İnsan Suresi Mekke’de, muhtemelen risaletin 3. yılında indirilmiştir. Ana teması, insanın yaratılış amacı, dünyada nasıl yaşaması gerektiği ve ahirette akıbetinin ne olacağı; yani hayatın ve gaybın anlamı ve amacıdır.
1- İnsanın anılmaya değer bir varlık olarak yaratılmasına değin çok uzun bir süre (dehr) geçmedi mi?
Bu ayete farklı mealler verilebilmekte ise de kanaatimce surenin ana temasıyla en uyumlu meal budur. Ayette vurgulanan husus, insanın, bir parçası olduğu şehadet âlemindeki (kâinat/evren) varlıklardan bile aciz ve kısa ömürlü olarak yaratılmış, muhtaç ve biçare bir varlık olduğudur. Kâinatın yaratılmasıyla insanın yaratılması arasında çok çok uzun bir süre geçmiştir ki, bilim adamlarına göre, kâinat yaratılalı 4,5 milyar yıl, insan yaratılalı 10–15 bin yıl olmuştur. Yani, kâinat yaratıldığından beri öyle uzun bir süre geçti ki, bu süre içinde insanın değil kendisi, adı bile ortada yoktu.
Bu ayet, insan merkezli hayat, dünya ve kâinat anlayışına açık bir reddiye, Allah’a kafa tutan ya da görmezden gelmeye çalışan insanlara bir ihtardır. Siz Allah’ın yaratmış olduğu kâinata göre bile bir hiç mertebesindesiniz ki, nerede Allah’a kafa tutasınız ya da onu kaale almayasınız. Eğer Allah’a boyun eğer ve O’na sığınırsanız, işte o zaman bir anlam ifade edebilirsiniz, aksi halde bir hiçsiniz denmek istenmektedir ayette.
Kur’an’da insanın kulluk/ibadet amacıyla yaratılmış olduğunun (Zariyat, 51/56); göklerin yaratılmasının insanın yaratılmasına göre çok daha güç (eşeddu) olduğunun (Naziat Suresi, 79/27) bildirilmesi de ayete verdiğimiz meali ve yaptığımız yorumu teyit etmektedir.
2- Biz insanı, hayvanlar gibi karışık maddelerden oluşan basit bir sıvıdan (sperm ve yumurtanın birleşmesiyle oluşan nutfeden) yarattık ve onu bu basit menşeinden geliştirerek, hayvanlardan farklı olarak işitir ve görür, bilinç ve irade sahibi bir varlık haline getirdik ki, onu imtihan edebilelim.
Bu ayette, insanın, yaratılış menşei ve biyolojik varlığı itibarıyla hiçliği, acizliği ve hayvanatla eşitliğine karşın yaratılış amacı olan kulluk imtihanı itibarıyla ne kadar önemli bir varlık olduğu vurgulanmaktadır. İnsanın, yaratılış amacı olan kulluk imtihanının, onu kâinattaki bütün varlıklardan kıyaslanamayacak derecede üstün bir konuma (feddale) yükselttiği ifade edilmektedir.
Ayette ayrıca, insanın kulluk imtihanını başarıyla gerçekleştirecek her türlü donanıma/imkâna sahip bir varlık olduğu, insana verilen tüm bu donanımın imtihan amacına matuf olduğu belirtilmektedir. İnsanın işitir ve görür kılınması, maddi manada hayvanlarda da mevcut olan işitme ve görme duyularını değil, insanın bu duyular vasıtasıyla elde ettiği dış verileri algılayıp değerlendirebilmesini, yani eşyayı isimlendirmesini; bilinç ve irade sahibi olmasını ifade etmektedir.
İnsanın kendisine bilinç ve irade verilerek tüm kâinat varlıklarından kıyaslanamayacak derecede üstün kılınmış olması, dünyada gününü gün etsin, har vurup harman savursun, hayvanlar gibi başıboş ve sorumsuz yaşasın diye değil; kulluk imtihanını başarıyla versin diyedir, denmektedir.
3- Biz insana kulluk imtihanını başarıyla verebileceği yol ve yöntemi (hidayet) de gösterdik. Artık ister yaratılış amacına uygun bir şekilde yaşayarak şükreder, isterse yaratılış amacını görmezden gelerek, hevasının peşinde koşmak suretiyle küfreder.
İnsan, yaratılış amacı olan kulluk imtihanına uygun donanımla yaratılmış olmakla bırakılmayıp, aynı zamanda bu imtihanı başarıyla verebilmesini sağlayacak teorik ve pratik bilgiler kendisine sunulmuştur. Böylece insanın, kulluk imtihanıyla ilgili hiçbir mazeretinin kalmadığı vurgulanmaktadır.
