Murat Sülün'ün "Kur'an-ı Kerim Açısından İman Amel İlişkisi" geçen aylarda Ekin Yayınları tarafından okuyucuya sunuldu. Kitabın üslubu Toshihiko Izutsu'ya ve değerli alim Şatıbi'ye oldukça benziyor. Her iki müellif de İlmi zenginliğe sahip kimseler. Ne var ki Izutsu, Şatıbi ve Sülün'den farklı olarak İslam'ı bir doğu araştırmacısı gözüyle ele alıyor.
Kitap hakkında birkaç söz söylemek gerekirse, öncelikle bir konuya vurgu yaparak başlamak gerekecek: Sülün eserinin önsözünde ve ortalarında (293) Kur'an-ı Kerim'in "hitap" olduğunu ileri sürüyor. Ancak Kur'an-ı Kerim, kendisinin Levh-i Mahfuz'dan alınma bir "kitap" olduğunu ifade ederken, hiçbir ayetinde kendisinin hitap olduğunu söylemiyor.Tarihselliğe kapı açan bir tanım olabilir. Zira Kur'an-ı Kerim'in hitap olması ön kabulünün ardından 'onun aslında Rasul (s) tarafından insanlara kendi ifadeleriyle aktarıldığı tezi' gündeme geliyor ki, bu tezin özünde mesajın metnini de kaale almamayı beraberinde getirme riski söz konusu. Kur'an-ı Kerim'in diğer kitapların üslubuna sahip olmadığı doğrudur ancak O, bir hitap üslubuna da sahip değildir. Örneğin hitabette bir konu birkaç cümle ile ele alınıp geçilmez. Bu nedenle Allah'ın Kitabı'nın üslubunun bir kategoriye sokulma çabası doğru bir çaba değildir.
Kitapta insanın yalnızca imandan dolayı değil amel nedeniyle küfre girebileceği de zikrediliyor (46). Örneğin Hz. Ayşe'nin Hz. Osman'ı Kitab'ın hükümlerini çiğnemesi nedeniyle kafir kabul etmesi, Ammar Bin Yasir'in "Osman'ı öldürdüğümüzde kafirdi" demesi sahabelerden de amelî masiyetin küfür olarak isimlendirilebileceğini gösteriyor. Bu değerlendirme gerçekten kayda değerdir. Çünkü dini salt "La ilahe illallah" demeyle sınırlı görme anlayışı, dini hayattan uzaklaştırmakta ve İslamı ne olduğu tanımlanamayan bir enigma (muamma) haline getirmektedir.
Eserde iman tasdik ayrımı yapılıyor(70). Ancak tasdikin belli bir inanç ilkesinin onaylanması anlamında olduğu ifade ediliyor. Ne var ki iman edenler tabiri Kur'an-ı Kerim'de "gereği gibi inananlar" anlamında kullanılmaktadır. Yani bu anlamda tasdik ile imanın anlam farkına sahip olduğunu söylemek mümkün gözükmüyor. Kur'an-ı Kerim'de olumsuzluklar, kafirlere atfen bir vasıf olarak veriliyor. Olumluluklar ise müminlerin bir sıfatı olarak sunuluyor (71). Aslında objektif olarak bakıldığında iman kapsamında verilen bir kısım özelliklerin kafirlerde ve küfür kapsamında verilen sıfatların da Müslümanlarda görünmesi gayet doğaldır. Bu bağlamda Kur'an-ı Kerimin karakterlerinin ön plana çıkan yönlerine göre insanları vasıflandırdığını söyleyebiliriz.
Yazara göre bir dilin kafa karıştırmayan kullanışlı bir iletişim aracı olabilmesi, sınırsız sayıdaki farklı tecrübeyi az sayıdaki kelime ile ifade edebilmesinden kaynaklanmaktadır (77). Dillerin bu açıdan üstünlüğünü ölçmek pek doğru gözükmemektedir. Zira bu vasıf kısırlık olarak da görülebilir. Dillerin az kelimeye fazlaca anlam yüklemeleri müteşabihliği gündeme getirir ki, bu da anlama problemini artırıcı bir özelliktir. Aslında dilin üstünlüğü son ve ön eklerle kelimelerin asıl anlamlarına bağlı kalarak yeni kelimeler ve kavramlar üretilebilir olmalarına bağlıdır. Bu zaviyeden Arapça gerçekten üstün bir dildir. İman eden ve mümin ayrımı (99) yapan yazar, iman edip de iman gönüllerine henüz yerleşmemiş olan kimselerin 'iman edenler'; karakteri ile iç içe geçmiş derecede imana sahip olanları da 'mümin' olarak tanımlamanın faydalı olacağını söylüyor.
Eserde kelime çözümlemelerine bol miktarda yer verilmiş. Bu sayede yeni anlam kategorileri oluşturmak mümkün oluyor. Örneğin yazar, şüphe ve müteşabih kelimelerini tahlil ediyor ve bunların aynı kökten gelen iki kelime olduklarını zikrediyor(104).
