'İnsan hakları' söylemi Türkiye'de bir muhalefet zemini olarak 1980 askeri darbesinin ardından gelişti. Bu dönemden önce zihinsel bir kavrayış alanı halinde dergi makalelerine konu edilen insan hakları kavramı, darbe günlerinde ve onu izleyen yıllarda somut bir tartışma ve mücadele alanı olarak gündemdeki yerini almıştı. Örgütlenmiş tek güç olarak "devlet"i ve onun resmi söylemini meşru kabul eden egemenler, yasal da olsa herhangi bir örgütlülük içinde bulunmuş insanlara, bunun bedelini ödetmeye and içmişlerdi. Evlerinden, işyerlerinden apar topar alınan, kaçırılan insanlar, süresi işkencecinin keyfince belirlenen göz altılarda, fizikî ve psikolojik anlamda çökertiliyor, sağ kalanlar işkencede imza ettirilen ifadelerle, formalite icabı Sıkıyönetim hâkiminin karşısına çıkarılıp, askeri cezaevinin yolunu tutuyorlardı. Tabii baskı ve işkence burada da devam ediyor, şubede yeterince çökertilemeyenler, cezaevlerinin loş hücrelerine "gömülüyorlardı. İşte bu ortamda, tutuklu yakınlarının öncülüğünde başlatılan girişimlerle, yaşama hakkı başta olmak üzere devletin temel hak ve özgürlükleri yok etmeye dönük saldırılarına karşı örgütlenme bilinci gelişmeye başlamıştı.
Türkiye'deki insan hakları mücadelesinin böyle bir tarihsel arka plana sahip olması, konuya yaklaşımdaki bakış açılarını da tayin edici bir etki yapmıştır. Kimilerince insan hakları konusunu, teorik-felsefi kavrayış noktasında güdükleştirdiği iddia edilen bu etkinin, aynı zamanda hak ihlallerini siyasal alanın sınırlarına hapsettiği de ileri sürülmektedir. Bu ve benzeri yaklaşımlar, insan hakları kavramına genel-geçer bir tanım getirebilmenin ve bu alanda müşterek değerler tespit etmenin güçlüğünden kaynaklanmaktadır.
İnsan Haklarının Kaynağı Sorunu Ve Farklı Bakış Açıları
İnsan hakları kavramının, gerek isimlendirme ve gerekse tanımlama noktasındaki Batı tandanslı niteliği, kavramın sahiplenilmesinde müslümanları haklı olarak önyargılı yaklaşımlara itmiştir. Bilindiği gibi, Batı'nın insan hakları serüveni, geleneksel toplum yapısının dağılmasıyla eşzamanlı olarak gelişir. Aydınlanma felsefesinin, geleneksel veya dine dayalı ahlâk normları yerine ikâme ettiği "insancıllık", "insanın kutsallığı" anlayışı, insan hakları kavramıyla "etik" bir çerçeve kazanmıştır. Bir anlamda kamusal hayatın dışında yeni bir din ihdas edilmiş ve kuralları insan tarafından belirlenen bu din "insana has" kılınmıştır. Oysa ki bir müslüman için din, onu yaratan ve dîn gününün sahibi olan âlemlerin rabbi tarafından va'zedilmîştir. Böyle olunca da insanların birbirleri üzerindeki hukukunu, sorumluluklarını, kendileri gibi beşer olan varlıklar değil, alemlerin rabbi olan Allah (c) belirleyecek, tanzim edecektir.
Bir batılının İnan haklarına yaklaşımıyla, bir müslümanın insan haklarına yaklaşımı işte bu kadar kesin çizgilerle birbirinden ayrılmaktadır. Bununla birlikte Batı tarafından, evrenselliğine vurgu yapılarak dayatılan "haklar" manzumesinin ciddi bir sorgulamaya tâbi tutulmadan, salt menşeine atıfla reddedilmesi çok tutarlı bir tavır olmasa gerektir. Ancak emperyalist kültürün egemenlik şablonu veri alındığında bunun kınanılacak bir yaklaşım olmadığı da teslim edilmelidir. Dünyayı kendi değer yargılan ölçüsünde biçimlendirme çabası ve iddiasından vazgeçmesi düşünülemeyecek olan mağrur Batılı zihniyet, insan hakları konusunda da kendi söylemini geçerli ve evrensel tek söylem olarak dayatmaya devam ediyor. Bu noktada İslam dünyasında geliştirilen insan hakları yaklaşımlarının metodik ve özgün bir çerçeveye kavuşturulması bir zorunluluk olarak önümüzde durmaktadır. Çünkü bu konudaki yaklaşım biçimleri homojen olamamanın ötesinde, uzlaşmaz farklılıkları yansıtıyor. Bunları kısaca ele alacak olursak, genel eğilimler olarak üç farklı yaklaşım tarzından söz edilebilir. Bunların ilkine göre, İslam'daki insan hakları ile İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ndeki insan hakları yaklaşımı telif edilebilir, uzlaşabilir bir İçeriktedir ve bildirgenin kabul edilmesi gereklidir. İslam'ın insan haklarına yaklaşımının Batı'da ortaya çıkan kavramsal içerikten çok daha önce zaten var olduğunu belirten diğer görüş ise, yeni bir kavramlaştırma çabasının gereksizliğini savunur. Bu iki yaklaşım arasında paralellikler bulmak mümkündür. Ancak üçüncü bir bakış açısına göre, İslam'da insan hakları diye bir şey yoktur; ödev ve sorumluluklar vardır. Bu, tamamen Batı'ya ait bir kavramdır; müslümanların böyle bir sorununun olması anlamsızdır ve insan haklarını sahiplenmek önemli bir sapmaya işaret etmektedir.