İnsana sunulan teorik imtihan bilgisi, peygamberler aracılığıyla gelen vahiy kitapları; pratik imtihan bilgisi ise peygamberlerin getirdikleri vahiy kitaplarındaki teorik bilgileri hayatlarına uygulamasıyla yaptıkları şahitlikleri sonucu oluşan pratik sünnetleridir.
Ayet, insanın, verilen bu imkânlarını kullanma iradesine sahip olduğu, kulluk imtihanını kabul ve yerine getirmek şeklindeki şükretmesi ya da tam tersini yaparak nankörlük ve inkâr etmesinin tamamen kendi sorumluluğunda olduğunu çok açık bir şekilde vurgulamaktadır. Bu tercih ve çabasının karşılığını da cennet ve cehennem olarak eksiksiz alacaktır.
Yani cennet ve cehennem insanlara karşılıksız bir lütuf ya da ceza olarak değil, tamamen hak ettikleri adil bir karşılık olarak verilecektir. Bu nedenledir ki, cehennemi hak eden bir insanın, Allah’ın bağışlaması; peygamberler, melekler, salih insanların şefaati ya da dostluğu veya başka bir şekilde cennete gitmesi asla mümkün olmayacaktır.
4- Biz imtihanı reddeden ya da açıkça reddetmese bile gereğini yerine getirmeyen kâfirler için, zincirler (selasile), halkalar (eğlal) ve çılgın bir ateş (seir) hazırladık.
Bu ayette ve benzer ayetlerde geçen cehennemlik kâfirleri, sadece kulluk imtihanını reddeden kimseler olarak anlamak yanlıştır. Bunların yanında, kulluk imtihanını kabul etse ve kendi zamanındaki peygamber ve kitaba iman ettiğini iddia etse bile; bu imanın gereğini yapmıyor, hayatlarını salih amel kılmıyorlarsa fiilî küfür halinde olduklarından, bu kimseler de cehennemlik kâfirler grubu içindedirler. Nitekim cennete gireceklerin tasvir edildiği tüm ayetlerde, ancak iman edip salih amel işleyenlerin cennete gireceği defaatle vurgulanmıştır.
Ayetlerde geçen zincir, halka ve ateş, kâfirlerin ahirette cehennemde uğratılacakları azap verici durumlarını anlatmaktadır. Yani cehennemlik kâfirler, boyunlarına geçirilmiş demir halkalara bağlı zincirlerle birbirlerine bağlanarak, aşağılanarak, bir sürü gibi adeta sürüklenerek cehennem ateşine atılmakta ve burada ateş azabı görmektedirler.
Lakin, ayetlerde geçen ibarelerin mecazi anlamda dünyevi olarak anlaşılması da mümkündür. Şöyle ki, zincirler, kişiyi haktan alıkoyan unsurlar (dünya sevgisi vs); halkalar, kişinin hakka boyun eğmesini engelleyen unsurlar (kibir, makam sevgisi vs); çılgın ateş ise kişiyi batıla sevk eden unsurlar (şehvet vs.) olarak da anlaşılabilir.
5- Ahiret kurtuluşu peşinde olan şükredenler (ebrar) ise karışımında (mizacuhe) kötülükleri örtücü unsur (kâfur) bulunan içecek dolu bir kâseden içerler.
Bu ayetteki içecek, ahirette cennettekilere sunulacak içkiyi anlatmaktadır. Müşrik Araplar içkiye düşkün olup, içki kültürleri genişti. İçkilerine, içimini kolaylaştırmak için, içkinin nahoşluğunu örtücü maddeler (kâfur) katarlardı. Ayette, içkinin etkilerini iyi bilen Araplara şu mesaj verilmiştir:
Dünyadaki içkiler, içimi zor olduğu gibi, belli bir süre sonra baş ağrısı, sarhoşluk, kusma ve benzeri nahoşluklara neden olur. Sadece, yaşatacağı kısa vadeli hoş duygular için katlanılır bu nahoşluklara. Ahirette cennetliklere sunulacak içkinin içinde, içme esnasında ve sonrasında ortaya çıkan nahoşluklar olmayıp sadece hoşluğunu hissettiren bir unsur (kâfur) vardır. Yani, dünyadaki içkilerin içimi nahoş, sadece birtakım etkileri hoş iken; cennetteki içkilerin içimi de hoş, tüm etkileri de hoş olacaktır.
