEB’de pek çok değişiklik kanun hükmünde kararnamelerle, yönetmeliklerle değiştirilebilir. Örneğin kılık kıyafet yönetmeliği için anayasa değişikliği gerekmiyor. Yapılacak bir yönetmelik değişikliği ile öğretmenler ve öğrenciler için başörtüsü yasağı kaldırılabilir. Yine tek parti faşizminin ruhuyla hazırlanmış olan “Andımız” bir yönetmelik değişikliğiyle hemen kaldırılabilir. Yine YÖK’ün amaçlarında değişiklik yapmak için anayasa değişikliği gerekmiyor. YÖK’ün 4. Maddesi de yüksek öğrenimin amacını Atatürkçü gençlik yetiştirme olarak tanımlar. Bu maddenin de değiştirilmesi gerekir.
MEB bürokrasisinde yapılan değişlik de önemsenmelidir. Adamına uygun daire başkanlıkları ihdas edilmişti. Aynı işi yapan birden fazla genel müdürlükler oluşturulmuştu. Bu genel müdürlüklerin her biri bağımsızlığını ilan etmiş, birbirleriyle eş güdümleri de yoktu. Yine bu müdürlüklerde devasa bir personel yığılması vardı. Bırakın sorun çözmeyi sorunun kaynağı idiler. Görünen o ki, merkez teşkilatından başlayıp aşağı doğru bir dizi değişiklikler gelecek.
Başta vurgulamaya çalıştığım konuya dönecek olursak; Batı’da pek çok devlet, eğitimi devlet eliyle verme anlayışından uzaklaşıyor ve farklı eğitim arayışlarına yöneliyor. Bunlardan bir tanesi de “homeschooling” denilen “evde eğitim” akımıdır. Evde eğitim alan çocukların sayısı hızla artıyor. Devletler bununla ilgili birimler oluşturuyorlar. Evde eğitim veren ailelere yardımcı olmak için materyaller üretiyorlar. Veliler bu materyallere kolayca ulaşabiliyorlar. Talep edildiğinde öğretmen desteği veriliyor. Bu çocuklar istediklerinde okulların atölyelerinden yaralanabiliyor, sosyal etkinliklerine katılabiliyorlar. Örneğin Fransa evde eğitim alan çocukları yılda bir kere denetliyor, çocuğun gelişim grafiğini takip ediyor, gerekirse destekleyici tedbirler alıyor. Bu aileler kendi aralarında örgütlenip dernekler kuruyorlar, sorunları tartışıyorlar, bilgi ve deneyimlerini paylaşıyorlar, sosyal organizasyonlar düzenliyorlar.
ABD Ulusal Evde Eğitim Araştırma Enstitüsü'nün evde eğitim görmüş ve şu anda yetişkin olan 7300 kişi üzerinde yaptığı araştırma, evde eğitim görenlerin sosyalleşme becerileri konusunda toplumun genel ortalamasından daha iyi durumda olduklarını ortaya koyması da bu eğitim modeli açısından önemlidir. Aslında bu konu farklı bir yazısının konusudur. Ancak bir örnek olarak vermek istedim.
Bizim okullarımız sekiz yıl İngilizce okutup sonrasında İngilizce üç cümleyi kuramama başarısını gösteren okullardır! Diğer konulardaki başarısı da aşağı yukarı İngilizce öğretmekteki başarısı kadardır. Dünya çapında yetiştirdiğimiz kaç düşünce adamı, kaç bilim adamı, kaç edebiyatçı, kaç sanatçı var? Bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar olanlarsa mevcut sisteme muhalif ve ona rağmen bireysel çabalarıyla yetişmişler ve konuya bizim baktığımız eleştirel çerçeveden bakarlar. Yine darbecilerin, işkencecilerin, faili meçhul cinayetler işleyenlerin, devletin kasasındaki halktan toplanan paraları soyanların, “IMF’den borç alıp benim cebime koy, faturayı da halka ödet!” diye iktidara tehdit ve şantaj yapanların, anadilde eğitim hakkını inkâr edenlerin, başörtülü kızlarımızı üniversitelere almayanların ve çalışma haklarını ellerinden alanların, “Ordu Göreve!” diye pankart açanların, Ergenekoncu çetelerin en iyi, en kalite ve en donanımlı okullardan yetiştiğini unutmayalım. “Eğitim/okul her derde devadır!” masalından uyunmamız gerekiyor artık.
Devleti ve kurumlarını yönetenler insanlardır yani başka anne ve babalardır. Neden çocuğumu başka anne ve babaların benden daha iyi yetiştireceğine inanayım ve onların çocuğuma kendi kültürlerini aşılamasına izin vereyim? Bu sebeple okulun devlet tekelinden çıkması gerektiğini savunmak gerekir diye düşünüyorum. Halk kendi okullarını kurabilmeli, müfredatını belirleyebilmeli, çalıştıracakları öğretmenleri seçebilmelidir. Karşımıza cevap olarak bunun toplumsal kaosa ve kargaşaya sebebiyet vereceği iddiası çıkmaktadır. Bu doğru bir öngörü değildir. Unutmayalım ki, tüm totaliter rejimler “Halkı kendi haline bırakırsak kaos ve kargaşa çıkar!” iddiasını zulümlerinin kaynağı ve meşruiyeti yapmaktadırlar.
Eğer anne babalar çocuklarına kişilik, şahsiyet, dürüstlük, inanç, kültür değerleri verme konularında öğretmenlerin kendilerinden fazlalığı olduğunu düşünmüyorlarsa o zaman okulun görev alanını da yeniden tanımlamamız gerekir. Kanaatim o dur ki, okul görevini çocuklara teknik ve mekanik bilgiler vermekle sınırlandırmalıdır. Bundan başka bir görevi olmamalıdır. Bir kurum görevinin dışına çıkarsa ya da yapısı gereği işi olmayan işlere girerse mutlaka zarar verecektir. Bizler okumayan bir nesli okumayı öğretmiş ve ardından da bıktırmış okula borçluyuz. Olumsuz yaşantılar ömür boyu insanın yakasına yapışırlar.