Farklı coğrafyalarda ve farklı mücadele yöntemlerine sahip insanların geliştirdikleri bu yaklaşımlar üzerinde uzun uzadıya tartışmanın bir anlamı olduğunu sanmıyoruz. Şu kadarı var ki, tümüyle sahiplenen ve tümüyle reddeden bakış açılarının Batı karşısında yaşanan mağlubiyet psikolojisiyle malûl olduğunu söyleyebiliriz. İnsan hakları konusunda teorik bir altyapı sağlama çabasını küçümsememekle birlikte, soruna çok daha pratik noktalardan yaklaşmanın daha anlamlı olacağını düşünmekteyiz.
Pratik noktalardan kastımız ise, yaşadığımız ülkede egemenlerin gerçekleştirdiği hak ihlallerine karşı ciddi ve kapsamlı karşı koyuşlardır. Bu mücadele, zaten müslümanların mükellef tutuldukları bir vecibedir ve her müslüman bununla görevlidir. Ancak bu karşı koyusun uzmanlık ve yoğunlaşma anlamında örgütleneceği bir çatı gereği de vardır ve bu çatı da insan hakları dernekleri olabilir. Soruna böylesi bir pratik zeminden yaklaşıldığında, insan hakları kavramının menşei konusu da çok fazla bir değer ifade etmemektedir. Tabii bu yaklaşım biçimi, kimi liberal "insan hakları kuramcıları" tarafından pragmatiklikle, insan haklarını mücadelede taktik bir evre olarak görmekle, siyasi kimliğini insan hakları kimliğinin önüne geçirmekle yakalanacaktır. Ve belki aynı eleştiri bazı müslümanlar tarafından da yapılabilecektir, işte bu noktada insan hakları mücadelesinde kimlik sorunu gündeme gelmektedir.
İnsan Haklan Mücadelesinde Kimlik Sorunu
Kendini İslam'a nispet eden bir insan için, sahip olduğu değerlerden ve kimliğinden bağımsız alanlar tasavvur etmenin mümkün olamayacağı ortadadır. Dolayısıyla bir müslümanın insan hakları konusundaki yaklaşımını belirleyen saik de, onun kimliğinin bir yansıması olmalıdır. Bu, kişisel anlamda nasıl bir gerçeklik ise, örgütlülük halinde de, yani tüzel anlamda da bir gerçekliktir. Bir müslümanın dernek çatısı altında örgütlendiği zamanki yaklaşımı farklılık arz edemeyeceğine göre, o çatıya rengini veren bir kimliğin olması da mantıki bir gerekliliktir. Bu noktada ileri sürülen "kişiler kimlik sahibidirler, tüzel yapıların kimliği olmaz" yaklaşımını, mantık örgüsünden kopuk bir değerlendirme olarak görmekteyiz. Kaldı ki bu yaklaşım "devletin dini olmaz, bireyler din sahibidirler" teziyle aynı kapıya çıkmaktadır. Bizler her şeyden önce sahip olduğumuz değerlere bir varlık alanı oluşturuyoruz ve bu değerleri mücadele ettiğimiz her alana taşımakla mükellefiz, insan hakları alanını da bir mücadele mevzii olarak değerlendirirsek, bu mevziideki önceliklerimizi belirleyen ölçünün kimliğimizden bağımsız olmaması gerektiğini teslim etmek durumundayız. Aksi takdirde insan hakları alanına başlı başına bir değer atfederek, mücadeleden kopuk bir sürecin gelişmesine kapı aralamış oluruz.