Lakin ayetteki içkinin mecazi manada dünyevi olarak anlaşılması da mümkündür. Şöyle ki, gerçek kurtuluş peşinde olan müminler, bu çabalarının dünyevi bir mükâfatı olarak -manevi anlamda- iman içkisinden içerler ki, bu manevi içkinin içiminin başı ve sonundaki olası nahoşluklar örtülmüştür. Bu sayede iman ve salih amel, mü’mine dünyada ve ahirette her daim hoşluk/hoşnutluk verir. Ayrıca, dünyanın acılarından, kötülük ve günahların olumsuz etkilerinden daha az etkilenmesini sağlar. Yani iman ve İslam bir külfet değil, dünyada ve ahirette gerçek nimettir. Nitekim Kur’an’da “sıratı mustakim”in nimet verilenlerin yolu olduğu ifade edilmektedir. (Fatiha, 1/7)
6- Ebrar bu içkiyi içtikleri kâseyi, ancak Allah’ın gerçek kullarının (ibadullah) içebileceği bir kaynaktan (ayn) doldurup içerler ve istedikleri zaman ve istedikleri kadar bu kaynaktan akıtıp kâselerini doldurabilirler.
Bu ayet, 5. ayetin devamı olup, dünyevi içkiler kısıtlı, sınırlı ve tükenir iken; ebrarın içeceği ahiret içkisinin, kaynağından sınırsız ve devamlı alınabildiğini anlatmaktadır. Lakin bu ayetin de mecazi manada dünyevi olarak anlaşılması mümkündür. Şöyle ki, gerçek kurtuluş peşindeki kullar olan ebrarın dünyada devamlı iman içkisinden içebilecekleri, bu içkinin devamlı ve sınırsız olduğu ifade edilmektedir. Yani, iman içkisinden istedikleri zaman istedikleri kadar içebilirler.
7- Ebrar, kendilerini adamış oldukları kulluk imtihanlarının gereklerini eksiksiz yerine getirirler. Çünkü onlar, kötülüğü, sıkıntısı, darlığı (şerri); imtihanı başarmak suretiyle gelinmiş olması müstesna, asla kaçılamayacak ve hiçbir şekilde korunamayacak şekilde kuşatıcı (müstetira) ahiret gününden korkarlar (yehafune).
Ayette geçen nezir terimi, kişinin hayatını kulluk imtihanını gerçekleştirmeye adamasını ifade etmekte olup, Ahzab Suresi 22’den 24’e kadar olan ayetlerde de bu anlamda kullanılmıştır. Bu ayet, ibadullah ve ebrardan olmanın temelinde, yakini ahiret bilinci ve korkusu (havf) ve bunun neticesi olan ahiret azabından korunma çabası (takva, ittika) olduğunu ifade etmektedir. Bu şekilde bir ahiret bilinci ve takva olmadan; ibadullah ve ebrardan olmak mümkün değildir.
Günümüzde halkımızın genelinde böyle bir bilinç, korku ve takva olmadığı malumdur. Lakin biz tevhidî düşünceye sahip Müslümanların ibadullah ve ebrardan olma iddiamızın temelinde, bu bilinç ve korkunun oluşturduğu takvanın mı, yoksa İslami ideolojik bir duruşun mu ya da ikisinin bir karışımının mı olup olmadığı üzerinde mutlaka durulmalıdır. Kanaatimce son 40 yılda memleketimizde yaşanan süreç, ideolojik duruşun ahiret korkusundan daha baskın olduğunu göstermektedir.
8- O ibadullah olan ebrar ki, sahip oldukları yiyecekleri, kendileri sevdikleri halde (ala hubbihi), sırf ahiret azabından korunmak için, ihtiyaç sahibi miskinlere, yetimlere ve esirlere yedirirler.
Bu ayet, insanın melek olmadığını, meşru olan dünyalıklara karşı meşru bir sevgi ve isteğin kınanmadığını; takvanın, bu sevgiye rağmen sevdiklerini Allah yolunda infak ve feda ile mümkün olduğunu ortaya koymakta ve dünyadan tamamen vazgeçmek gerektiğini iddia eden tasavvufçuların bu görüşlerini geçersiz kılmaktadır. Bu ayete göre, dünyevi meşru şeyleri -amaç haline getirmeden- imtihan aracı olarak sevmenin meşru, hatta gerekli olduğunu söyleyebiliriz.
Ayette geçen yedirmek ifadesi, Allah rızası için ihtiyaç sahiplerine yapılan her türlü infakı (yedirmek, giydirmek, konut sağlamak vs.) ifade eder. Miskinler, yetimler ve esirler ise her türlü ihtiyaç sahibini ifade eder. İhtiyaç sahiplerine infakta şekilci değil hikmetli hareket edilmesi, yani en öncelikli ihtiyaç sahibinden başlayarak, en öncelikli ihtiyaç neyse onun karşılanması esastır.
9- Bu yedirişlerimiz, insanları minnet altına sokmak (şükr) veya başka dünyevi beklentiler (ceza) için değildir asla. Ancak Allah’ın rızasını (vechillah) kazanarak cehennemden kurtulup cennete girmeyi umuyoruz.
