Suriye'de yaşanan trajedi 21. yüzyılın başında sayılmamıza rağmen bu yüzyılın en büyük trajedilerinden biri olmayı şimdiden garantiye almış bulunmaktadır. Yaşanan bir insanlık dramıdır.
Soruları tek tek yanıtlamanın yanında sorulara cevap olacak şekilde bir değerlendirme yapmanın da gerekli olduğu kanısındayım. Üç yıla yakın bir süredir yaşanan bu elim hadise ile ilgili hâlâ Müslüman ülkelerin, çevrelerin ve teşkilatların ortaklaşacak bir tutumu gerçekleştirememeleri izahı zor bir durumdur. Aynı olaya bakmamıza rağmen bu kadar farklı manzaraları görmek, bu derece farklı değerlendirmelerde bulunmak hadiseye ilkesel ve ayakları yere sağlam basan fıkhi bir bakışla bakamadığımızın delilidir. İlkeler tali plana itilip çıkarlar ve çıkara dayalı bakışlar birincil plana alındığında aynı hadiseyle ilgili onlarca farklı ve birbirine benzemeyen hatta tamamen zıt bakışlar sergilemek mümkün olabilmektedir. Suriye'de yaşanılanın ne olduğuyla ve neden bu hale geldiğiyle alakalı olarak ortaya konan farklı yaklaşımlar ve bundan kaynaklı takınılan tutumlar; sergilenen duruşlar başka ne ile izah edilebilir ki?
Öncelikle şu hususları net olarak ortaya koymak gerekmektedir:
Suriye halkı zalim, facir, fasık bir yönetimin ve yöneticilerin idaresi altında her türlü eziyete maruz kalmış bir halktır. Suriye halkı tamamen mazlum ve mağdur bir halktır. Yönetimi de kuşkusuz zalim ve canidir. Dolayısıyla halkın bu zalim idareye başkaldırısının anlaşılmaması için geçerli ve meşru hiçbir gerekçe bulunamaz. Bu bedihiyattandır ve dolayısıyla bunu anlamamak hiç kimseyi mazur görmeye yol veremez. Anlamamak ancak saptırmanın ürünü olabilir. Bilerek başka yöne çekmelerin, hesaplı ve taraflı bakışların sonucu olabilir. Körü körüne ve mesnetsiz bir inatlaşmanın neticesi olabilir.
Suriye'de sürdürülen direniş, özü itibariyle yerlidir, Suriye’nin kendi iç dinamiklerinden kaynaklıdır. Halkın zalim idareye karşı sabrının tükenişinin sonucudur. Bu direnişin özüne dair yaftalayıcı ve kötüleyici yaklaşımlarda bulunmak selim bir insafın ve sorumlu bir kimlik ve kişiliğin yaklaşımı addedilemez. Böylesi bir yaklaşım hoş görülmeyi hiçbir şekilde kaldıramaz.
Suriye halkının yaşadığı bu acı serüven, genelde tüm insanlığın özelde de Müslümanların, ilahi adaletten, aklın gösterdiği apaçık haklardan sapmanın; bunca birikime, bunca tecrübeye rağmen hâlâ sorunlarına çözüm üretemeyecek kadar aciz, vicdansız ve ilkel bir şaşkınlık içinde olduğunun ispatıdır.
Bu kısa değerlendirmeden sonra cevaplara geçebiliriz.
ABD ve Rusya'nın mutabakata vararak bulduğu çözüm, kimi rahat ettirirse ettirsin Suriye halkını rahat ettirmeyecektir. Çünkü Suriye halkı bu zalim yönetim kaldıkça rahat yüzü görmeyecektir. BM ve benzeri teşkilatlar sorunlara müdahaleleri köklü çözüm bulmak amaçlı yapmamaktadırlar. Bütün çabaları dünyanın efendiliğine soyunmuş ülkelerin efendiliklerinin sürekliliğinin korunması yönündedir. Müdahaleleri daima göstermelik ve dostlar pazarda görsün mantığına binaendir. Bu kararın Suriye halkını rahat ettireceğini söylemek Suriye halkının talebini bilmemek ya da bilmezden ve görmezden gelmek anlamına gelir.