İnsan hakları alanına başlı başına bir değer atfetmek ve kendimizi "hukuki bağlamda mücadele" ile sınırlamak, sadece kimliğimizi zedelemekle kalmaz, bu alandaki çabayı da kısırlaştırıcı bir işlev görür. İnsan haklarının amaçlaştırıldığı bir mücadelenin hedefi konusunda ciddi tıkanıklıklar yaşanması kaçınılmaz olacaktır. İnsan hakları ihlalleriyle sadece hukuki bağlamda ve siyasal söylemden yalıtılmış şekilde mücadele etmek, eğer amaçlanan buysa, ülkeyi güllük gülistanlık hale getirebilir, ama müslüman kimliğinin bu mücadeleden saygınlık ve örneklik adına ciddi kazanımlar elde edeceğini sanmıyoruz. Bu söylediklerimizden, "sadece müslümanlara ivme kazandırıcı konularda tavır geliştirelim" şeklinde bir yaklaşıma sahip olduğumuz anlaşılmamalıdır. Ancak, içerisinde ifsad barındıran her konuya el atarken de kimliğimizi ve referanslarımızı dolayımsız bir netlikle ortaya koymak zorundayız. Tabii hedefimiz "çok iyi bir insan hakları savunucusu olmak" değil, muttaki bir müslüman olabilmekse...
Mücadelede Bir Mevzii Olarak İnsan Hakları
Düzenin, hak ihlalleri konusunda gemi azıya aldığı dönemde insan hakları mücadelesinin bir muhalefet zemini olarak ortaya çıktığını belirtmiştik. Bu hak ihlâllerinden tüm siyasetler gibi müslümanlar da paylarını almışlardı ve almaya devam etmektedirler. Bu noktada temel hak ve özgürlüklerin takipçisi olmak, müslümanlar için bir yükümlülük olmanın ötesinde, terk edilemeyecek bir mücadele mevzii olma anlamını da taşımaktadır. Çünkü müslümanların egemen sistemle giriştikleri mücadelede uğrayacakları zulüm ve haksızlıkların ifşa edilerek, gerekli hukuki desteğin sağlanması, bir insan hakları faaliyetinin gerçekleştirebileceği en önemli açılımdır. Bu şekildeki bir faaliyet, aynı zamanda sistemin dayandığını iddia ettiği hukuki düzlemin sorgulanması anlamını da taşıyacaktır. Zaten insan hakları alanını mücadelede bir mevzii olarak değerlendirmek, müslümanların asli mücadele alanına sağlayacağı destekle sınırlıdır. Tabii bu mevzide verilecek mücadelede perspektif sorunu, kadrolaşma sorunu, program sorunu, yönetimin ve karar alma sürecinin işleyişi sorunu vs. gibi birçok sorunun sağlıklı şekilde çözümlenmesi gerekmektedir.
Türkiyeli müslümanların insan hakları pratiğinin köklü bir geçmişe dayanmadığı biliniyor. Ülkedeki haksızlıklardan, zulümlerden, baskılardan en fazla pay alan kesimlerden biri olarak bu konuda gerekli ve yeterli bir çabanın içerisinde de değiliz. Belki pek çok alandaki dağınıklığımızın ve hafızasızlığımızın insan haklan alanında da devam etmesi pek yadırgatıcı gelmiyor. Ama biz, yiten her günün ziyanını bir sonrakine devrederken hayat da akıp gidiyor. Bu ifadeler bir karamsarlık pompalaması olarak anlaşılmamalıdır. Hep beraber, daha İyi nelerin yapılabileceğini tartışırken gerçekçi olmamız gereğine İşaret etmek istiyoruz.