Bu ayet, amellerdeki niyetin haslığı meselesini ortaya koymaktadır. Amel zahiren doğru olsa bile, niyetinde halis, yani sadece Allah rızası için olması gerekir ki, Allah indinde tam değer kazansın. Niyet ne kadar halis olursa, amelin değeri o kadar yükselecek, ne kadar karışırsa, amelin değeri o kadar düşecektir. Mesela altının saflık oranının yükselmesinin, değerini yükseltmesi gibi.
Allah’ın rızasını gözetmek, cehennemden kurtuluş ve cennete girişe vesile olması nedeniyledir. Bazı kişiler ve özellikle tasavvufçular, cehennem korkusundan kaynaklanan kulluğu “köle kulluğu”, cennet arzusundan kaynaklanan kulluğu “tüccar kulluğu olarak” niteleyip küçümsemekte; asıl kulluğun başka bir karşılık beklemeksizin, sadece Allah sevgisiyle yapılan hür kulluk olduğunu iddia etmektedirler.
Kur’an’da konuyla ilgili bütün ayetler ve şu anda üzerinde durduğumuz bu ayetler, başka bir karşılık beklemeksizin sırf Allah sevgisiyle kulluk edilmesi gerektiğine dair iddiaları açık bir şekilde geçersiz kıldığı gibi; karşılıksız vermek ancak ilah ve rab olan Allah’a mahsus olduğundan, bu tür hür kulluk iddiası, bir nevi ilahlaşma ve rableşme iddiası anlamına gelmektedir aslında. Kur’an’daki kulluk dinamiği, tasavvufçuların tüccar kulluğu diye küçümsedikleri, cehennem korkusu (havf) ve cennet arzusudur (reca).
10- Çünkü biz, Rabbimizin, takvalılar hariç hiç kimsenin yüzüne bakmadığı; abus (suçlulara karşı muktedir ve çatık kaşlı) ve gamtarira (suçluların çaresizlik ve acziyetten yüzünü buruşturan) hesap gününden korkuyoruz.
Bu ayet, Yüce Allah’ın ahiret gününde sadece takvayı dikkate aldığını; insanlara sadece takvaya göre önem ve ehemmiyet verdiğini, tarafsız bir hâkim gibi, kayırmadan ya da haksızlık yapmadan, her bir insanın takvasını ve karşılığını ortaya koyup hükmeder pozisyonda olduğunu ortaya koymaktadır. Yani, ahirette sadece sahih iman, halis niyet tabanlı salih amel para eder. Şefaat, dostluk ve başka hiçbir şey para etmez.
11- Rableri zikredilen vasıflara sahip olarak yaşayıp ölen ebrar (ibadullah) kulları, korktukları hesap gününün sıkıntılarından (şerrinden) korudu da (vekahum); onları yüzlerini parlatan (nedraten) ve onlara sevinç veren (surur) cennete kavuşturdu (lekkahum).
Bu ayette, muttakilerin (ebrar–ibadullah), yeniden dirilişin ardından hesap yerindeki sıkıntılardan Rableri tarafından korundukları ve kolayca geçen hesabın ardından yüzlerini parlatan ve onlara sınırsız mutluluk veren cennete gönderildikleri anlatılmaktadır. Ayetteki, “Rableri onları o günün şerrinden korudu (vekahumullahi)” ifadesindeki veka ibaresi, takva ile aynı kökten olup; takvanın kişiyi ahiret sürecinin sıkıntı ve azabından koruyucu şey olduğunu göstermektedir.
12- Ebrar dünyada kulluk imtihanına sabretmeleri sebebiyle, bu sabırlarının karşılığı olarak, tarifi imkânsız muhteşem bahçeler içinde (cennet), maddi ve manevi hürriyet, tarifi imkânsız muhteşem nimetler (harir) ile ödüllendirilmişlerdir.
Ayette geçen ceza kelimesi, Türkçeye yanlış olarak olumsuz manada geçmiştir. Kur’an’da ise kişinin yaptığının karşılığında hak ettiği cezayı ya da mükafatı almasını ifade eden nötr bir kavramdır.
Ebrarın dünyada sabretmesini iki yönde değerlendirmek gerekir: Aktif sabır, yani elinde imkân varken, sırf ahiret bilinç ve korkusuyla, bu imkânları Allah’ın rızası hilafında kullanmamak. Mesela, zengin olduğu ve imkânı olduğu halde, kumar, zina ve başka pisliklerden kaçınmak ve zorunlu olmadığı halde malını Allah yolunda sarf etmek gibi. Pasif sabır, yani başına kendi iradesi dışında gelen bela ve musibetlere, yakınmadan sabretmek ve bunlar nedeniyle Allah’ın rızası hilafında amelde bulunmamak. Mesela, hastalık ve benzeri kişinin iradesi dışında meydana gelen ve gidermesi elinde bulunmayan musibetler.