Suriye sorununa çözüm ifadesinin neyi çağrıştırdığı ve bunun nasıl mümkün olacağı konusu en çok üzerinde kafa yorulması gereken husustur.
Evvela bilinmelidir ki, çözüm dediğimiz şey, sorun yaratan etmenlerin ortadan kalkmasıyla mümkün olan bir süreçtir. Sorunlar yerinde dururken, sorunlardan kaynaklı savaşların, çatışmaların durdurulması, kesintiye uğraması çözümün gerçekleştiği anlamına gelmez. Dolayısıyla çözüm, çatışmaları ortaya çıkaran etmenlerin izalesiyle mümkündür. Bu açıdan bakıldığında çözümün olmazsa olmaz şartı Suriye’de yönetimin değişmesidir. Yönetim değişmediği sürece kalıcı bir çözümün sağlanması imkân sınırlarının dışındadır. Nasıl gerçekleşeceği ve nasıl mümkün olacağı hususu cevabını bulmakta en çok zorlanacağımız konudur. Zaten bunca trajedinin nedeni de bu zorluktur. Öte yandan teorik bütün çözüm önerileri fiilî durumu değiştirmeye yetmez. Çözümün teorik çerçevesini çizmek elbette önemlidir. Lakin bu önerilerin fiilî sonuç vermesi birçok ayrı süreçleri ve faktörleri içerir ve birçok koşulu barındırır.
Kanımca Afganistan, Irak ve Suriye'de yaşananlar bize şunu göstermeye yeterlidir: BM, Batı ve Doğu güç odakları dünyanın sorularına çözüm üretme amacında değillerdir. Sorunların kaynağında olan bu güçlerden, çözümün kaynağı olmalarını beklemek akla sığmayacak kadar boş bir beklentidir. Keza müdahil oldukları bütün coğrafyalarda ortaya çıkan sonuç bize göstermiştir ki, bunların elinin değdiği her yer ateşin sönmeden yanmaya devam ettiği coğrafyalar olmuştur. Dolayısıyla çözümü bu odaklardan beklemek büyük yanlışlıktır. Bunu bilinmesi gereken birinci nokta olarak görüyorum.
Dünya üzerinde yaşanan sorunlara köklü çözümler bulmak adına şimdiye kadarki kurulu tezgahların ve merkezlerin yetersiz kaldığı, dahası mevcut merkezlerin iyi niyetli çabalar içinde olmadıkları bilinen bir gerçekken, bu gidişatı değiştirecek farklı merkezlerin teşekkülü insanlık adına olmazsa olmaz bir gereklilik olmuştur. Buradan kalkışla halkı Müslüman ülkelerin, Müslüman çevrelerin ve teşkilatların en azından kendi iç problemlerini çözecek merkezleri oluşturmak adına ciddi ve yoğun çabalar içinde olmayı öncelikli işleri arasına almaları gerekmektedir. Suriye olayında halkı Müslüman ülkelerin farklı tutum içinde olmalarının nedeni ulusal, mezhepsel ve bölgesel çıkar ilişkileri değil midir? Bunların aşıldığı karşılıklı güvenin tesis edildiği bir iklimde Türkiye-İran ve şimdilerde iç karışıklıkla boğuşturulan Mısır'ın işbirliği yaptığı bir durumda Müslümanların coğrafyasında cereyan eden hadiselerin hangisine çözüm üretemeyecekleri iddia edilebilir? Çıkar endeksli politikalardan sıyrılıp değer endeksli siyasetler, ilkesel tavır sergilemeler geliştirilmediği müddetçe coğrafyamız acı üretmeye devam edecektir.