İnsan hakları alanını, mücadeleci ve gerektiğinde müdahaleci bir alan olarak işletebilmek bu alanda ortaya çıkacak bir ok sorunun çözümünde katkı sağlayacaktır. Her şeyden önce insan hakları faaliyetinin kime karşı, kimden yana olarak verildiğine dair net çözümler ortaya konulabilecektir. Bu anlamda serdedilen "kim olursa olsun zalime karşı, mazlumdan yana olma" şiarı, genel söylem itibariyle olumlu bir bakış açısı olmakla birlikle, zalimliğin ve mazlumluğun belirlendiği ölçütün net olarak ortaya konulmayışı, tekil de olsa bir takım konularda yanıltıcı yaklaşımlara yol açabiliyor. Mesela, Türkiye'de gerçekleştirilen siyasi-ideolojik eylemleri insan hakları zaviyesinden nasıl değerlendireceğimiz sorunu, çözümü müşkil bir sorun olarak ortada durmaktadır. İşte bu noktada siyasal taleplerin ve insan hakları pratiğini bir mücadele mevzii olarak değerlendirişin yol göstericiliğine ihtiyacımız var. Mücadelesini egemen şirk düzenine ve bu düzenin zulüm aygıtlarına yöneltmiş bir insan hakları yaklaşımı, resmi söylemin etkisinden ve yasallık dayatmasının kısıtlayıcılığından arınmış demektir. Bu doğru yaklaşıma göre, öncelikle düzenin gerçekleştirdiği hak ihlallerine kilitlenmek bir zorunluluktur. Çünkü düzen; istihbaratıyla, ordusuyla, resmi ve gizli güvenlik donanımıyla, işkencesiyle, cezaeviyle kocaman bir örgüttür. Bu silahlı ve ideolojik örgütün gerçekleştirdiği eylemler ve içerdiği tehdit, diğer muhalif gruplarla birlikte müslümanlara, daha genelde de halka karşı konumlanmıştır. Bu anlamda "sadece devletin değil, siyasi örgütlerin hak ihlâllerini de kınayalım" yaklaşımı mahkûm edilmesi gereken bir yaklaşımdır. Çünkü bu bakış açısı, Yeni Dünya Düzeni söyleminin bir uzantısı olarak gündeme getirilmiştir. Uluslararası Af Örgütü'nün 1991de yayınladığı Yokohama Bildirisi'yle, muhalif grupların devlete karşı yönelttiği eylemlerin de İnsan haklan İhlâli olarak ele alınması gerektiği ve insan hakları örgütlerinin bu eylemleri de kınaması gerektiği deklare edildi. Tabii ki muhalif örgütlerin sivil ve masum halka karşı giriştiği eylemler bir insanlık suçudur ve aklı başında hiçbir insanın onaylaması mümkün değildir. Ancak bu tür eylemleri, devlet denilen o kocaman örgütün sürekli gerçekleştirdiği de unutulmamalıdır.
Toplumsal Muhalefete Yaklaşımda İnsan Hakları
Egemen sistemin ürettiği zulümlere karşı tavır geliştirmekle sorumlu olan müslümanların, toplumsal muhalefetin yöneldiği kanalları gözardı etmeleri düşünülemez. Ancak bu konuda geliştirilecek tavırlar, müslümanların güç ve imkanlarıyla, sahip oldukları zihinsel yapıyla doğrudan bağlantılıdır. Birçok konudaki altyapı eksikliğini gidermeden (belki o eksikliklerin farkında bile olmadan) toplumsal muhalefetin aktığı kanallarda çözümleyici arayışlar geliştirmenin beyhude bir çaba olacağı muhakkaktır. Bununla birlikte o kanallardan bütünüyle el etek çekmemiz de, vahyi dinamiğin taşıyıcısı olma misyonumuzu gölgeleyecektir.
Müslümanların gerçekleştireceği bir insan hakları faaliyetinin en görünür etkinliği, sistemin yaydığı kirlilik ve zulüm karşısında toplumun tepkisini organize edebilmekte ortaya çıkar. Kimlik sorununu halletmiş bir insan hakları mücadelesinin bu konuda gerçekleştireceği özgün projeler, mesaj iletmede ve bilinç yüklemede önemli bir işleve sahip olacaktır. Ancak toplumsal muhalefet zemini pürüzsüz bir zemin değildir ve özgünlük vurgusu keskin olmayan projelere iltifat edildiğinde tökezlememek imkansızdır.
Sahih Bir Perspektif Geliştirmeliyiz
Mevcut insan hakları örgütlerinin faaliyet alanı, genelde hak ihlâllerini tespit ederek, bunları kamuoyuna duyurmak şeklinde yerleşiklik kazanmış. Sistem içinde gelişen bir örgütlenme için bundan daha ileri bir faaliyet beklentisi belki hayalcilik olabilir. Ancak insan hakları pratiğinin sadece teşhis ve kınama mesajına indirgenmesi, bu faaliyet alanının dinamizmini çürütecektir. Halbuki bu alanın bir gözlemevi olmanın ötesinde işlevler yüklenmesi, hatta sadece hak ihlalleriyle uğraşmayıp yeni haklar elde etmek İçin aktif mücadeleler sergilemesi beklenir.
Tabii bütün bu beklentiler, sadece bu alanda yoğunlaşmış insanları değil, biz dahil olmak üzere tüm müslümanları bağlamaktadır. Çünkü kimliğini net bir şekilde ibraz ederek vahyi doğruların izinde yürüyen sahih bir insan hakları perspektifine hepimizin ihtiyacı var.