Bu ayet, ahiret azabı ya da mükâfatının tamamıyla kişinin iman ve ameline bağlı olduğunu (ceza), kesinlikle Allah’ın insanların hak ettiklerinden başka bir şeyle karşılık vermediğini ortaya koymaktadır. Ayette geçen harir, kişinin maddi (açlık, susuzluk vs) ve manevi (korku, kıskançlık, yoksunluk vs.) hoşa gitmeyen şeylerden kurtulması, yani gerçek hürriyet olarak düşünülebilir.
13- Ebrar, yerleştirildikleri o tarifi imkânsız muhteşem cennetlerde, sevdikleri diğer cennetliklerle beraber olur, karşılıklı koltuklara kurulurlar. Cennette ne yakıcı bir güneş (şems) ne de rahatsız edici bir soğuk (zemheri) görürler.
Cennet öyle muhteşem bir yerdir ki, insanların her zaman arzuladıkları en muhteşem maddi ve manevi ortam söz konusudur ve bu ortam asla bozulmaz. Nitekim ayetteki cennetliklerin karşılıklı oturmaları, cennetliklerin manevi nimetlerine misal verilirken, rahatsız edici sıcak ve soğuk olmaması da maddi nimetlere verilen misaldir.
Sonraki ayetlerde bu maddi ve manevi nimetlerden misaller verilmeye devam edilmektedir. Şu bilinmelidir ki, cennet nimetleri bu misallerden çok çok daha fazla ve kavrayamayacağımız kadar muhteşem ve mükemmel, eksiksiz olacak; dünyada hep aradığımız mutlak maddi ve manevi tatmin, cennetliklere mutlaka nasip olacaktır. Dünyada devamlı mutlak huzur ve mutluluğu arayışımız, fıtratımıza yerleştirilmiş cennet bilincinin yansıması olup, bu huzur ve mutluluğun asla ve hiçbir şeyde bulunamayışı da ancak ahirette bulunabileceğinden dolayıdır.
14- Cennetteki muhteşem ağaçların koyu gölgeleri (zilal) onlar üzerine, en mükemmel ışık ve ısı ortamını sağlayacak şekilde kendiliğinden yaklaşıp uzaklaşacak; meyve dolu dalları ise cennetliklerin istedikleri an kolayca uzanıp koparacakları bir şekilde onların yanına sarkmış durumda bulunacaktır.
Bu ayetlerde vurgulanan husus, cennettekilerin refah için çaba sarf etmeyecekleri; bilakis cennetin onların refah ve mutluluğu için çaba sarf edeceğidir. Yani dünyada çalışma, çaba ve yorgunluk esas iken, cennette dinlenme, mutluluk ve huzur esas olacaktır. Yani dünyada hep aradığımız şey olan emeklilik. Müslümanın emekliliği cennette olacak; bunun için çaba sarf etmeyip dünyada emeklilik arzulayanlar, dünyada hileli yollarla erken emekli olanlara benzetilebilir.
15- Cennetteki ebrar ellerinde parlatılmış gümüş kaplara konulmuş yiyecekler olduğu halde, dolaşarak selamlaşır ve birbirlerine hal hatır sorarlar.
Bu ayet, müşriklerin buluğa ermeden ölmüş çocuklarından olduğu iddia edilen cennet hizmetçilerinin, cennetliklere yiyecek ve içecek servisi yaptığı şeklinde anlaşılmıştır. Kur’an’daki cennetle ilgili ayetlerden anlaşılan husus, cennete sadece muttaki Müslümanların gireceğidir. Bunların dışında erkek ya da kadın hizmetçi ya da kadın odalıklar/huri olacağına dair iddialar, bazı ayetlerin yanlış yorumlanmasından kaynaklanmıştır.
Bu ayette, cennetteki ebrarın, ellerinde yiyecek dolu kaplar olduğu halde diğer cennetlikler arasında dolaşarak, birbirleriyle hal hatır sordukları ve sohbet ettikleri anlatılmaktadır.
16- Parlatılmış gümüşten olan o kapların içine dolduracakları yiyecekleri, istedikleri çeşitten ve miktarda kendileri takdir ederler.
Bu ayette cennetteki nimetlerin, kesintisiz, en güzel ölçüde olacağı ve bu nimetlerin cennetliklerce en güzel ölçüde talep edileceği anlatılıyor. Yani cennet nimetleri çeşit ve miktarca sınırsız olacak, herkes istediği nimetten istediği kadar alabilecektir.
17- Cennetteki ebrar, karışımında zencebil olan karışık bir içki kâsesinden içirilirler.