Yazar inanç ve iman arasında da bir ayrım yapıyor (124). Mümin bir kimsede inancın bilgi yönünü temsil ettiğini imanın da bu bireyin sahip olduğu bilgilerin sonucunda gösterdiği hassasiyet olduğunu ifade ediyor.
Kavramlar insanlar tarafından kullanıldıkça anlam kaymasına uğramaktan kurtulamıyorlar. Bunlardan birisi de kafir kelimesidir (142, 222). Kâfir, vahyin indiği ilk dönemlerde verilen nimetlere şükretmeyen nankör kimse için kullanılırken, daha sonra mümin ve Müslüman olmayan kimse anlamında kullanılmıştır. Sülün, "küfür" ve "tekzip" arasındaki ayrımı da çok güzel bir şekilde ortaya koymuş (144). Küfür terimi içinde tekzip, beğenmeme, tuğyan, istikbar vb. menfi kalp amelleri ve hiçbir engel bulunmadığı halde, ikrar etmeme unsurları mevcuttur. Tekzip, küfrün bire bir karşılığı değildir. Bir kimsenin diğerine: "Dediğinin doğru olduğunu çok iyi bilmekteyim. Seni tekzip edemem ama seni takip etmeyeceğim. Tersine seninle savaşacak, sana muhalefet edeceğim" diyebilir. Yani küfür, tekzipsiz (yalanlamaksızın) muhalefet, zıddiyet ve reddetmek şeklinde de olabilir. Fiil, amel ve sun' yapma (yaratma) arasındaki anlam farkını da ele alan yazar (164) amelin diğer ikisinden farklı olarak "belli bir uğraş sonucunda bir şey yapabilmek" anlamında olduğunu ifade ediyor.
Eserde, amel ve iman arasındaki farkı ortadan kaldıran ayetlerin varlığına da işaret ediliyor (183, 184, 186). Yazarda amelin imandan ayrı olduğu kanaati ağır bassa da İslam'da inanmak ile yaşamak arasında bir ayrım yapmanın çok zor olduğunu, hatta ayrımın olmadığını gösteren ayetleri de okuyucuya sunuyor.
Sülün, fiili ameller dediği 'fiili tasdik' ve 'fiili tekzip' tanımlarına da (197) yer veriyor. Kişinin mümin olduğuna tanıklık edebileceğimiz tüm davranışlarının fiili tasdik olduğunu ifade ederken, kafir veya münafık olduğu izlenimi veren tüm hareketlerinin de fiili tekzip olarak tanımlanabileceğini söylüyor.
Yazar, İman-korku ilişkisine (208-211) de değinmektedir. Korkunun Kur'an'da kulluk ile bu kadar içli dışlı bir kavram olarak kullanıldığı bilgisi, gerçekten kayda değer. Zira sakınma ile korku arasındaki bağ gayet açık. Kur'an'da geçen ve korkuyu karşılayan birçok kelimeye eserde yer vermekte ve aralarındaki farklar ayrıntılı bir şekilde ele alınmaktadır.
Büyük günah işleyenin (261, 262) kafir olacağına ilişkin Hariciler'in yaklaşımını ele alan yazar bu teze delil olarak sunulan ayetleri ele alıp, bunların imanı ortadan kaldıracak unsurlar olmadığını ifade ediyor. Konuyla ilgili "Allah'ın vahyettiği ile hükmetmeyenler"in kafir olacağına dair ayeti de ele alan Sülün (264, 265) kalben inkar etmediği halde vahye göre hükmetmeyen kimselerin kafir olmayacağı görüşünü benimsiyor. Zira müminlerde de masiyet bulunabilir (279-280). Müminlerin birbirleriyle vuruşmaları caiz olmasa da vakıada böyle bir şey olmakta ve bu yanlışlarıyla dinden çıkmamaktadırlar (Hucurat 49/9).
Yazar amel olmadan da imanın olacağı çıkarımını dışarıda bırakacak şekilde, peygamberlerin ortak çağrılarının salt imanla sınırlı olmadığını (318-319) belirtmektedir. Peygamberler, insanları Allah'a inanmaya çağırmanın yanında O'ndan sakınmaya da davet ederler (Şuara 26/105-184).
Namazın kötülükten alıkoyması (407) ile ilgili olarak eserde çok güzel bir yaklaşım sergilenmiş. Batınî ve zahirî yönleriyle Allah'tan sakınma niyetiyle kılınan bir namaz insanı kötülüklerden alıkoyar. Ayette marife olarak namazın (es-salah) ifade edilmesi, böyle bir namazın münkerden uzak tutacağına işaret etmektedir.
Murat Sülün'ün bu çalışması, iman amel ilişkisini ilmi bir üslupla ele almakta ve ilahiyat alanındaki tartışmaları cesurca değerlendirmekte ve tartışmaktadır. Eserde İman-amel ayrımının zor olduğunu hatta ayrılamaz bir biçimde iç içe geçtiğini yazar da teslim etmektedir (425). Kurtulanlardan olmak için iman edip salih amel işlemek, hakkı ve sabrı tavsiye etmek gerekmektedir. Gerisi hüsrandır.