Kanımca Müslüman coğrafyalardaki direniş hareketlerinin tez elden şiddetle aralarına mesafe koyması elzemdir. Silahla arasına mesafe koymaksızın Müslüman grupların, hareketlerin birbiriyle münasebet kurmalarını olası görmüyorum. Silahın belirleyiciliğinde sürdürülen bütün hareketler zamanla sorun üreten ama çözümden gittikçe uzaklaşan bir seyir izlemektedirler. Kaldı ki, Müslüman hareketlerin elindeki silahlar ne derece düşman mevzilerini geriletmeye muktedirdir ve bugüne değin ne kadar düşmanı gerileten ama kendilerini ilerleten bir sonuca hizmet etmiştir sorusunu cidden kendimize yöneltmek durumundayız. Dahası “Eldeki silahlar kendi iç çatışmalarında mı yoksa düşmana karşı mı daha çok kullanıldı?” sorusuna gönül rahatlığıyla içimizi ferahlatan bir cevap verebiliyor muyuz?
Hülasa kendi sorunlarını çözemeyen, sorunlarını sorunlar üreterek katmerleştiren bir Müslüman dünyanın kendi dışındaki odaklardan çözüm beklemesi kadar zilleti ifade eden bir durum olamaz. Şanlı direnişler sergilemek adına onca kanı heba etmek kimsenin hakkı değildir. Düşmanınızla dişe diş bir mücadele verip sonra en büyük düşmanlarınızdan hatta sizin çatışmanızdan sorumlu olanlardan medet umar hale gelmek trajedilerin en büyüğüdür. Bu çelişki ortadan kalkmadıkça verilen bütün mücadeleler nihai amca hizmet etmekten uzak olacak ve Müslüman mazlum kanı akmaya devam edecektir. Tek değişen kanın aktığı coğrafyaların adı olacaktır.
Türkiye hükümetinin Suriye meselesindeki tutumu geleneğinden getirdiği korkularının etkisi altında bir seyir izlemektedir. Özellikle Kürtlerle olan ilişkileri, sorunları ve geliştirmek istediği açılımlarının etkisi altında kalmaksızın daha işbirliğine açık bir pozisyonda tutum sergilemesi hem gücünü hem de güvenirliğini artıracak sonuçlar doğuracaktır. Özellikle Suriye halkının mağdur olanlarına yönelik Türkiye hükümetinin tavrı olumludur. Altında başka niyetler aramak durumunda olmanın anlamlı olduğuna inanmayan biri olarak bu konuda bilgi ve belge olmaksızın menfi konuşmayı adaletsizlik olarak görmekteyim. Aksini ortaya çıkaran bir delil olmadığı sürece bu tutumu insani değerler bağlamında olan bir tutum olarak görmek ve değerlendirmek mecburiyetindeyim. Ancak hükümetin toprak bütünlüğüne vurgularını gereksiz ve bu bütünlük uğruna olan yalpalamaları da siyasi basiretsizlik olarak görmek gerektiği inancındayım. Zira inançsal ve duygusal birlikteliklerini yitiren coğrafyalarda zoraki toprak bütünlüklerinin sağlanmasını ne ahlaki ne de inançsal kökeni olan bir gereklilik olarak görmenin mecburiyeti altında kendimi hissetmemekteyim.
Türkiye hükümetinin elinden gelen bütün imkânlarıyla Suriye'deki savaşın son bulması adına gücünü kullanması gerektiğini düşünüyorum.
Türkiyeli Müslümanların direnen Müslümanlara moral motivasyon olması adına dahi olsa meydanlardaki desteklerinin sürmesini anlamlı buluyor ve devamının sağlanması gerektiğini düşünüyorum. Ancak özellikle mezhebî ve ulusal farklılıklar üzerinden söylem geliştirmemeleri gerektiğini İslami bir sorumluluk olarak görüyorum. Kimi çevrelerin bu bahaneyle içlerindeki mezhepçi fanatizmlerinin dışavurumunu sağlayacak ve buna ortam hazırlayacak durumlardan özellikle kaçınılması gerektiği noktasında azami dikkatin gösterilmesinin gereğine vurgu yapmayı her fırsatta bir vazife olarak addetmekteyim.
Mevla bütün Müslümanlara basiret, feraset ve samimiyet bahşetsin dilek ve dualarımla Rabbimizin mazlumlara yardımlarını yağdırmasını diliyor, samimiyetle ve dosdoğru olarak direnenlere selamlar yolluyorum.