Bu ayet cennetliklere ikram edilen içkinin içeriğinde, içimine hoşluk veren katkılar olduğunu, yani içeceklerin en muhteşem içim özelliklerine sahip kılındığını anlatıyor.
18- Ebrara içirilen o içki, selsebil (sınırsız, bitmez tükenmez) olarak adlandırılan bir kaynaktan (ayn) çıkmaktadır.
Bu ayet, cennetliklere verilen içkinin, durgun kaplarda ve küplerde tutulmadığını; her daim taze bir kaynaktan akıp duran bir su kaynağı gibi olduğunu; yani bozulmadığını, vasıflarının değişmediğini, bitip tükenmediğini anlatıyor.
19- Cennetteki ebrar üzerinde ebedileştirilmiş gençlikler (vildanum muhalledun) dolaşır, onları görsen, saçılmış inciler sanırsın.
Bu ayette, cennete giren erkek ya da kadın Müslümanların, hep genç kalıp hiç yaşlanmayacakları ve birer inci gibi harika bir vücuda ve psikolojiye sahip olacakları anlatılıyor.
20- Orada -cennette- her baktığın yerde nimet ve büyük bir mülk görürsün.
Cennet, cennetteki nimetler ve cennet hayatı, Yüce Allah’ın büyüklüğünün ve rahmetinin bir tecellisi olacaktır. Sınırlı ve kısıtlı dünya hayatı ve nimetleri bile Yüce Allah’ın büyüklük ve rahmetine işaret eden birer ayetken, cennetin muhteşemliği O’nun büyüklüğünü çok daha net olarak ortaya koyacaktır.
21- Cennetliklerin sırtlarında, parlak ve göz alıcı, yeşil renkli ipek elbiseler (siyab) vardır. Gümüş bileziklerle süslenirler. Rableri onlara maddi ve manevi anlamda temiz (tahur) bir içecek (şarab) içirmiştir.
Bu ayette, ahiret için sabrederek dünya nimetlerinin bir kısmından kendini mahrum eden ya da mahrum edilen cennetliklere; cennette dünyada mahrum kaldıkları nimetlerin en mükemmel bir şekilde verileceği; dünyada pis içeceklerden (rakı, şarap gibi) uzak durmaları nedeniyle, cennette mükemmel, sarhoş etmeyen ve rahatsızlık vermeyen cennet içkilerinden (şaraban tahura) içirileceği anlatılıyor. Yani dünyada bilinçli bir sabırla katlanılan mahrumiyetlerin cennette fazlasıyla ve sonsuza değin telafi edileceği belirtiliyor.
İçkinin temiz olması, hem temiz hem de kişiyi manevi anlamda temizleyici olması anlamında olabilir. Yani Yüce Allah, cennetlikleri dünyadan kalmış olabilecek her türlü manevi pislikten arındırarak cennete koyacaktır. Bu temiz içkinin bizzat Allah tarafından içirileceğinin ifade edilmesi (sekahum) ise ev sahibinin misafirine kendi eliyle ikramda bulunarak onurlandırması gibi, Allah’ın, cennetlikleri onurlandırmasını (Ekrem, mukramun) ifade eden mecazi bir ifadedir.
22- Cennetliklere denir ki: Bu nimetler hep sizin iman ve amelinizin karşılığıdır. Sizin dünyadaki çabalarınız (se’ayekum) kayda değer görülmüş ve karşılıksız bırakılmamıştır.
Bu ayet, cennetin Allah’ın karşılıksız lütfu olmadığı gibi, şefaat ya da başka yollarla kimsenin cennete giremeyeceğini, ancak hak edenlerin cennete girebileceğini açıkça ortaya koyan ayetlerden birisidir. Aynı zamanda, Yüce Allah’ın cenneti hak eden ebrar kullara olan takdirini ve sevgisini, onlara verdiği kıymeti ifade etmektedir.
23- Biziz biz bu Kur’an’ı indirip duran.
Öncelikle Peygamberimize ve onun nezdinde tüm mü’minlere, Kur’an’ı Allah’ın indirmekte olduğu bir kez daha hatırlatılıyor. Yani dolaylı olarak şöyle deniyor: Bu, Allah’ın kitabıdır. Okurken, sıradan bir kitap gibi değil, Allah’ın kitabını okuduğunun bilinciyle oku. Okuduğun ayetlerde, kafandaki fikirleri değil, Allah’ın ne demek istediğini en net şekilde anlamak için oku ve anladığın doğrulara teslim ol. Onları kafana, hayatına uydurmaya çalışma; kafanı ve hayatını anladıklarına uydurmaya çalış. Sabırsızlık ve başarı hırsıyla Kur’an’ı kendine uydurmaya çalışma, başarıyı dünyada arama, ahiret başarısını hedefle, dünyada verilirse tevazulu ol.
Ayette Kur’an’ın indirilmiş olması (inzal) değil, indirilip duruluyor olması (nezzelna) ifade edilmiş olup; bu ifade ile Kur’an’ın safhalar halinde indirilmesinin Yüce Allah’ın bilinçli bir tercihi neticesi olduğu vurgulanmaktadır. Kanaatimce bu tercihin en önemli hikmeti, ilk Müslüman neslin (gerçek sahabenin) birer öğrenci gibi süreç içinde terbiye edilmesi ve yetiştirilmesi; olgunluğa erişinceye değin gözetim ve yönlendirme altında tutulmalarıdır.
24- Rabbinin hükmüne sabret ve sakın günahkâr ve inkârcılara uyma.
Kur’an’a uymak, kişiyi ister istemez insanlarla ve otoritelerle karşı karşıya getirecektir. Bu durumda, Allah, bu karşıtlığı ortadan kaldırıncaya kadar (lihukmu rabbike) sabretmek; asla kişi ve kurumların Kur’an’a aykırı olan isteklerine itaat etmemek gerekir. Bu hüküm, ahiret hükmüdür, dünyevi hüküm değil.
25- Bu şekilde Rabbinin hükmüne sabredebilmen için, Rabbinin ismini hatırlaman; sabah ve akşam, yani günün her anında sık sık zikretmen gerekir.
Yüce Allah’ı sık sık anmak ve hatırlamak (zikir), hem yücelik ve büyüklüğünün dünyevi tezahür ve tecellilerini hem de rahmet ve adaletinin dünyevi tezahür ve tecellilerini hatırlamak ve üzerinde düşünmek demektir. Tasavvufçuların yapmaya çalıştığı gibi Allah’ın zatı hakkında hatırlama ve düşünce (şuhud, fenafillah, vahdeti vücud vs.) mümkün ve doğru olmadığı gibi, bunun kişiye faydasından ziyade zararı söz konusudur. Kaş yapayım derken göz çıkarmak gibidir.
Allah’ı hatırlamak kaçınılmaz olarak kişinin dünyada niçin bulunduğunu ve nereye gideceğini, yani kendisini hatırlamasını getirir. Yani kişinin Allah’ı hatırlaması, aynı zamanda kendisini ve ahireti hatırlamasıdır ve kişiye fayda veren gerçek zikir budur. Kişi Allah’ın yücelik, büyüklük ve kudretini, kendisinin her an kulluk imtihanında olduğunu; dünyanın geçici ve imtihan yeri olduğunu sık sık hatırlamalı ki, dünyada imtihan amacıyla verilen belalara sabredebilsin. Aksi halde, sıkıntı geldiği anda haktan vazgeçip günahkâr ve isyancılara uyması kaçınılmaz olacaktır. Bunun için, öncelikle bela ve sıkıntıların yaygın olduğu gündüz vakitlerinde sık sık bu gerçekleri hatırlamaya gayret etmelidir.
26- İlaveten, uzun gecenin müsait zamanlarında Rabbine secde ederek O’nun yüceliğini tesbih et.
İmtihanı unutmadan sadece Allah’a kulluk edebilmek için, gündüz vakitleri sık sık Allah’ı ve ahireti hatırlamak yeterli değildir. Asgari olarak, günlük 5 vakit namazı ikame etmek, ilaveten gece namazı (teheccüd) ile mümkün olduğunca namaz aralarında ve özellikle gece saatlerinde secde, tesbih ve tefekkürle manevi rızık elde etmeye gayret edilmelidir.
Gece vakitleri manevi rızkın elde edilmesinde özel öneme sahiptir. Çünkü gündüz vakitleri kişinin uğraşacağı pek çok meşguliyet olup, bu meşguliyet içinde yeterli manevi rızkı elde edebilmesi pek mümkün değildir. Özellikle akşam namazı (şafak) ile sabah namazı (seher) vakitleri ve gece teheccüd için kalkıldığında zikir ve tefekküre ağırlık verilmesi, bu rızkın yeterince alınması için elzemdir.
Gece vakitleri bu açıdan çok önemli olduğundan, bu vakitler radyo, TV, gazete, malayani sohbetler vs. ile heba edilmemelidir. Bunlardan zaruri olanlar mümkün mertebe gündüz izlenmeye çalışılmalı, fırsat bulunamıyorsa, gece dengeli olarak izlenmeli, tüm gece bunlarla doldurulmamalıdır.
27- Ey ahiret için sabreden mü’min; bil ki inkârcılar hemen şimdi olanı (acileten), yani en yakın dünyevi nimetleri seviyorlar; senin azabından korunmak için dünyada sabrettiğin ağır günü ise sırtlarının arkasına önemsemeden atıyorlar.
Bu nedenle onların tavırlarına şaşırma, herkes tercihinin gereğini yerine getiriyor. Sen bunun bilincinde olarak, sabra devam et. Kendini salma, onlara uyma, uzlaşma. Çünkü onlar da ahireti tercih etmedikçe, beraberliğiniz mümkün değil. Dinini, davanı, sabrını ehli dünya ideoloji mensuplarıyla kıyaslama.
28- Ey sabreden mü’minler, inkârcıları biz yarattık ve onların varlıklarını ve imkânlarını sağlamlaştırdık. Dilesek, onların bu batıl gidişatlarına müsaade etmez, onları yok edip yerlerine, ahireti isteyen başkalarını getirebiliriz (emselehum tebdile).
Lakin böyle dilemiyor, onları bu şekilde imtihan ediyoruz. O halde, siz de bunun bilincinde olun ve “Niye bu kâfirlere böyle imkânlar ve güç verilmiş, dünyevi olarak neden bizden daha iyi durumdalar, biz niye böyle zayıf ve çaresiziz?” diye yanlış düşüncelere yönelmeyin. Kâfirlerin ve sizlerin bu durumları, kulluk imtihanının hikmetlerindendir ve devamlı da değildir. Biz günleri sizin aranızda döndürür, ileride sizi güçlü, onları zayıf yapabiliriz.
29- Şüphesiz ki, bu Kur’an ancak bir hatırlatma olup, tüm insanlara fıtratlarında saklı bulunan imtihan gerçeğini hatırlatmak ve dileyen kimsenin Rabbine doğru giden hak yolu tutabilmesi için indirilmiştir.
Bu ayette geçen, Kur’an’ın zikir (hatırlatma) olması ibaresi, her bir insanın fıtratındaki tevhid ve ahiret bilincini insanlara hatırlatması dolayısıyladır. Kur’an tüm insanlara fıtratlarındaki bu bilinci hatırlatır ve hakkı tercih etmek isteyenlere, tercih ettikleri yolun gereklerini öğretir.
Kur’an’ın hatırlatma olmasının ikinci bir anlamı da fıtratındaki imtihan bilincini Kur’an’la açığa çıkarıp hakka yönelen muttakilerin/ebrarın, sık sık bu gerçeği hatırlamasına ve böylece sapmaktan korunmasına vesile olmasıdır.
Kur’an kimseyi hakka zorlamak amaçlı olarak indirilmemiştir. O nedenle, sizin göreviniz ey mü’minler, insanlara Kur’an’la hakkı tebliğ ve şahitliktir. Kimseyi hakka zorlamak görev ve yetkisine sahip değilsiniz. Herkesin imtihanı kendisinedir. Siz hakkı yaşar (şahitlik) ve tebliğ ederseniz, imtihandaki görevinizi yerine getirmiş olursunuz.
Durum böyle olunca, insanlardan dileyenlerin iman etmemesi de zorunuza gitmesin ve sizi olumsuz etkilemesin. Siz kendinize bakın ve dileyen herkesin hakkı tercih edebilmesinin imkânlarını oluşturmaya, herkese hakkı ulaştırmaya odaklanın.
30- Her ne kadar hidayet kişinin dilemesine bağlı ise de mutlak otorite olan Allah’ın, her şeyi bilen ve en güzel hükmeden olarak, hakkı isteyenleri bilip onları hidayete ulaştırması ile olur kişinin hidayeti.
Bu ayet, insana hakkı anlama ve iradesiyle hak ya da batıl yönde tercihte bulunabilme gücünü verenin Allah olduğunu, insanın bu gücünü yine Allah’ın dilemesiyle kullanabildiğini; yani insanda bulunup sorumlu olmasına neden olan irade ve tercih imkânının, Allah’ın mutlak otoritesi kapsamında bulunduğunu anlatmaktadır. İnsanın irade ve tercih imkânı ve sorumluluğu ile ilgili olarak ilk 4 ayetin açıklamasında ayrıntılı bilgi vermiştik.
31- Âlim ve hâkim olan Allah, hak ettiğini bildiği kişiyi (men yeşeyu) rahmetine dâhil eder ve hidayete ulaştırır. Hakkı tercih etmeyen zalimleri ise rahmetinden uzak tutarak, onlar için acı bir azap olan cehennemi hazırlamıştır.
Ey mü’minler! Mesele iman ettirme meselesi değil, hakkı (zikir, Kur’an) net (mubin) olarak ortaya koyma meselesidir. Sizin göreviniz insanları zorla iman ve iyiliğe getirmek (musaytır) değil, onlara hakkı tebliğ ve hatırlatmadır.